Bugün, Hrant Dink’in öldürülmesinin 17. yıldönümü. Siz, hayattayken Hrant Dink’in yakın arkadaşlarından, dostlarından birisiydiniz. Geride kalan 17 yıla baktığımızda ne söylemek istersiniz?
17 yıl geçti Hrant’ın ölümünün üzerinden. 17 yıl bizim için, belki yaşımızdan, belki Hrant ile yakınlığımız itibariyle bir gün gibi geçti. Olayı ve olayın tazeliğini dün gibi yaşıyorum. Hüzün verici olan ve ama çok da şaşırtıcı olmayan şey dava dosyasının olduğu yerde duruyor olması ve bu cinayetin siyasi kullanımda, siyasi sirkülasyonda olması, bir grubun başka bir grubu itham etmek için kullandığı bir silah haline gelmesi. Bu cinayet zaten bir kirletmeydi ama bir de bunun üzerine böyle siyasi çekişmelerle kirletiliyor.
Şaşırtıcı değil dediğim gibi. Çünkü Hrant’ın öldürülmesi bir sistem cinayetidir. Devletin tüm unsurlarının işin içinde olduğu, kimilerinin karar aldığı, kimilerinin göz yumduğu, kimisinin tatmin olduğu kolektif bir cinayet görüntüsündedir. Cinayetin işlenmesi böyle olduğu gibi çözülmemesi de bununla ilgilidir. Bu, benzer pek çok cinayet için de geçerli elbette. Uğur Mumcu cinayeti öyle, Güneydoğu’da işlenen cinayetler öyle… Yani resmi eller işin içinde olduğu ve çözüm o ellerin üzerine gitmekte olduğu için olduğu yerde duruyor, çözülemiyor. Bu açıdan hüzün verici bir dosya.
Hrant Dink ölümünden sonra pek çok arkadaş edindi. Ölümünün hemen arkası büyük bir vicdan tepkisiydi, 200 bin kişi yürümüştü cenazesinde. Bu tepki, kalıcı ve önemli bir husustu. Anlık bir gösterge değil, bir değişimin işaretiydi.
Ona atfedilen pek çok anlam da var. Ermenistan’a doğru gittiğiniz zaman bir Ermeni olduğu için öldürüldüğü fikri ağır basar. Doğrudur; Hrant Dink 1915 gibi tabu bir konuyu Türkiye’nin gündemine getirdi ve tartışılmasına vesile oldu, bunu zorladı, zorlamaya devam etti ve bu istikamette ilerlerken iş bir tür yok etme noktasına kadar geldi. Burada tabii sadece bir Ermenilik meselesi yoktu. O dönemin, o zamanın ruhunu biraz bilmek lazım.
Diğer taraftan bugün pek çok kişi onun solcu olduğunu, sisteme karşı geldiği için devlet tarafından katledildiğini söylüyor. Bu kısmen gerçek. Hrant solcu kökenliydi ama bugün pek çok kişinin soldan anladığı bir tutumun çok dışında, siyasi liberal değerlerle barışık ve Türkiye’nin bu liberal değerlerle buluşmasını ve sorunların buradan hareketle çözülebileceğini söyleyen, bunun için mücadele eden bir insandı aynı zamanda.
Bugünkü gençler kendilerinden önceki dönemi, örneğin Hrant’ın siyaseten etkili olduğu 1990’ların sonlarından vefatına kadar olan süreyi bir sapma, bir yanılgı, bir hata dönemi olarak değerlendirirler. Kumpaslarla özdeş hale getirirler, gizli bunu açıklarlar. Kamusal entelektüellerin kullanışlı aptal olduklarını, suiistimal edildiklerini, işbirlikçilik yaptıklarını söylerler. Hrant’ı buradan ayırmak için onu solcu ilan ederler.
Ama hayat öyle değil. Hrant’ın pek çok arkadaşı ile birlikte öne çıktığı dönem Türkiye’nin AB ilkelerine göre hareket ettiği ama temel olarak demokratik ilkeler etrafında kendi sorunlarını çözmeye çalıştığı bir dönemdi.
Neydi bu sorunlar? Askeri vesayet meselesi, asker-sivil ilişkileri, yüzleşme sorunları, kültürel gruplar arasında temaslar ve köprüler kurulması…
Hrant Dink’in bütün temasları ve kişisel yolu elbette 1915 meselesini önde tutardı. Ama bir çerçeve olarak kültürel diyaloğun, bir hafıza temizliğinin, yeniden bir toplumsal sözleşme kurmanın arayışı olarak ifade edilebilirdi aynı zamanda. Dolayısıyla Hrant, o dönemin ruhunu yansıtan biriydi.
Hrant’ın Türkiye’ye en büyük miraslarından birisi, o dönemin demokratikleşme çabalarının topluma mal edilmesi, toplum tarafından sahiplenilmesine yönelik katkısıdır. 1915 tartışması başladığında buna karşı olanlar, tartışılmasını eleştirenler çoğunluktaydı ama bir de hafife alınmayacak bir çoğunluk bu sorgulamayı yapıyordu. En nihayetinde herkes masadaydı. Bu bir tartışma, sorgulama iklimiydi. Bu yapılırken azınlığın keşfi ve özellikle gayrimüslimlerin tarihimizdeki önemi açısından keşfi kuvvetli bir şekilde gündemimize girdi. Bu gündeme girerken sadece içerik değil, içeriğin üzerindeki metodoloji de gündemimize girdi. Bu metodolojiydi. Sadece tekil bir grupla değil, birden çok fazla grupla ilgili bir zihni değişim sürecinin tetiklenmesiydi ki o dönemde değişim toplumun kimi gruplarını etkiledi. Bu da demokratikleşmenin toplumsallaşması demekti. Bu, bir ölçüde, Hrant’ın katkılarıyla 1915 tartışmaları üzerinden yapabildi. Hrant’ı böyle anmakta fayda olduğunu düşünüyorum.
Hrant’ı sağa sola çekiştirmek ahlaki bir şey değil. Hrant Dink bir demokratikleşme arayışının, özgürlükçü bir arayışın önemli mimarlarındandı. O gün, zamanın o döneminde temsil ettiği ruh bir diyalog, mücadele ve işbirliği ruhuydu.