Ana SayfaHaberlerEkonomiRÖPORTAJ | İbrahim Çanakçı: “Kemer sıkma yanlış yerden başladı. Akaryakıt...

RÖPORTAJ | İbrahim Çanakçı: “Kemer sıkma yanlış yerden başladı. Akaryakıt ÖTV artışından 112 milyar gelecek, KKM’ye 500 milyar ödenecek”

DEVA Partisi Ekonomi Politikaları Başkanı ve eski Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı: “Kemer sıkma stratejisi vergi artışı ve zamlardan değil harcamalardan başlamalıydı. Akaryakıt ÖTV'sindeki artışla ilgili ek bütçeye konulan tutar 112 milyar lira. Milyonlarca insanın sırtına yükler yükleyerek 112 milyar liralık bir gelir tahsilatı hedefliyorsunuz ama sizin bu yanlış politikalarınız yüzünden ortaya çıkan tablo nedeniyle KKM’ye ödenecek tutar 500 milyar civarı. Milyonları ezerek elde edilecek vergi tutarının dört beş katını nispeten varlıklı kesimlere transfer ediyorsunuz.” “Merkez Bankası’nın attığı adımlardan, Sayın Cumhurbaşkanı'nın özellikle Hazine ve Maliye Bakanı'yla Merkez Bankası Başkanı'na istedikleri alanı tam olarak açmadığını anlıyoruz.”

Hükümetin seçim sonrasındaki kemer sıkma politikasını ve Merkez Bankası’nın faiz kararını 2003-2014 yılları arasında Hazine Müsteşarlığı yapan, DEVA Partisi Ekonomi ve Finans Politikaları Başkanı İbrahim Çanakçı ile konuştuk.

Merkez Bankası Para Politikası Kurulu politika faizini yüzde 15’den yüzde 17,5’e yükseltti. Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Merkez Bankası’nın attığı adımlardan, Sayın Cumhurbaşkanı’nın özellikle Hazine ve Maliye Bakanı’yla Merkez Bankası Başkanı’na istedikleri alanı tam olarak açmadığını anlıyoruz. Merkez Bankası; çok mütereddit, piyasalarda güveni tesis edecek, enflasyon beklentilerini kontrol altına alacak, enflasyon bekleyişlerini iyileştirecek bir adım atamıyor.

Sayın Cumhurbaşkanı’nın halen bu kararlar üzerinde ilgili kurumlara tam bir bağımsızlık ve esneklik sağlamadığını görüyoruz. Nitekim tarihin en yüksek faiz artırımlarından birisini yapmalarına rağmen güven tesis edemediler.

Çünkü, her zaman söylüyorum, mesele Merkez Bankası’nın faizleri şu oranda, bu oranda artırıp arttırmaması değil. Mesele Türkiye’nin Merkez Bankası’nın faiz oranlarını gerektiği zaman gerektiği ölçüde arttırıp düşürecek esneklik ve bağımsızlığa sahip olup olmamasıdır. Bu esneklik ve bağımsızlığa sahip olmadığı anlaşıldığı için piyasalarda para politikası herhangi bir güven tesis etmiş değildir.

Seçimlerden sonra ardı ardına gelen zamlarla hükümet bir kemer sıkma politikasına yöneldi. Muhalefetin iktidara gelmesi halinde uygulayacağı da bir kemer sıkma politikası olacaktı. Hükümetin uygulaması mecburi bir yol mu yoksa daha farklı bir politika da izlenebilir miydi?

Seçimlerden sonra hükümetin böyle bütüncül bir programı olmadığını gördük. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı köklü sorunlarla ilgili özellikle dört tane temel politika alanı var; para politikası, maliye politikası, finansal düzenlemeler ve yapısal adımlar.

İktidarın bu dört alanda da bir hazırlığının olmadığını da gördük; bu alanlarda çok ciddi radikal geriye dönüşler, u dönüşleri gördük. Bunlar beraberinde çok ciddi bir güven sorunu ve öngörülebilirlik sorununu da getirdi. Yani güveni tesis etmesi gereken adımların atılması yerine tam tersine belirsizlikler artmış oldu. Burası birinci nokta.

İkinci bir nokta az önce konuştuğumuz Merkez Bankası’nın bağımsızlığıyla ilgili konular.

Bir diğer boyutu, bu iktidar finansal düzenlemeleri; yani bankacılıkla ilgili düzenlemeleri, sermaye hareketleriyle ilgili düzenlemeleri para politikasının yerine adeta ikame edici bir unsur olarak kullandı. Bunların içerisinde de tabii çok ciddi sıkıntılı konular var. Yani ihracatçıların döviz devirlerinden tutun, kur korumalı mevduat, piyasalara sözlü müdahaleler, kredi kısıtlamaları gibi hususlar… Bunlarla ilgili bir normalleşme takvimi, bir normalleşme planı da açıklanmadı.

Tam tersine Türkiye’yi enflasyon batağına saplamış, Merkez Bankası’nın da kurumsal çöküşünde çok önemli bir zafiyet göstermiş Merkez Bankası eski başkanı BDDK’ya atandı. Bu atamayla finansal düzenlemeler konusunda normalleşmenin de olmayacağı veya beklendiği kadar güçlü ve hızlı olmayacağı mesajını vermiş oldu. Dolayısıyla bu finansal düzenlemeler konusunda da bir plan ve takvim görmüyoruz. Bu da güvenin ciddi biçimde sarsılmasına yol açtı.

Maliye politikası tarafına geldiğimizde de tamamen vergilere, zamlara dayanmış bir yaklaşım görüyoruz. Kamuda harcamaların azaltılması ile ilgili hiçbir adım yok.

Hükümet sadece 2021 yılında yayınlanmış olan tasarruf genelgesini hatırlatıyor. Orada yer alan hususların çoğu soyut hususlar. Vergilerle milletin sırtına yüklenen yük somut ama tedbirlerle beklenen tasarruf tümüyle soyut. Ne kadar tasarruf elde edileceği, bunun bütçeye ne kadar katkı sağlayacağı konusunda hiçbir tahmin, öngörü söz konusu değil ve bunların uygulanmasını sağlayacak yaptırımlar da söz konusu değil.

Yani hükümet kamudaki israf, lüks ve şatafatla mücadele konusunda herhangi bir adım atmış değil. Mesela kamuda birden fazla yerden maaş almalarla ilgili bir adım atmış değil. Kamudaki uçak ve araç saltanatının sonlandırılmasıyla ilgili bir adım atmış değil.

Böyle adımlar atmadığınız zaman bunun halk nezdinde tabii ki kabul edilebilmesini sağlamak da mümkün değil. Mesela Kamu Özel İşbirliği projeleriyle ilgili, oradaki kara deliklerle ilgili hiçbir adım atılmış değil. Yolsuzluğun ve israfın kaynağı olan kamu ihale mevzuatının düzeltilmesiyle ilgili hiçbir adım atılmış değil. Kamuda projelerin önceliklendirilmesiyle ilgili herhangi bir adım atılmış değil. Yani harcamalar noktasında da hiçbir adım görmüyoruz.

“Strateji harcamalardan başlamalıydı”

Strateji, vergi ve zamlar yerine harcamalardan başlamalıydı. Tabii ki ben şunu kabul ediyorum; Türkiye’de harcama bütçesinin esnekliği çok yüksek değil.

Ama biraz önce saymış olduğum kalemlerde iktidar gerçekten samimi adımlar atsaydı bu halk nezdinde de güven tesisi açısından, milletin sırtına yüklenen yükler açısından algıyı değiştirecekti. Birincisi eksiklik harcamalar noktasında herhangi bir adım atılmamış olmasıdır.

İkincisi, maliye politikasıyla ilgili altı çizilmesi gereken bir konu. Bu uygulamaya konulan vergi adımlarının; anayasanın ruhuna ve lafzına aykırı olması, dar ve sabit gelirlileri ezmesi, gelir dağılımını daha da bozması ve enflasyonu da daha da arttırması. Ek motorlu taşıtlar vergisi, KDV artışları, akaryakıttaki ÖTV artışı, Bankacılık Sigorta Muameleleri Vergisi’ndeki artış. Bunların hepsi dar ve sabit gelirleri ezen ve gelir dağılımını bozan, dolaylı vergilerin payını arttıran uygulamalar.

Biz DEVA Partisi olarak akaryakıt çerçevesiyle ilgili kararnamenin iptali için Danıştay’a başvuruda bulunduk. Bu Anayasa’ya aykırı, vergideki ölçülülük ilkesine, adalet ilkesine aykırı bir uygulama.

“Akaryakıt ÖTV’sindeki artışla 112 milyar TL gelir hedefleniyor, KKM’ye ödenecek 500 milyar TL”

Basit bir örnek vereyim. Akaryakıt ÖTV’sindeki artışla ilgili ek bütçeye konulan tutar 112 milyar lira. Milyonlarca insanın sırtına yükler yükleyerek, iğneden ipliğe her şeyi pahalılaştırarak 112 milyar liralık bir gelir tahsilatı hedefliyorsunuz ama sizin bu yanlış politikalarınız yüzünden özellikle seçimden sonra döviz kurlarında ortaya çıkan tablo nedeniyle kur korumalı mevduata ödenecek tutar 500 milyar civarı. Milyonları ezerek elde edilecek vergi tutarının dört beş katını nispeten varlıklı kesimlere transfer ediyorsunuz. Bu tamamen adaletsiz ve dengesiz bir uygulamadır.

Hükümet maaş ve ücretleri arttırdığını, dolayısıyla çalışanları koruduğunu iddia ediyor ama o maaş ve ücretlere yapılan düzenlemelerde de çok ciddi sıkıntılar var.

Mesela en düşük memur maaşını alalım. 22 bin lira vaadinde bulunulmuştu. Ama o vaadin yapıldığı tarihten sonra kurlarda ve enflasyonda ortaya çıkan gelişmelere baktığımızda bunun eriyip gittiğini görüyoruz. O günkü kurla bugünkü kur arasındaki farkı yansıttığımızda üç yüz dolardan fazla bir erime söz konusu en düşük memur maaşında.

Temmuz ayında enflasyonun çift haneye çıktığını göreceğiz. Yılın geriye kalan kısmında enflasyonun ciddi biçimde yükseldiğini göreceğiz. Kaşıkla verip kepçeyle almak deniyordu buna şimdi çay kaşığıyla verip kepçeyle almaya dönüştü. Ücretlerde ve maaşlarda yapılan düzenlemeler yetersiz kalmıştır.

Son olarak değineceğim husus da hükümetin şeffaflık, öngörülebilirlik vaatlerinin sözde kaldığıdır. Bunlar vaat edilmiştir ama uygulamalar tam tersi yönde ilerliyor. Mesela arka kapı döviz satışlarının açıklanmasında herhangi bir adım atılmadı hatta bu uygulamalara bir süre devam edildi. Şu anda da bu uygulamanın devam edip etmediğini veya etmeyeceğini bilmiyoruz. Mesela iktidar eğer bu şeffaflık iddiasında samimiyse arka kapı döviz satışlarına izin veren protokolü derhal iptal etsin. Niçin iptal etmiyor? Hazine ile Merkez Bankası arasında. Yani bunlar yapılmadıkça bu şeffaflık, öngörülebilirlik vaatleri sözde kalır. Yani bir güvenin tesis edilmesine hiçbir katkı sağlamaz.

“KKM’nin Hazine’nin ödediği tutar da Merkez Bankası’na devredildi”

Yine bu şeffaflık noktasında çok büyük bir geri adım kur korumalı mevduatta yaşandı. KKM’nin bir kısmını Hazine, bir kısmını Merkez Bankası ödüyor. Biz Hazine’nin ödediği tutarları bütçe üzerinden takip edebiliyoruz. Ama Merkez Bankası’nın ödediği tutarları hiçbir şekilde takip etme imkanımız yok. Meclis bunu talep etmesine rağmen Meclis’le de bu bilgiler paylaşılmadı. Hükümet, Hazine’nin ödediği tutarı da Merkez Bankası’na transfer etti.

Bu iki noktada çok ciddi bir yanlıştır. Merkez Bankası’nın bu ödemeleri yapması, para basması demektir ve bunun da enflasyonu tırmandıracağı açıktır. Böyle bir uygulama mevcut dengesizlikleri ve adaletsizlikleri çok daha arttıracaktır.

Diğer boyutu, Hazine’nin açıklanan ödemeleri Merkez Bankası’nın açıklanmayan ödemelerine dönüştürülüyor. Hani şeffaflık vaadi? Nerede öngörülebilirlik?

Yine meclise sevk edilen torba kanunda bütçe açığıyla ilgili tablo net değil. Hükümet bütçe açığının bir yandan çok fazla değişmeyeceği izlenimini vermeye çalışırken diğer yandan borçlanma limitini bütçede öngörülenin, kanunlarda, mevzuatta öngörülenin üç katına çıkarıyor. Peki niçin çıkarıyorsunuz? Niçin üç kat? Hangi kalemlerden kaynaklanıyor? Yıl sonunda bütçe açığı ne olacak? Bunun tekabül ettiği bütçe açığı nedir? Bu açığın sebepleri nedir? Bu açığı gidermek için başka adımlar atılacak mıdır? Bunlarla ilgili de hiçbir ne meclise yapılan sonuçlarda ne kanun tekliflerinin gerekçelerinde bilgi yer almıyor. Yani bu da hani öngörülebilirlik ve şeffaflık vaadiyle ciddi çelişen bir husus.

Yine öte yandan son çıkan ek bütçe koruma kanununda cumhurbaşkanına personel giderleriyle, sosyal güvenlik transferleriyle ilgili otomatik ödenek ekleme yetkisi veriyorsunuz. Bu da anayasaya aykırı bir uygulama. Meclisin bütçe hakkının gasp edilmesi anlamına gelir.

Bunları rasyonalite, şeffaflık ve öngörülebilirlik vaatleriyle ciddi biçimde çeliştiği için altını çiziyorum.

“Muhalefet IMF’ye gidecek dediler Körfez’de para arayışına çıktılar”

Şimdi hükümet güveni sağlamak için Körfez bölgesinde para arayışına çıktı. Hatırlarsanız seçimlerden önce iki şey söylüyorlardı. Bir, muhalefet gelirse faizleri artıracak; iki, muhalefet gelirse IMF’ye gidecek. Böyle kara propaganda yürüttüler.

Şimdi ben bu propagandayı yürütenlere soruyorum. Siz ne yaptınız? İlk iş Merkez Bankası faizleri yakın tarihin en yüksek seviyesine yükseltildi, hemen ardından kapı kapı döviz arayışına girdiniz. Bu muydu sizin topluma vaadiniz?

Bu arayışların derde deva olması mümkün değil. Geçmişte de gördük bunları. Hem Katar’la hem Suudi Arabistan’la çeşitli yatırım anlaşmaları imzalandı, yatırım taahhütleri verildi. Peki ne oldu bunlar? Çıksın hükümet desin ki bu geçmişteki anlaşmalardan şu kadar giriş sağlandı. Tam tersine bu ülkeler hisse senetleri piyasasından ve diğer yatırımlarından çıkış yapıyorlar. Yani girişten ziyade çıkış söz konusu.

Çıkıp bunları şeffaf bir şekilde açıklayın. Geçmişte şu anlaşmaları yaptık. Şu kadar tutar girdi, şu kadar tutar çıktı. Net bu ülkelerin Türkiye’deki yatırım pozisyonu şu şekilde gelişti diye bu bilgileri paylaşın. Bir bilelim. Madem şeffaflık madem öngörülebilirlik diyoruz. Birinci nokta bu.

“Dış borçlanmanın en kötüsü hükümetler arası borçlanmadır, ‘borç alan emir alır’”

İkincisi ise tabii ki önce güven oluşturursunuz sonra kaynak bulursunuz. Yani sağdan soldan taşıma suyla döviz bularak güven oluşturamazsınız. İçeride politikalarınızla güven oluşturursunuz; o kaynak zaten kendiliğinden gelir. Dünyanın her tarafından gelir. Doğrudan yatırım olarak da gelir, uzun vadeli portföy yatırım olarak da gelir. Türkiye geçmişte bunları başardı. Dolayısıyla burada da yine bir ciddi yaklaşım yanlışı söz konusu. Yani güveni parayla satın almak, oluşturmak gibi bir çaba var.

Bir üçüncü nokta bu anlaşmalar konusunda. Uluslararası kuruluşlarla yapılan anlaşmalar şeffaf bir şekilde yürüyor. Dış borçlanmanın en kötüsü hükümetler arası borçlanmadır. Hani bizim geleneksel bir sözümüz var “Borç alan emir alır” diye. Rahmetli Süleyman Demirel’in sıkça dile getirdiği bir sözdür bu.

Biz DEVA Partisi olarak hükümete de soruyoruz. Bu anlaşmaların mahiyeti nedir? Bu anlaşmaların içeriği nedir? Bu anlaşmanın anlaşmaların koşulları nedir? Bunları kamuoyuyla, Meclis’le paylaşacak mısınız?

Bu son iki aylık süre içerisinde atılan adımlar bir program anlayışıyla atılmamıştır. Bunlar adeta yamalı bohça görüntüsü vermektedir. Bir tarafı işte yamamaya çalışırken diğer tarafın yaması patlamaktadır. Hem kurlarda hem enflasyonda hem diğer parametrelerdeki güvenin bu adımlarla tesis edilemeyeceği görülmüştür.

Vergi ve zamlar vatandaşı çok ciddi şekilde etkilemektedir. Enflasyon konusunda hükümet ipin ucunu kaçırmıştır. Yılınbaşı’nda yüzde 25 enflasyon hedefliyordu. Merkez Bankası nisan ayında bunu biraz daha aşağıya çekip, yüzde 22,8 olarak öngörmüştü.

Sayın Cumhurbaşkanı halen tek haneli enflasyon ifadesini kullanıyor. Ama bu kurlardaki gelişmeler, vergi artışları ve diğer zamlar dikkate alındığında yıl sonunda enflasyonun hedeflenenin üç katına yakın bir seviyede olacağı öngörülüyor; o da TÜİK rakamlarına göre.

Hükümet, enflasyon beklentilerini kontrol edecek adımları atmak yerine çok daha kötüleştiren adımlar atmıştır. Kur, enflasyon, vergi zamları şeklinde bir sarmal ortaya çıkmıştır. Bu sarmalda da maalesef en büyük sıkıntıyı çeken dar gelirliler. Sabit gelirlerdir ve orta direktir.

- Advertisment -