Marksizmin Başarısızlığı hakkındaki tesbitlerimi geçen sefer sıraladım. Sonrasını ikiye ayırmak istiyorum. Bir, nedenleri. İki, geriye bıraktığı miras; başarısızlığına rağmen, ya da hattâ başarısızlığıyla birlikte, başarısızlığı dahil, yarattığı duygu ve düşünce âlemi.
Önce birincisi, Marksizmin son tahlilde niçin başarısız olduğu. Entellektüel değil siyasî başarısızlığından söz ediyoruz; tekrar hatırlatayım. Ve hemen şunu ekleyeyim; (gerek var mı bilmiyorum ama) ilk benim düşündüğüm şeyler değil bunlar. 19.yüzyıldan bu yana, Marksizm ile birlikte bir de Marksizm eleştirisi söz konusu. Hem klasik Marksizm, hem Lenin ve Bolşevikler, hem Stalinizm, hem Çin’de Maoculuk; hepsi payını alıyor bundan. Böyle zengin bir literatür mevcut. Ama tabii Türkiye solunun bir problemi de bunları okumaması, düşünmemesi, duymazlıktan gelmesi. İnanmışlığın paradigmatik körlüğünü tercih etmesi: “burjuvazinin yalanları”na sığınması, bununla avunması.
Bunları da gözönünde tutarak, fakat aynı zamanda, (“dışarıdan” eleştiri birikimine karşı) kendi “içerden” tanıklığımı da katarak şöyle diyebilirim belki: Aslında mesele çok basit; fazla büyük, baştan sekter, baştan ütopik bir proje söz konusu. Ortada tek bir devâsâ tasavvur var: Devrim. Öyle spesifik, herhangi bir ülkeyle sınırlı bir devrim de değil (meselâ Fransız kralını, Rus çarını veya Osmanlı sultanını devirmek gibi). Çok daha muazzam, âdetâ Kıyamet Gününü andıran, ülkelerarası ve kıtalararası, evrensel bir devrim. Çağcıl bir devrim: bütün bir tarihsel çağı belirlemek, bütün bir dönem insanlığın ortak gündemini, tarihsel akışın odağını oluşturmak anlamında. Nasıl olacak? Kapitalist gelişme sürüyor. Sanayileşme, toplumları komple işçileştiriyor (proleterleştiriyor). Devam edecek. Muazzam bir işçi sınıfı doğuyor, doğacak. Homojenleşecek, homojen bir bilinç kazanacak. “Kendi ideolojisi”ne sarılacak. “Tek yol devrim” idrakine varacak. Âdetâ tek bir parti oluşturacak; her nasılsa bir dünya partisi vücut bulacak. İşçiler bir dilden diğerine, bir kültürden diğerine hitap edebilecek, konuşacak, anlaşacak. Sınıfsallık, sınıfdaşlık başka her şeye ağır basacak. (Klasik Marksist devrim teorisi ve beklentisinin satıraralarında bunlar var: Örtük varsayımlar. İşçi sınıfının devrimcileşmesinin ekonomik dinamikleri vurgulanırken pek değinilmeyen, es geçilen — çok kurcalanırsa, etkisinin ters yönde olacağı görülebilecek — kültürel koşullar.) Kriz ve devrim bu ortamda patlak verecek. Herhalde 1830 ve 1848 gibi, ama çok daha büyük bir dalga kentten kente, ülkeden ülkeye sıçrayarak bütün Avrupa’yı kaplayacak. Hiçbir gerici (monarşik, aristokratik, burjuva, parlamenter) rejim ayakta kalamayacak. Bütün ülkelerde devrimci işçi sınıfı iktidarları kurulunca, sosyalizmde birleşmeleri zor olmayacak. Özel mülkiyetin ve piyasanın olmadığı yeni ve yekpare bir üretim-bölüşüm-tüketim düzeni yeryüzünü kaplayacak.
Bu şema (1) fazla mütecanis, senkronize, eşanlı bir gelişme öngörüyor (öngörmüş). En basiti, eşitsiz gelişime yer yok. Dahası, çok-faktörlü belirlenimlere (Althusser’in surdetermination’una) yer yok. Aslında felsefî-metafizik köklerinden kopabilmiş değiller. Gayet Hegelci bir devrim teorisi bu. Büyük Ruh, Dünya Tarihinin Ruhu, kendini bu sefer böyle ortaya koyuyor. Tek bir baş çelişmenin (veya temel çelişmenin) açılımı her şeyi belirliyor. Daha sonra ne kadar “tabii son tahlilde”ler ve “göreli özerklik”ler eklenirse eklensin, çok kapsamlı bir ekonomizm (ekonomi ve kapitalizm indirgemeciliği) söz konusu. Gün gelecek; 1875-1914 arasının Yeni Emperyalizmi, “kapitalizmin en yüksek aşaması”na bağlanacak. Gün gelecek; Faşizm ve Nazizm de gene tekelci kapitalizme (en gerici kesimlerine) bağlanacak ve böylece Komintern, 1920’lerin sonrası ve 30’ların başlarındaki “dünya devrimi” çizgisinden güya çıkmamış, temelde gene “kapitalizme karşı mücadele”yi sürdürüyor olacak. Gün gelecek; Türkiye solu da kâh 12 Mart 1971, kâh 12 Eylül 1980 askerî darbelerini kestirmeden faşizm diye niteleyecek ve sağa, sağcılığa, kapitalizme, büyük burjuvaziye bağlayacak.
Gene bu vizyon, bu paradigma (2) büyük bir Tek Yol Devrim zorlaması etrafında dönüyor. 17. yüzyıl ortalarından 18. yüzyıl sonuna kadar, birkaç devrim kendiliğinden çıkageliyor. İngiliz İç Savaşı (1640-48) ve Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ndan (1775-83) sonra, bunların açık arayla en büyüğü, daha önce de yazdığım gibi Fransız Devrimi (bkz 21 ve 25 Nisan 2024). Evrensel, muazzam; hem siyasî hem sosyal bir altüst oluş. Sadece politik rejim değil, bütün toplum, ekonomi ve sınıfsal ilişkiler değişiyor. Marx ve Engels için tâyin edici önemde. Marksizm, denebilir ki Fransız Devrimini aşırı-teorileştiriyor; bütün o üretici güçler ve üretim ilişkileri, ekonomik temel ve üstyapı, yeni sınıf ve eski sınıf modeli, hemen sadece Fransız Devriminden kaynaklanıyor ve tersten söylersek, uyuyorsa bir tek ona uyuyor. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya ünlü Önsöz’ünde (1859) Marx birkaç sayfa içinde özetliyor bu teorisini. Hep geniş zaman kullanıyor: “İnsanlar varoluşlarının toplumsal üretimi sürecinde kaçınılmaz olarak iradelerinden bağımsız bir takım ilişkilere girerler… bu ilişkiler üretici güçlerin gelişmesinin önünde birer engele dönüşür. Bu noktada bir sosyal devrim çağı başlar…” Sanırsınız ki sayısız vakayı incelemiş de oralardan genelliyor. Fakat nerede; Fransız Devriminden başka hangi örnek var ortada? Sırf bu olaydan hareketle Marx, spontane devrimleri öldürüyor ve “planlı” devrimler fasilesine adım atıyor. Devrimler illâ birileri “planladığı” (istediği ve programını kaleme aldığı) için gerçekleşmeyecek. Ama Marksist devrim (devrimin kaçınılmazlığı) teorisi, yüz küsur yıl boyunca devrimseverliği yaşatacak ve tek yol devrim fikrini hep ayakta tutacak.
(Bu giriş notu çok uzadı. Yarın bitireceğim.)