Gülümsüyor, el sıkışıyor ve el sallıyor.
Perşembe’nin ikindi saatlerinde durumunun kötüleştiğinin anlaşıldığından itibaren sosyal medyada dolaşan Kraliçe Elizabeth’in kıyıda köşede kalmış arşiv görüntülerinin hemen hemen hepsinde vaziyet bu.
Vefat haberi duyulmasıyla, Birleşik Krallık’ın kolay kolay affedilmeyecek günahlarını ona yazıp hakkını helal etmeyenler kadar, çok milletli whatsapp gruplarında İngilizlerden önce taziye mesajları yazan eski sömürge ülkesi vatandaşı gençleri görmek garip bir histi.
Dünya üzerinde yakın tarihte kötü hatıra bırakmadığı ülke sayısı bir elin parmaklarını anca geçen bir imparatorluğun 70 sene yüzü olmuş bir monark, ölümüyle dünyayı üzecek kadar ne yaptı?:
“Hiç ama hiçbir şey yapmamak, mesleklerin en zoru. Sahip olduğun tüm enerjiyi gram gram senden çalıyor”
Bu söz Kraliçe’ye ait değil, Kraliyet ailesinin her fırsatta rahatsızlığını dile getirdiği The Crown’ın ilk sezonunda genç Elizabeth’i oynayan Claire Foy’un repliği.
Zaten Kraliçe’nin bu denli hatırda kalıcı bir sözünü arasanız da bulamazsınız. Tarihçi David Starkey onun için “İnsanların aklında kalacak ne bir şey söyledi ne de yaptı” diyor.
Netflix’te yayınlanan dizinin yönetmeni Peter Morgan’ın imtihanı da buydu. Sınırlı, eğlencesiz bir ana karakterden nasıl sezonluk bir drama çıkaracaktı? O donukluğun içerisinde bir erdem, cazibe gerçekten var mıydı?
Bu sene aynı dizinin altıncı sezonu çekildiğine göre mutlaka olmalı. Biraz kulak kabartıldığında, sükunetle, bir oyuncakmışcasına salladığı o elin derinden gelen bir tınısı var.
Avustralya’yı defalarca Milletler Topluluğundan ayırıp Cumhuriyet yapmak için referanduma götüren İşçi Partisi’nin liderlerinden Neville Wran bir keresinde şöyle demişti: “En büyük engel Kraliçe’nin kendisi. Herkes onu seviyor!”
Televizyon icat edileli henüz üç ay olmuştu. Sekiz sene kadar önce Rus çarları kılıçtan geçirilmiş, tüm dünyayı etkileyen Amerika Büyük Buhranı ise üç yıl uzaktaydı. Birinci Dünya Savaşı sonrası monarşiler bir bir yıkılırken İngiltere’de kömür işçilerinin kök söktüren grevleri birçoklarına “acaba sıra Windsorlarda mı?” dedirtmeye başlamıştı.
Kral Edward’ın yeğeni Elizabeth Alexandra 1926’da işte böyle bir dünyaya gözlerini açtı. Taht sırasında üçüncü olduğu için gözler o denli üzerinde değildi. Porselen bebekleri, minik kundakları sallanan atı vardı, ama çocukluğunda en sevdiği oyuncakları yaşıtlarından biraz farklıydı: Faraş, fırça, ambalaj kağıdı, kurdele ve hepsini sakladığı özel ceviz ağacından yapılma bir kutu.
Selefleri gerçek anlamda “imparator ve imparatoriçe” iken, onun misyonu büyük bir imparatorluğun bir uluslar topluluğuna dönüşmesine mütevazı bir şekilde önderlik etmekti. Bir başka ifadeyle “No-drama queenlik”
“Sakin Ol ve Devam Et”
Büluğ çağına denk gelen İkinci Dünya Savaşı sırasında, mihver devletlerin hava bombardımanından endişe eden İngilizleri teskin etmek için hazırlanan ama hiç basılmayan “Keep Calm and Carry On” pankartlarının hala telefon arkaplanına konulması, türev sloganların hediyelik bardaklara basılması tesadüf değil. Kraliçe’nin 70 sene boyunca hayat mottosu “Sakin Ol ve Devam Et” oldu.
Aslında ışıltısının yanında sönük kaldığı kız kardeşi Prenses Margaret, birçokları için cazibesi, nüktedanlığı ve enerjisiyle taca daha çok yakışıyordu. 1965’te ABD’ye yaptığı ziyaret amacını aşmış, Prenses adeta bir Kraliçe gibi gezdiği üç haftalık turda Amerikalıları büyülemişti.
Bu dalga uzun sürmedi. Ada medyasında pahalı harcamaları yüzünden manşetten inmeyen Prenses, gerisin geri ablasının çizdiği Kraliyet sınırlarına döndü. Çünkü “Elizabetyan Çağ”ın ruhu bu değildi. Belki de bu yüzden Diana Spencer ve Meghan Markle’ı değil, Camilla-Parker-Bowles ve Kate Middleton gibi gelinleri daha çok sevdi.
Asalete şöhreti ve şovu karıştırmayı sevmese de, Kraliçe’nin 70 sene boyunca aldığı dünya sahnede hiç rol yapmadığını söylemek yanlış olur. 2012 Olimpiyatlarının açılışında Kraliçe’nin dublörünü Daniel Craig’le stadyuma indiren Danny Boyle, “Kraliçe’de bir performans sanatçısı içgüdüleri var. Ne de olsa her daim sahnede.“ diye anlatıyor.
Sahnede hareketsiz bir biçimde kaldıkça insanlar ve halklar için olumlu olumsuz “her şey” olmaya başladı.
II. Elizabeth için yazdığı “Zamanımızın Kraliçesi” isimli biyografisinde tarihçi Robert Hardman, “Papa kadar hatasız, İsviçre kadar tarafsız, ama aynı zamanda ilginç, pozitif ve her zaman sevecen bir insan olması gerekiyordu.” diyor.
II. Elizabeth’in en başarısız olduğu alan da herhalde “ilginç” olabilmekti. Tarihçi David Starkey, en büyük zayıflıklarından biri olarak “biraz sıkıcı olduğu farkındalığıyla düştüğü muğlaklığı”nı gösteriyor.
Ama bir diğer tarihçi Tom Holland’a göre bu özelliği onu kahraman statüsüne taşıdı. Çünkü bu “geri çekilmeye” bir toplumu ikna etmek olabilecek en zor işlerden biriydi. Hardman da onunla aynı fikirde:
“Onun görevi bir tebessüm, samimi bir el sıkışma ile gücünden yavaş yavaş feragat etmek, egemenlik devretmekti”
Saltanatının ilk yıllarında, hâlâ başbakanları seçmesi, Parlamento’yu ne zaman feshedeceğine karar vermesi, hatta Kraliyet Tiyatrosunda sahnelenen oyunların performansını incelemesi ve yatıyla dünyaya yelken açması bekleniyordu.
Ama Elizabeth 70 yıl boyunca, koca bir imparatorluğu zarif bir şekilde geri çekerken, aynı zamanda hükümdar aurasını ustaca korumayı başardı. Bu sayede Hardman’a göre 70’lerde askeri ve ekonomik anlamda hayli zayıflayan ülkenin imajını dünya genelindeki popülerliğiyle ayakta tutmayı başardı. Britanya’yı zayıf ve kendisini “anglofil değilim” diye tanımlayan Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing bile II. Elizabeth’i “mükemmel bir hükümdar” olarak överken, İngiltere ile tarihi anlaşmaları kıvançla imzaladı.
1975’te bağımsızlığını yeni kazanan Papua Yeni Gine de bu bir nevi politik bir maliyeti olmayan prestiji kullanmak adına Kraliçe Elizabeth’e sembolik devlet reisliği teklif etti.
Fidel Castro bile, İngiliz Uluslar Topluluğu’ndan (Commonwealth) çıkmayı düşünen bir Karayip ülkesi başbakanına[1], Kraliçe’nin günlük işlerine karışmadığı taktirde, bunun mantıksız bir adım olacağını söylemiş: “Büyük bir turizm adası olmak istiyorsun. Cazibe ve istikrarını göstermen için Elizabeth tam ihtiyacın olan şey.”
Kraliçe, kendisinin de bilinçli şekilde doldurmadığı bir boşluk bıraktı. Geride herhangi bir ilham verici konuşması, nüktedan bir sözü, ya da dünyayı ilgilendiren kritik bir müdahalesi neredeyse yok. Yüzlerce başbakan gördü, onlarca krizi ve bir düzine savaşı izledi. Sadece izledi. Ve bu zorlu görevi dün itibariyle tamamladı.
1971’de, İngiltere’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na girmeye çalıştığı günlerde Kraliçe’nin Fransa ziyaretini takip eden The Economist dergisi, Fransız Dışişleri Bakanına bunun ne anlama geldiğini sormuştu:
+ “Britanyalılar buna bu kadar kıymet biçmese de, Avrupa’da hala bir sembol olarak görülüyor. Ama Kraliçe sizin için tam olarak neyi simgeliyor sayın bakan?”
- “Demokrasi ve istikrarın çok zor bir karışımını…”
Peki bu karışım bir daha tutar mı?
Henüz 6 ay önce Eski Vanity Fair editörü Tina Brown, Kraliyet ailesinin skandallarını gündeme taşıdığı The Palace Papers (Saray Belgeleri) kitabında şöyle yazmıştı:
” Bir an için II. Elizabeth’i, yabancı devlet başkanları için düzenlenen yemeklerinin görkeminden, törenlerden ve hele Parlamento açılışlarında kırmızı kadife cübbesinin tek bir savruluşu en asi milletvekillerin bile dimdik oturmasını sağlayan Kraliçe’yi o resimden çıkardığınızı varsayalım. Bundan sonra nasıl İngiliz gibi davranılacağını artık kimden göreceğiz? Bunun net bir cevabı yok.”
“Herkesin fikirleri olduğu bir çağda o, fikirlerini kendine saklama disiplinini bir an olsun elden bırakmadı. Kraliçe’nin destansı itidali, bir ulusun metanetini simgelemeye başladı.”
[1] Hardman’ın kitabındaki anektodda, karayipler ülkesinin başbakanının ismi verilmiyor