spot_img
Ana SayfaANALİZLERSolun Kültür Serüveni - 10 | Halil Berktay: Marksizm ve Devrim

Solun Kültür Serüveni – 10 | Halil Berktay: Marksizm ve Devrim

Lenin Ne Yapmalı’da açıkça söyler bunu: “İşçi sınıfı, günlük ekonomik mücadeleleri içinde, kendiliğinden siyasi bilince ulaşamaz; siyasî bilinç dışarıdan verilir.” Tuhaf bir şey değil mi, “kendisinin” olduğu söylenen bilince, kendi kendine ulaşamaması? Fakat doğru, çünkü işçi sınıfının olan “devrimci bilinç” diye bir şey yok aslında. Dolayısıyla Lenin’in iddiası bir itiraf niteliği taşıyor. Peki, nasıl oldu bu? Fransız Devriminin yükselişi ve sonra geri çekilmesi, bir devrimseverlik kültürü doğurdu. Kamusal alanda, bir önceki devrimi kaçırdığına hayıflanan, bir sonraki devrimi ise özleyen, bekleyen, uman politize bir aydın kesimi oluştu. Marx ve Engels de böyle iki genç aydındı.

Marksizme geliyoruz, devam ediyoruz; uzun ve karmaşık bir bahis; çok boyutlu; en az şu dört bölümde ele alacağım: 10 Marksizm ve Devrim; 11 Bilimcilik ve Marksizm; 12 Marksizmin Benzersizliği; 13 Zaafları İçinde Marksizm. Amacım Marksizmi tarihselleştirmek, gizemsizleştirmek, kendi “büyük anlatı”sının efsaneleştirdiği halden çıkarıp, sadece içeriden değil, hem dışarıdan hem içeriden bakarak anlaşılır ve eleştirilebilir kılmak. Marksizmin Marksist olmayan bir tarihini arıyorum.

Bunun da ilk adımında, Marksizmin (veya Marksist sosyalizmin) işçi sınıfıyla ilişkisini doğru kurmak yatıyor. “Marksizm işçi sınıfının ideolojisidir.” Hayır, değil. Büyük bir yanılsama, bir illüzyon bu. Bir yakıştırma. Marksizm işçi sınıfından çıkmadı. Marksizmi işçiler düşünmedi, kurmadı, yaratmadı. Marksizmin işçi sınıfıyla, sanıldığı gibi organik bir ilişkisi olmadı. Bütün modern ideolojiler gibi, aydınlar tarafından üretildi ve bir aydın ideolojisi olarak sahneye çıktı. Sonra (yani mantıken, sonraki bir düşünce adımında) işçi sınıfına izafe edildi. Gerçi olayın adı hiç böyle konmadı. Yani Marx ve Engels hiçbir zaman, ‘biz bir teori yarattık ve gerçekleşmesini işçi sınıfına bağladık, onun için işçi sınıfına atfettik, bu sensin, senindir’ kabilinden bir şey söylemedi. Ama işin özü buydu. Zaten bütün teorik kurgular aydın elitler tarafından üretilir; başka nasıl olabilir ki? Nitekim Lenin Ne Yapmalı’da açıkça söyler bunu: “İşçi sınıfı, günlük ekonomik mücadeleleri [grevler vb] içinde, kendiliğinden siyasi bilince [sosyalist devrim bilincine] ulaşamaz; [devrimci] siyasî bilinç dışarıdan verilir.” Tuhaf bir şey değil mi, “kendisinin” olduğu söylenen bilince, kendi kendine ulaşamaması? Fakat doğru, çünkü işçi sınıfının olan “devrimci bilinç” diye bir şey yok aslında. Dolayısıyla Lenin’in iddiası bir itiraf niteliği taşıyor.

Peki, nasıl oldu bu? Geçen sefer, yani 9. Bölümde de söyledim; Fransız Devriminin yükselişi ve sonra geri çekilmesi, bir devrimseverlik kültürü doğurdu. Tabii karşısında bir devrimsevmezlik kültürü de doğurdu, ama Solun Kültür Serüveni açısından, onunla ilgilenmiyorum o kadar. Kamusal alanda, bir önceki devrimi kaçırdığına hayıflanan, bir sonraki devrimi ise özleyen, bekleyen, uman politize bir aydın kesimi oluştu. Marx ve Engels de böyle iki genç aydındı. Devrim fikrine felsefeden, Hegel’in diyalektik yöntemini benimseyen Sol Hegelcilikten gelmişlerdi. Ekonomiyi ve Sanayi Devriminin yarattığı yeni işçi sınıfını zamanla keşfettiler. Önce Engels gördü, tanıdı, gözlemledi ve sonra Marx’a anlattı. Marx bu andan itibaren ekonomiye yöneldi ve kapitalizmi incelemeye koyuldu. Bu alandaki başarısını küçümsemeyelim; büyük bir makro-iktisatçı oldu. Nitekim günümüzün Keynes dahil ve Keynes’ten bu yana hemen bütün ekonomik bunalım (resesyon, depresyon) teorileri, Marx’ın (işçi sınıfının ürettiği toplam değeri satın alamamasından kaynaklanan) “kronik talep yetersizliği” diye özetlenebilecek tesbitine, farkında olsunlar olmasınlar, çok şey borçlu.

Geçelim; tabii iktisat öğrenmekle birlikte işçi sınıfını da tanıdılar ve bundan (veya her ikisinden) çok önemli bir sonuç çıkardılar. Aradıkları devrim aktörü veya failini bulduklarına hükmettiler. Hem yoksul hem çok kalabalık bu yeni işçi sınıfının zuhuru karşısında, toplumun diğer kesimleri (ve düşünürleri) başlıca üç tutuma yönelmişti. Bir, kanun ve nizam. Güçlü bir içişleri bakanlığı (bkz Karl Polanyi). Şehirlerde yepyeni bir polis teşkilâtı. İki, hayırseverlik. Hem bireysel, hem (giderek) kurumsal. Üç, demokratik reform çabaları. Çünkü herkes Marksizmin öngördüğü kadar “sınıfsal” değildi, insanî duygularında. Liberaller, aydınlar, orta sınıflar içinde, işçi sınıfının fecî yaşama ve çalışma koşulları hakkında mutlaka siyasî yoldan birşeyler yapılması gerektiğine inananlar da vardı. Bu yüzden, örneğin İngiliz parlamentosunda 1830’lardan itibaren çeşitli soruşturma komisyonları kurulmaya başladı, kâh dokuma sanayii, kâh kömür madenleri vb hakkında. İşgününün kısaltılması, ücretlerin arttırılması, çocuk işçi çalıştırılmaması, kadınlara doğum izni tanınması, uç noktada (klasik liberallerin serbest piyasaya müdahale diye çok karşı olduğu) sendikal örgütlenme hakkının kabul edilmesi gibi noktalarda tedricî reformlar, Liberaller ile Muhafazakârlar arasındaki rekabetten (yani, işçilerin oyunu alabilmek için karşılıklı vaat ve tâviz yarışlarına girmelerinden) de yararlanarak, süreklilik kazandı ve Birinci Dünya Savaşı sonrasının Refah Devleti başlangıçlarına kadar uzandı.

Marx ve Engels bir dördüncü gündem eklediler, bu yelpazeye. İşçi sınıfının şahsında sadece yoksulluğu ve sefaleti değil, aynı zamanda potansiyel gücü gördüler. Fabrikalarda, doklarda, madenlerde, demiryollarında birlikte, büyük gruplar halinde çalışan; keza, hızla büyüyen kentlerin işçi mahallelerinde birlikte yaşayan, koşulları görece homojen ve nisbeten kolay ulaşılıp örgütlenebilir bu kitleyle devrim yapılabilir dediler. Kabaca şöyle düşündüler: Onbinlerce, yüzbinlerce işçinin ortak talepleri etrafında bir program geliştiririz. Bu program temelinde bir parti kurarız. Bu partiyle, işçi sınıfının bütün somut hak mücadelelerinin içinde yer alırız. Yıllar boyu sabırla, metanetle onların güvenini kazanırız. İşçi sınıfı içinde kök salar, büyük ve büyüyen bir taban ediniriz. Kurtuluşun ancak sosyalizmle mümkün olacağı fikrini yerleştiririz. Büyük bir ekonomik ve siyasî kriz patlak verdiğinde (ki, kapitalizmin içsel çelişkileri yüzünden mutlaka patlak verecektir), kazandığımız yoksul, emekçi halk desteğini mobilize eder ve işçi sınıfıyla devrim yaparız.

Böyle oluştu, Marksizmin (veya, daha doğru bir deyimle Marksist sosyalizmin) tek en temel fikri, belkemiği, zamanla dalbudak salacak bütüncül teorisinin vazgeçilmez ekseni, omurgası. Bir, burada bir araçsallaştırma söz konusuydu. Tabii Marksizme özgü değildi ve değildir; modern çağda bütün ideo-politik akımlar, hareketler böyle; kamusal alanın alabildiğine açılmasının ve kitlelerin siyaset sahnesine çıkmasının kaçınılmaz sonucu. Kimisi normal siyaset çerçevesinde, seçimlerde oyunu istiyor; o destek sayesinde kendi programını gerçekleştirmeyi umuyor. Kimisi anormal siyaset çerçevesinde, kitle desteğiyle devrim yapmayı tasarlıyor. Marksizmde ilginç olan şu ki, bütün bu projeyi işçi sınıfına malediyor.

İki. Asıl muhatap kimdi? Doğrudan işçiler miydi? Hayır. Eğitimcilerin eğitilmesiydi. Kurucuların ikna edilmesiydi. Zamanın farklı reform, ilerlemecilik, devrim ve/ya sosyalizm varyantları içinde yer alan bütün radikallerin, biricik “doğru devrim, doğru sosyalizm” projesine kazanılmasıydı. Marksizmin olanca teorik kurgusu, felsefe – tarih – ekonomi – siyaset bütünlemesi, bunu amaçlıyordu. “Bilimsel” sosyalizm iddiası, işte bu noktada sahneye çıktı.

- Advertisment -