Konya’da gerçekleşen katliamın haberlerini ilk duyduğumda, yeterince korkunç olan bu katliamın bir de ırkçı saiklerle işlenmemiş olmasını diledim. Alınan ilk duyumların doğru olmasını, şiddeti hiçbir biçimde meşrulaştırmayacak olsa da “kişisel husumet” gibi gerekçelerin gerçeği yansıttığını duymayı yeğledim. Ama hem sosyal medyadaki görüntüler hem de yapılan açıklamalar bu katliamın ırkçı saiklerle işlenmiş olabileceğini ortaya koyuyordu. Ertesi gün Konya’ya gittiğimde taziye çadırında gördüğüm fotoğraf şuydu: Herkes birbirinin yüzüne acıyla bakıyor ve sanki kendini biraz suçlu hissediyordu.
Ailenin avukatı Abdurrahman Karabulut, “Bu saldırının geleceği belliydi, uyardık” diyordu. Gabriel Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanı ülkemizde bir kez daha yaşanmıştı. Herkes bilmiş, hissetmiş ve seyretmişti.
Taziye çadırında Fatihalar okunduktan sonra kalktığımda birkaç kişi ile konuşma fırsatı buldum. Biri, çadırdakilerin ‘imam’ diye hitap ettiği, duaları okutan bir akrabaydı. “Biz koruyamadık, bizim sorumluluğumuz büyük” diyordu. Ben, ‘neden kendinizi sorumlu görüyorsunuz’ diye sormaya hazırlanırken o devam etti:
“Zaten aileye çok zarar vermişlerdi, bir kadının kolunu bükmüşler, evde yaşayanları hastanelik etmişlerdi. 40-50 kişi zaten saldırıp yapacağını yapmıştı. Bu kadar büyük yaraya bir daha parmak sokmazlar demiştik. Kürtler bu çevrede binlerce hanede uzun yıllardan beri yaşıyor ama bu aile burada yalnızdı. Yıllardan beri oturuyorlardı, daha önce sizi taşıyalım demiştik ama ‘zaten yaşlıyım bana bir şey yapmazlar, bu yaştan sonra nereye gideceğim’ demişti. Biz de yapılan saldırıdan sonra topluca gidip sahip çıkmadık, tek tek geçmiş olsun demeye gittik. Yalnız sandılar, yalnız gördüler, bunu yaptılar, o yüzden bizim sorumluluğumuz çok büyük.”
Bir başkası, “’Burada Kürtleri barındırmayacağız’ dediler ve bu yaşandı” diye söze karıştı.
Yine cenazede olan bir arkadaşım şunu anlatmıştı: Biri aile yakını bir kadına “Neden işlendi bu katliam?” diye sormuş. Cevap, ‘ji berk u ez kurd im’ “Kürt olduğumuz için…” olmuş.
Irkçı saldırılar, bazen küçük sorunlardan kendisine kılıf bulmaz mı? Irkçı kin, öfke, tahammülsüzlük en küçük sorunları bile büyük yapmaz mı? ‘Kaşının üstünde gözün var’ diyerek bir kavga başlatmaz mı?
Olay sonrasında kaçan ve halen yakalanamayan katilin 12 Mayıs’ta Dedeoğulları ailesine yönelik saldırıda tutuklanan komşularının kayınbiraderi olduğu öğrenildi. Önceki gün katilin aileyi nasıl katlettiğine dair kan donduran görüntüler yayınlandı. Katilin sakin ve organize bir şekilde hareket etmesi, cinayetleri bir anlık öfkeyle değil planlayarak işlediğini de göstermiyor mu?
Öte yandan iktidarın karşısındaki herkesin terörist ilan edildiği, muhaliflere karşı yapılan saldırıların cezasızlıkla sonuçlandığı ve hatta muhalefet liderlerine ve vekillere yapılan saldırılar sonrası saldırganların değil, saldırıya uğrayanların suçlu gösterildiği bir siyasi ortam başka ne üretebilir ki?
Ailenin avukatı Abdurrahman Karabulut, aileye daha önce yapılan saldırıya atıfta bulunarak, “Uyarılar dikkate alınmadı. Cezasızlık politikası, gözaltına alınanların serbest bırakılması bu vahşetin ortaya çıkmasına neden oldu” demişti.
Katliamı gerçekleştirenlerin bundan da cesaret bulduğu muhakkak. Hele ki yakın bir tarihte, 12 Temmuz’da yine Konya’da Diyarbakırlı bir aileye karşı düzenlenen saldırıda bir kişi ölmüşken ve ondan sonra dahi caydırıcı önlemlere baş vurulmamışken…
HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar ve beraberindeki heyetin taziye çadırından ayrıldıkları bilgisini alan AKP heyeti de kısa bir süre sonra büyük bir konvoyla taziye çadırına geldi. Katledilen ailenin HDP ve AKP’ye üye karma bir aile olduğu bilgisini daha önce edinmiştim. Taziye çadırına giden AKP’li bakan ve yöneticilerin katliamın ırkçı bir saldırı değil, kişisel husumete dayalı bir kavga olduğunu söylemelerine rağmen aileler durumun onların dediği gibi olmadığını düşünüyorlardı. Yaşadıklarından öğrendiklerinin birkaç cümleyle değişmesi mümkün değildi. AKP’illerin çabası nafileydi; Oradakiler, yaşadıkları şeyin iktidar partisinin uzun zamandan beri yürüttüğü, MHP ile ittifakın daha da koyulaştırdığı ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı siyasetin ve dilin bir sonucu olduğunu biliyorlardı artık.