Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIUnutamadığım o enstantane

Unutamadığım o enstantane

Bütün dünya, yaklaşık on gündür New York’taki Columbia Üniversitesinde başlayıp ABD’nin dört bir tarafındaki yüze yakın dünyaca itibarlı üniversiteye yayılan öğrenci eylemlerini konuşuyor. Birçok bakımdan öğretici dersler barındıran bu eylemlerden bir enstantane var ki, günlerdir aklımdan gitmiyor. Hayatın bana yıllar önce öğrettiği iki gerçekle birebir uyumlu bir enstantane bu... Üniversite bahçesinde İsrail’in Filistinlilere karşı özellikle Gazze’de gerçekleştirdiği kıyımı ve savaş suçlarını protesto eden gençlere müdahale eden Amerikan güvenlik güçleri içerisinden bir siyahi polisin protestocu bir öğrenciye uyguladığı şiddetin görüntüsü...

Hayat tecrübem gücün, iktidarın istismara ve kötüye kullanıma son derece açık olduğunu binlerce kez görmeyi mümkün kılan sahneler barındırıyor ve bu meyanda, kendisini bir otoritenin emrine tâbi kılıp o otoritenin emriyle şiddet uygulamaya hazır hiçbir topluluğa, meslek grubuna ve kişiye güvenmeme gibi bir tutumu benimsemiş olarak yaşıyorum. Sözünü ettiğim görüntü ise, bu tutumu doğrulamanın ötesinde, bir öğretici ders daha barındırıyor: mağduriyet yaşayan bir kesimden gelmenin insanı otomatik biçimde gadredenin karşısında kılmadığının, bir kötü muamele görmenin bizi kaçınılmaz surette iyilikten taraf yapmadığının, empati ve duyarlılık için daha fazlasının gerektiği dersini…

Aslında bu ders 7 Ekim’den bu yana defalarca verildi.

En başta, son öğrenci eylemlerini tetikleyen kampüs bahçesine polis çağırıp öğrenci çadırlarını dağıtma kararını veren Columbia Üniversitesi rektörünün durumu, bu dersi içeriyor.

Baksanız, rektör Nimet Minuşe Şefik, Filistin’de İsrail’in uyguladığı zalimliğe ve insan kıyımına tavır koymak için olası bütün imkânlara sahip gözüküyor. Kendisi, İskenderiye doğumlu bir Mısırlı Arap. Bu sebeple, Mısır’ın yanıbaşındaki Gazze’deki insanların maruz kaldığı zalimliğe başka milliyetlerden olan insanlardan da fazla tepki göstereceği, Filistinlilere karşı daha fazla empati yapabileceği zannını ve ümidini uyandırıyor. Üstelik, merhamet ve şefkat gibi ince hislere duyarlılığı erkeklere kıyasla daha yüksek bir cinsiyetten olması hasebiyle de bu konuda daha gayretli olacağı ve Filistinlilere destek için eylem yapan öğrencilerle daha da fazla empati kuracağı zannı insanda uyanıyor. Gelin görün ki, Mısır’la birlikte İngiliz (Birleşik Krallık) ve Amerikan vatandaşlığı da bulunan, bir önceki görevi Londra Ekonomi Okulu’nun rektörlüğü olan bir barones olarak Prof. Şefik, öğrencilerin Filistin’e destek eylemlerine en sert tepkiyi gösteren ve Vietnam savaşı protestolarının ardından onlarca yıl polisin girmediği bir üniversiteye polis sokarak hem şiddete kapı aralayan, hem de üniversitelerin özgür düşüncenin merkezi olma özelliğine kara leke çalan bir isim olarak çıktı karşımıza…

Sonrasında ise, belki onlarca yıl hafızalardan silinmeyecek bu merhametsiz ve aynı zamanda basiretsiz tutumun bir kıvılcıma dönüşerek yayıldığını gördük. Bir hafta içinde, en önde gelenleri dahil yüze yakın Amerikan üniversitesinde Filistin’e destek eylemleri ivme kazandı. Peşi sıra, polis şiddeti dalgası da oralara ulaştı. Columbia Üniversitesinde uygulanan şiddetin Filistin’e destek eylemleri yapılan diğer üniversitelere de yayılması, bir açıdan, dünyanın neredeyse son yüzyılını belirleyen liberal demokrasi söylemlerinin tabutuna çakılan bir çivi niteliği de taşıyordu. İnsan hakları, akademik özgürlükler, çoğulculuk; gerek ABD’de, gerek genel olarak Batıda bütün bu söylemlerin bir sınırı olduğunu herkes gördü. Bir densiz meselâ Kur’ân yakıp Müslümanların inancına ve kutsalına saldırmaya yeltendiğinde karşımıza çıkarılan ‘ifade özgürlüğü’ söyleminin, yarıya yakını çocuk olmak üzere otuz binden fazla Filistinliyi acımasızca savaş suçları işleyerek öldüren İsrail söz konusu olduğunda ise pekâlâ rafa kaldırılabildiğini, beraberce öğrenmiş olduk.

Başta belirttiğim gibi, bunlar olup biterken yaşanan manzaralardan biri, ABD’de ayrımcılığın, köleliğin, ırklar arası eşitsizliğin dünden bugüne en büyük mağduru olagelmiş siyahlar içerisinden kimi kişilerin de, üstlerine giydikleri üniformaların etkisiyle bütün bu geçmişi hâfızalarından silip mağduriyetin değil zalimliğin bir parçası haline gelebilmeleri; barış isteyen öğrencilere en sert şiddeti uygulamaktan çekinmeyişleri idi.

Bir tarafta, hangi ırktan, milliyetten, cinsiyetten, inançtan, ideolojiden oldukları farketmeksizin, İsrail’in zulmünden ve bu zulmün en büyük destekçisi devletin ‘müesses nizamının’ emir eri olmaktan geri durmayanlar… Öte yanda ise, insanlık adına umudumuzu diri tutan bir manzara: hangi ırktan, milliyetten, cinsiyetten, inançtan, ideolojiden oldukları farketmeksizin, zulme ve zalimliği karşı, mazlumdan, barıştan ve adaletten yana tutum alanlar…

Uzun zaman önce, bu dünya ve yaşadığım ülke üzerindeki asıl kavganın Müslümanlar ile gayrimüslimler, dindarlar ile laikler, bir devlet ile başka devletler, bir ideoloji ile başka ideolojiler, bir cinsiyet ile öteki, bir milliyetten olanlar ve öteki milliyettekiler, bir ırka karşı öteki ırk, bir deri rengine karşı diğeri arasında değil, iyiler ve kötüler arasında olduğunda karar kılmış ve bu farklı kimliklerin hepsi içerisinde kötüler ve yine hepsi içinde iyiler olduğunu anlamış biri olarak, benim için çok çarpıcı bir enstantane idi ortadaki. Asıl mücadelenin nerede ve kimler arasında olduğuna dair gerçeği, bütün dünyanın gözüne sokar derecede apaçık gösteren bir enstantane…

Zaten son yedi aylık zaman dilimi, hem iyiler hem kötüler tarafında farklı farklı tezahürleriyle bu gerçeği sarsılmaz biçimde teyid ve tekid etmişti.

Mesela son Amerikan yönetiminin vitrinine bakanlar, Beyaz Saray ile Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarının sözcüleri arasında Hintli, Arap, siyahi, eşcinsel insanlarla da karşılaşabilirlerdi. Ama geçmişte ve bugün aidiyetleri sebebiyle ayrımcılık ve aşağılanma gören bu insanlar, zan ve tahmin edildiği üzere Filistinlilerin uğradığı kendilerinin yaşadığıyla kıyaslanamayacak şiddetteki zalimlik ve ayrımcılığa karşı empati geliştirmek yerine, en açık gerçekleri bile Orwell’ın 1984’ündeki tasvirlere rahmet okutur bir arsızlıkla tersyüz ederek zulümden ve zalimden yana hizalanabilmişlerdi. Oysa aynı ABD’de müesses nizamın merkezî unsuru WASP’ın bir parçası olduğu halde olup bitene tepkisini istifayla ortaya koyan Josh Paul ve Anneline Sheline gibi isimler de vardı. Dünün zihnimize bıraktığı yargılarla bugüne bakacak olsak, Paul ve Sheline’in o tercihi yapmamaları, onların tercihi olan istifayı diğerlerinin gerçekleştirmeleri beklenirdi oysa. Yine bir WASP (White, Anglo-Saxon, Protestant) olarak ordu mensubu Aaron Bushnell’in, İsrail’in savaş suçlarına Amerikan desteğine karşı kendini yakarak verdiği tepki ise büsbütün emsalsizdi.

Meselenin renk, ırk, cinsiyet vs meselesi olmadığını gösteren benzer tabloları, iyiler ve kötüler tarafında, öncesinde de görmüştük gerçi. Kötüler ve kötülükler tarafından ilerlersek, dünyada bugün varolan ve insan kıyımına yol açan çatışma bölgelerindeki mevcut durumlarda, Müslüman bir babanın evladı olan bir siyahi olarak bu konuda kendisinden yüksek duyarlılık beklenen Hussein Barack Obama’nın sorumluluğunu kim gözardı edebilir? Bir nükleer silah yalanıyla Irak bombalanıp bir milyona yakın insan ölüme sürüklenirken ABD Genelkurmay Başkanı, el-Kaide bahane edilip Afganistan bombalanıp onbinlerce masum insan öldürülür ve milyonlarcası yerinden yurdundan edilirken ABD Dışişleri Bakanı olan Colin Powell, bir siyahi olarak geçmişin ona kazandırması gereken ‘empati’yle mi, gücün getirdiği ahlâkî yozlaşma ile mi hareket etmişti? Dışişleri’nde onun selefi olan Condoleeza Rice, hem siyahi hem kadın olarak empatinin şâhikasını mı temsil etmişti; yoksa hem ulusal güvenlik danışmanlığı hem de bakanlığı süresince Amerikan siyasetinin en şahin, en kansız, en zalim isimlerinden bir sembol isme mi dönüşmüştü?

Bunlar, asıl meselenin ve mücadelenin ırklar, milliyetler, coğrafyalar, cinsiyetler, inançlar ve ideolojiler arasında olmadığının, son dönemde ABD üzerinden gözümüze vuran en çarpıcı örnekleri…

Avrupa’ya, İsrail’e, dünyanın başka taraflarına ve bu arada Türkiye’ye baktığımızda da aynı dersin teyidini almamız mümkün. Türkiye’nin faili meçhul cinayetlerle anılan döneminde, icranın başında başbakan olarak bir kadın profesör vardı. Aynı 90’larda başörtüsü sebebiyle haksızlığa ve gadre maruz kalmış olup bu mağduriyetin sembolleri haline gelmiş bazı isimleri ise, 2020’lerde aynı başörtüleriyle ‘devlet ve iktidar’ adına racon kesen, haksızlığı savunmayı meziyet bilen, hatta insanlık suçu işkenceye mazeret arayan bir halde görmedik mi? Dün polis marifetiyle okullara alınmayan başörtülü kız çocuklarının bazısı, bugün başörtüsüyle polis olup kendilerine verilen emri uygulamaya koyduğunda, kazanan başörtüsü müydü?

Velhasıl, kanaatim o ki, dünya bir büyük dönüşümün eşiğinde… Gazze’de yaşananlar, bir turnusol işlevi gördüğü gibi, bu dönüşümün dinamiklerini ve taraflarını da ifşa ediyor. Dinler arası, medeniyetler arası, ideolojiler arası, devletler arası, kıtalar arası, milliyetler arası, ırklar ve renkler arası bir çatışma yaşamıyor dünyamız. Genlerin değil, etiğin belirlediği bir ayrışmanın içerisindeyiz. Bir ahlâkî ayrışma ve çatışma yaşanıyor. Bir tarafta, haksız da olsa, zalim de olsa tercihini güçten ve güçlüden yana yapanlar ve onların yanı başında, haksızlığa sadece kendilerine yapıldığında karşı olup kendi haksızlıklarına bir meşruiyet kılıfını her daim giydiren kötüler var; öte tarafta, kimin tarafından ve kime karşı yapıldığına bakmaksızın haksızlığın ve haksızın her daim karşısında olup iyilikten yana tutum geliştiren iyiler…

Ve her iki kanadın da her ırktan, cinsten, milliyetten, devletten, inançtan, ideolojiden temsilcileri var.

Şimdilik kötüler galip gözüküyor, çünkü onlar daha güçlü olmanın yanında, daha organize haldeler.

Bugün için mesele, iyilerin zihinlerine giydirilen kimlik yargılarını aşıp sağlam ve sağlıklı bir dayanışma örgütlemelerine gelip dayanmış görünüyor…

- Advertisment -