Ana SayfaRÖPORTAJAli Bayramoğlu: “Küresel çapta güç ve savaşın değer kazanması ile iç siyasetlerdeki...

Ali Bayramoğlu: “Küresel çapta güç ve savaşın değer kazanması ile iç siyasetlerdeki otoriterleşme arasında paralellik var”

Ali Bayramoğlu ile Bugünler’de bu hafta: Bu kaotik dönemde, her güç kendi bölgesinde egemen olabiliyor. En güçlü olan en öne çıkıyor. Dolayısıyla çatışmaları, bölgesel kavgaları, toprak taleplerini ve toprak işgallerini durduracak bir mekanizma yok. Irak, Kuveyt’i işgal ettiğinde bölgeye müdahale eden bir Amerika, bir İngiltere vardı. Kosova krizinde Clinton döneminde NATO kuvvetleri devreye girmişti. Bugün ise böyle bir tablo yok. Sözlü açıklamalar var ama uluslararası güçlerin ve uluslararası kurumların dengeleyici, çatışmaları bastırıcı, yaptırım uygulayıcı bir gücü kalmadı. Bu durum, siyaset fikrini yaralıyor ve güç fikrini, şiddet ve silah kullanımını ön plana çıkarıyor. İç gelişmelerdeki otoriterleşmeyle, küresel çapta güç ve savaşın değer kazanması arasında da bir paralellik, bir etkileşim var.

İran’ın İsrail’e yaptığı füze saldırısını nasıl değerlendiriyorsunuz? İsrail bir misilleme yaparsa, bu durumun dünya açısından olası sonuçları ne olur?

Şunu söyleyerek başlamak lazım: “Bir dünya savaşı çıkar mı?” ya da “Bu bir dünya savaşı mı?” tarzı sorular ve endişeler var. Açıkçası, taraflar arasındaki güç dengesi çok eşitsiz. Bu eşitsizlikten dolayı, dünya savaşına dönüşmek yerine kapsamlı bir bölgesel savaş olarak devam edecek bir tablo karşımızda duruyor.

İran-Filistin ayağı zayıfken, İsrail ise Batı’nın kendisine “yürü ya kulum” demesiyle daha kuvvetli bir konumda. Türkiye gibi ülkelerin İsrail’e karşı yaptığı sözlü uyarılar da işe yaramıyor. Açıkça bir güç eşitsizliği var. Nitekim İsrail istediğini yapıyor. Adeta “Hitlervari” bir tutumla Gazze’yi yerle bir ettiler, bombardımanlarla paramparça ettiler. 40-50 bin insanı öldürdüler. Arkasından Hamas’ın liderine suikast düzenlediler. Ardından Nasrallah’ı, Hizbullah’ın liderini öldürdüler. İran, tüm meydan okumalarına rağmen o meydan okumanın karşılığını verecek ne güçte ne de harekât kapasitesinde görünüyor. Tabii, Nasrallah’ın öldürülmesine cevap verecekti. Orada kendi generalleri de öldürüldü. İran cevabı füzelerle verdi, muhtemelen İsrail buna yine füzelerle cevap verecektir.

Buradaki soru şu: İsrail ile İran arasında sınır olmamakla birlikte, karşılıklı füze atışlarına ve sivil halkın hedef alınmasına dayanan bir füze savaşı mı yaşanacak? Yoksa İsrail cevap vermezse İran duracak mı? Ya da İsrail karşılık verirse İran tekrar vuracak, sonra yavaşlayacak mı? Bunu bilmiyoruz, göreceğiz. Batı, İsrail’i desteklemekle birlikte bir ateşkes istiyor. Zordaki İran’ın, ideolojik söylemlerine rağmen, böyle bir plana hemen katılacağını sanırım.

Tablo son derece ağır ve umut vadetmiyor. Savaş bölgeyi kuşatıyor ve çapraz çatışmalar yaşanıyor. Örneğin Türkiye Cumhurbaşkanı, Nasrallah’ın adını hiç anmıyor. Hizbullah’ın arkasında durmuyor çünkü Hizbullah, Şiiler ile Sünniler arasındaki çatışmalarda çok sert bir tutum aldı ve bu, Sünnilerin canını çok yaktı. Türkiye Cumhurbaşkanı da Sünni eğilimli bir duruş benimsiyor. Karşımızda hem Sünni-Şii çatışması, hem İran-Amerika çatışması, hem de Filistin-İsrail çatışması var. Yani birden fazla çapraz çatışmanın iç içe geçtiği, adeta lanetli topraklar tablosu var karşımızda.

Savaş, Lübnan’ı da mahvetmiş durumda. Hizbullah’ın yerleşik olduğu Lübnan’da yaşayan insanlar ağır bedeller ödüyor. Yüz binlerce kişi Güney Lübnan’ı terk etmek zorunda kaldı. Savaş dediğim gibi, bölgeyi yakmaya devam ediyor.

Diğer bir mesele ancak, bu savaşın bugünün dünyasında ne anlama geldiği ve simgesel olarak neyi ifade ettiği. Oraya geçelim mi isterseniz?

Olur hocam, siz nasıl isterseniz.

Yakın tarihin çeşitli evreleri var. İçinde bulunduğumuz evre, çok sevilesi değil. Özgürlükçü değerlerin, uzlaşı fikrinin, siyaset dediğimiz diyalog mekanizmalarının çalışmadığı; uluslararası kurumların ya da uluslararası güçlerin bu değer, fikir ve mekanizmalar etrafında hareket etmediği ya da hareket etme gücünü bulamadığı kaotik bir dönemden geçiyoruz. Bu kaotik dönemde, her güç kendi bölgesinde egemen olabiliyor. En güçlü olan en öne çıkıyor. Dolayısıyla çatışmaları, bölgesel kavgaları, toprak taleplerini ve toprak işgallerini durduracak bir mekanizma yok.

Kırım bir örnek. Ukrayna-Rusya savaşı da öyle. Oysa daha önce, Kuveyt’i işgal ettiğinde bölgeye müdahale eden bir Amerika, bir İngiltere vardı. Kosova krizinde Clinton döneminde bölgeye doğrudan müdahale eden Birleşmiş Milletler vardı. Hatta bombardıman aşamasına geçen NATO kuvvetleri devreye girmişti. Bugün ise böyle bir tablo yok. Sözlü açıklamalar var, ama uluslararası güçlerin ve uluslararası kurumların dengeleyici, çatışmaları bastırıcı, yaptırım uygulayıcı bir gücü kalmadı. Bu durum, uluslararası çatışmalarda bu grupların dolaylı taraflar olarak devreye girmelerine neden oluyor.

Amerika Birleşik Devletleri ve Batı, Ukrayna-Rusya savaşında açıkça dolaylı taraf durumunda; İsrail-Filistin savaşında da öyle.  İsrail’i destekleyen bir pozisyondalar. İran’ın bölgedeki etkisine karşıt taraf ise Batı. Çeşitli satranç hamleleriyle bölgesel oyunlar oynayabiliyor. Bu durum bize şunu gösteriyor: Bir kaba ve çıplak gücünü egemen olduğu, kurallarını, zihniyeti dayattığı bir dönemindeyiz. Bu güç döneminin iki büyük yönü var, Bir tanesi, iç siyasetle ilgili.

Toplumlar düzeyinde baktığımızda, Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump’ın seçilmesi ya da Fransa’da Marine Le Pen’in göçmen karşıtı bir siyasi parti olarak yükselişi duruma örnek. Aynı şeyi Avusturya’da da yaşadık. İtalya’da eski bir Mussolini hayranı siyasetçinin başbakanlık yapması da bu tablonun bir parçası. Hollanda’da ise göçmenleri sınır dışı etmeyi hedefleyen aşırı sağcı bir başbakan görevde. Bunun yanı sıra, Orban rejimi ve Polonya rejimi, Avrupa Birliği’nin kurallarına uymayan ve hatta Avrupa Birliği’nin kurucu esaslarına karşı çıkan yapılar olarak öne çıkıyorlar. Bu yapılar, milli egemenlik kavramını, AB’ye karşı bir tutumla savunuyorlar.

Zaman zaman bu yapıları popülist olarak nitelendiriyoruz. Bazen de milli devletlerin yeniden doğuşu, uluslararası ortaklıklar karşısında direnişi ve kafa tutuşu olarak değerlendiriyoruz. Bu çerçevede en dikkat çeken nokta, siyasi rejimlerin gidişatı ile toplumların talepleri arasında paralellik olması. Batı’da göçmen karşıtlığı ve İslamofobi’den hareketle çok kültürlü topluma itiraz eden topluluklar görüyoruz. Fransa’da, Almanya’da, Danimarka’da ve Hollanda’da da aynı tablo var. Tek kültürlü, milli devletin öne çıktığı, yabancıların dışlandığı bir bakış açısı hâkim.

Bu bakış açısı, içe kapanmacı bir eğilimi ifade ediyor ve bu eğilim, kendi taleplerini yerine getirecek siyasi partilerle iş birliği içinde. Marine Le Pen ve diğer aşırı sağcıların ülkelerinde yükselmesi ve seçim kazanması, bu paralellikten kaynaklanıyor. Bu otoriterliğin ve popülizmin yükselişi, özellikle Avrupa açısından, Batı’nın kurucu değerleri olan insan hakları, eşitlik ve özgürlük gibi liberal değerlerin zemin kaybetmesine yol açıyor. Bu tabloya, Amerika Birleşik Devletleri’nde Trump’ın çevresinde yaşanan gelişmeleri de eklediğimizde, özgürlükçü değerler açısından büyük bir zemin kaybı yaşandığını görüyoruz.

İkinci yön, sava ve çatışma ikliminin egemenliği. Ukrayna-Rusya savaşı, Tayvan’daki tartışmalar ya da Akdeniz’deki yer altı kaynaklarıyla ilgili gerilimler, hepsi bu durumu besliyor. En son Orta Doğu’daki çatışmalara baktığımızda, dünyanın dört bir yanında silahlı veya silahsız birçok çatışma halinde olan devlet ve milletler görüyoruz.

Bu durum, siyaset fikrini yaralıyor ve güç fikrini, şiddet ve silah kullanımını ön plana çıkarıyor. İç gelişmelerdeki otoriterleşmeyle, küresel çapta güç ve savaşın değer kazanması arasında da bir paralellik, bir etkileşim var. Son olarak, İsrail’in bir ülkede birini suikastle öldürmesi, o ülkeye rahatça girmesi ve buna karşılık İran’ın Tel Aviv’i bombalaması gibi olaylar, bu iki ayaklı tablonun derinleşmesini ve bu gelişmelerin yüzümüze çarpmasını sağlıyor.

- Advertisment -