Dünyada yerleşik, istikrarlı demokrasilerle tam ve kapalı otoriter rejimler arasında geniş bir gri bölge mevcut olduğu açıktır. Bu ülkeler demokratik rejimlerin bazı özellikleri ile otoriter rejimlerin bazı özelliklerini birleştirmektedirler. Günümüzde sayıları artan bu rejimler, doğal olarak siyaset bilimcilerin artan ilgisini çekmiş ve bu konuda pek çok değerli eser verilmiştir. Bunlar arasında şahsen en anlamlı ve Türkiye’nin günümüzdeki siyasal rejimini tasvir etmekte en yararlı olduğunu düşündüğüm, Steven Levitsky ve Lucan A. Way’in “yarışmacı otoriterizm” konulu eseridir (Competitive Authoritarianism: Hybrid Regimes after the Cold War, Cambridge University Press, 2010; Ergun Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, Yetkin Yayınları, 2021). Bu yazarlara göre yarışmacı (rekabetçi) otoriter rejimler, seçimlerin düzenli olarak yapıldığı, muhalefet partilerinin mevcut olduğu ve seçim yarışmasına aktif şekilde katıldıkları, ancak seçim yarışmasının çok eşitsiz şartlar altında cereyan ettiği ve muhalefetin kazanmasının imkânsız değilse bile çok zor olduğu rejimlerdir. Yarışmadaki eşitsizliği yaratan faktörler ise iktidar blokunun sermaye, medya ve yargı üzerinde kurmuş olduğu kontroldür. Yazarlar bu rejimleri, demokrasinin değil, otoriter rejimlerin bir alt-tipi olarak nitelendirmekte haklıdırlar. Bu tipleştirme, ünlü demokrasi derecelendirme kuruluşu Hürriyet Evi’nin (FH, Freedom House) “kısmen hür (partly free)” ülkeler kategorisine büyük ölçüde tekabül etmektedir.
Türkiye’de AKP iktidarının bir otoriterleşme eğilimi gösterdiğinde, yerli veya yabancı hemen bütün gözlemciler ittifak halindedir. Bu eğilimin başlangıç tarihi konusunda değişik fikirler olmakla beraber, benim kişisel görüşüm, bunun 2011 seçimlerinden ve özellikle 2012 Gezi protestolarının otoriter yöntemlerle bastırılmasından başlamış olduğudur. Ancak zaman içinde bu eğilim çok daha belirgin hale gelmiş; sistemin yarışmacılık unsuru giderek zayıflamış, otoriter unsuru ise güçlenmiştir. Bu süreç içinde FH, 2018 yılında Türkiye’yi ölçümlerinin başladığından bu yana içinde bulunduğu “kısmen hür” kategorisinden çıkararak “hür olmayan” ülkeler kategorisine almıştır.
Son aylarda bu eğilim, daha da endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Bu otoriter adımlar arasında ifade hürriyetini büyük ölçüde sınırlandıran “dezenformasyon” (doğru tabiriyle “sansür”) kanunu, sayıları çok azalmış olan bağımsız TV kanallarına RTÜK eliyle uygulanan ağır para ve program durdurma cezaları, AİHM kararlarının yerine getirilmemesi, seçim kanununda yapılan antidemokratik değişiklikler, antidemokratik 1982 Anayasası’nın bile anayasal statü verdiği kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına (barolar, tabip odaları, mimar ve mühendis odaları) karşı yürütülen kampanyalar, seçilmiş belediye başkanlarını görevden alma ve yerlerine kayyum tayin etme yönünde girişilen çabalar, son deprem felaketine ilişkin yetersizlikler konusunda muhalefet sözcülerinin eleştirilerine karşı kullanılan son derece aşağılayıcı ifadeler, bu felaketin etkilerini giderme yolunda çeşitli sivil toplum örgütlerince yürütülen fedakârca çabaların devlete rakip olma faaliyetleri olarak suçlanması, her türlü muhalefet faaliyetinin vatana ihanet olarak nitelendirilmesi, böylece toplumdaki kutuplaşmanın vahim boyutlara çıkarılması, bu tutumun başlıca örnekleridir.
Bu tablo karşısında, Türkiye’nin siyasi rejiminin yarışmacı vasfını büyük ölçüde kaybederek, bir katı ya da kapalı otoriter rejime dönüştüğü düşünülebilir. Bu iddiada büyük haklılık payı bulunmakla birlikte, kanımca bu sorunun kesin cevabını vermek için önümüzdeki seçimleri beklemek daha doğru olacaktır. Gerçekten hemen bütün kamuoyu yoklamaları, demokrasi cephesinde yer alan muhalefet partilerinin oy toplamının, Cumhur İttifakı oylarını hayli aştığını göstermektedir. Pek çok gözlemcinin işaret ettiği gibi önümüzdeki seçimler sıradan bir seçim değil, bir hayat memat sorunu, köprüden önceki son çıkıştır. Bu seçimleri Cumhur İttifakı kazandığı takdirde, katı otoriter rejim tam anlamıyla yerleşecek, demokratik bir rejim belirsiz bir süre için hayal bile edilemeyecektir. Seçimleri demokratik muhalefet cephesi kazandığı takdirde ise Türkiye otoriter bir rejime seçimler yoluyla son vermiş az sayıdaki ülkeler arasındaki yerini alacak ve demokrasiyi inşa sürecine kararlı şekilde girişilecektir. Ancak bunun gerçekleştirilebilmesi için, demokrasiden yana olan muhalefet partilerinin aralarındaki ikincil farkları bir yana bırakıp tam bir birlik halinde hareket etmeleri, olmazsa olmaz bir şarttır. Aksi halde her şey için çok geç olacaktır.