Programın tamamını Serbest TV’de izlemek için:
Irak Kürdistan’ındaki Zaho bölgesinde gerçekleşen bombardıman sonucu 9 sivil hayatını kaybetti. Farklı açıklamalar geldi saldırının ardından. Irak yönetimi ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi başta olmak üzere bölgedeki ülkeler Türkiye’yi sorumlu tuttu. Türkiye ise bu iddiaları yalanlandı. Siz bu saldırıyı ve sonrasında yapılan açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Önemli bir olay, yaşanan hadise. 9 sivil hayatını kaybetti. Bu büyük bir sorun, skandal ve üzerinde durulması gereken bir konu. Zaho, PKK’lıların yoğun olduğu bir alan. Orada bir kampları da var. Bu arada Türkiye’nin de Irak’a, PKK’nın yerleşim yerlerine yönelik bir dizi süreklilik kazanan operasyonu oluyor. Dolayısıyla ilk akla gelen şey tabii ki böyle bir bombardımanda failin Türkiye olabileceği. Nitekim Irak devleti bunu resmen böyle kabul etti. Türkiye’nin Bağdat büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı’na çağırdı. İlk kez Irak Şii topluluğunun lideri Türkiye’yi kınayan bir açıklamada bulundu. Uluslararası arenadan da tepkiler geldi.
Türkiye ise bunu PKK’ya bağladı, ‘Bizim değil, PKK’nın yapmış olduğu bir iştir’ dedi. Hatta Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ‘Silahlı kuvvetlerimiz sivillere saldırılmadığını söylüyor’ tarzı bir açıklama yaptı. Tabii bu açıklama biraz sorunlu. ‘Askerimiz böyle diyor’ diyen bir Dışişleri, askere sorumluluğu atan ve ‘saldırı yoktur’ demeyen, sadece ‘sivillere yönelik bir saldırı yoktur’ ifadesini kullanan bir diplomatik dil var burada. Böyle olunca kimi sorular ortada duruyor tabii.
Diğer taraftan, PKK’ya bu işi mal eden analizler var. Kâğıt üzerinde çok mantıksız olduğunu da söyleyemeyiz. Eğer Türkiye’nin gerçekten niyeti varsa, Suriye’ye askeri harekât yapma imkânlarını sınırlar meşruiyet açısından. Dolayısıyla bunu engellemek için birileri böyle bir manevra yapmış olabilir. Bu, biraz komplo teorisine varan bir okuma olur ama bu bölgede her şey mümkündür.
Türkiye bombalamanın sorumluluğunu reddetse de aklıma iki olay geliyor. Bir tanesi 1996’daki Güçlükonak hadisesi. Orada bir minibüsün içerisindeki onlarca kişi kurşunlandıktan sonra minibüs yakılmıştı ve devlet saldırıyı PKK’ya mal etmişti. Hâlâ tam ortaya çıkmış değil fail ama pek çok çalışma ve görgü tanığı bunun devletin gayri resmi birimlerinin işi olduğunu bize gösterdi.
İkinci olay 2011’de yaşanan Roboski olayı. Devlet uzun süre, onlarca insanın canını alan bombardımanı reddetti. Daha sonra kaçakçıların PKK’lı zannedilerek vurulduğu ortaya çıktı. Bu tür sabıkalar ortada, Zaho PKK’ya yakın ve yatkın bir bölge, şu anda süren operasyonlar da var. O zaman Türkiye tarafından bilerek ya da bilmeyerek yapılmış bir iş olduğu akla yakın geliyor. Tabii bu bir yorum. Bunun üzerine gitmek, bununla ilgili bulgulara ulaşmak ve daha sonra bunları konuşmak gerekiyor ama sorun o ki biz bunları yapabilen bir ülkede değiliz.
Tam bu noktada şunu sormak istiyorum; biz bu olayda bir kez daha Türkiye’deki medyanın aslında sınıfta kaldığını gördük. Birçok gazete ve televizyon bu olayı görmezden geldi ya da çok geç gördü. Bazıları ise çok kısa ve küçük görerek, sadece devletin tezi üzerinden verdi. Siz bu olay bağlamında Türkiye’deki medyayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu durum bize Türkiye medyası ve Türkiye demokrasisi ile ilgili çok şey anlatıyor aslında. Roboski olayında bile böyle değildi hatırlarsanız. Böyle bir durumda basının tek ses olarak olayın üzerine gitmesi lazım. Basından beklenen budur. Basın denetleyen bir işleve sahiptir. Araştıran, sorgulayan, gerçekleri kamuoyunun önüne getiren bir işleve sahiptir. Toplum-siyaset bağlarının gerçekçi ve şeffaf şekilde kurulması, özgür, meraklı ve işini iyi yapan bir basınla mümkün.
Denebilir ki, ülke aktörleri zaten bu tür olaylarda sorgulamaya mesafeli durur. Bizim insanımızın da, basınımızın da, kurumlarımızın da milliyetçi tepkileri, koruma tepkileri her zaman yüksektir. Bunu bu kez de görüyoruz belki. Ama bir şeyi daha görüyoruz: Bugün basının araştırma-soruşturma imkânları, düne oranla son derece sınırlı. İki nedenle sınırlı; birincisi bunu yapma imkânına sahip bazı basın organları tamamen iktidarın parçası haline gelmiş durumda. İkincisi, bunu yapabilecek gazete-televizyonlar ya iktidar karşısında endişe içerisinde böyle bir işe girmiyorlar -Can Dündar işi bir örnek- ya da Türkiye’de etkili olan internet siteleri ve bazı küçük gazetelerin de böyle bir imkânı yok. Yani sahaya gidip orada ne olduğuna bakmak, konunun üzerine gitmek, haber yapmak gibi bir imkâna sahip değiller. Dolayısıyla basın üzerindeki bu ağır ve dolaylı baskının tipik örneklerinden biri geliyor bana bu son olayın ele alınış biçimi. Tamamen sessiz geçildi demeyelim, pek çok internet sitesi bu olayı gördü. Ama nasıl gördü? Beyanatları verdi, dış tepkileri verdi, olay nedir, sorup, üzerine gitmedi. Orada bir röportaj bile yapamıyorsunuz. Zaho nedir, o dere kıyısı neredeydi, orada kimler oturuyor, o dere kıyısındaki siviller kimlerdi, o dere kıyısına yakın bir kamp var mıydı? Bütün bu sorular sorulamıyor.
Açık; biz burada kapalı toplum düzeninin basınına sahip bir ülke haline geldik. Soru sormayan, eleştirmeyen, anlamayan, merak etmeyen, gündeme getirmeyen bir basın ve bir toplum.
Tabii tek tek iyi basın organları var ama toplu suskunluk yasası çıkıyor. Bu çok ürkütücü bir şey. Mevcut siyasi sistemin hedefi bu elbette. Bu tür otoriter sistemler toplumla siyaset arasında bilgi akışını sınırlamaya çalışırlar. Buradaki en önemli araç da basındır, entelektüellerdir, sivil toplum örgütleridir. Basın özellikle önemlidir çünkü başka türlü görünür hale gelemezsiniz.