İZLEMEK İÇİN
“Barış” ve “demokrasi” kavramlarının ilişkisine dair tartışmalar devam ediyor. Bir yandan Kürt meselesinde bir barış süreci var, DEM Parti’yle ilgili bir yumuşama var. Diğer yandan ana muhalefete belediyeleri üzerinden operasyonlar sürüyor. Kimilerine göre ortada büyük bir çelişki var, kimilerine göre ise bu iki süreç kendi içinde tutarlılıklara sahip. “Barış” ve “demokratikleşme” kavramlarının iki farklı tarafta gibi görüldüğü bu tartışmalara siz ne diyorsunuz?
Doğru bir soru bu. Türkiye’nin son dönemde kısa/orta vadeye yönelik iki temel belirleyici ekseni var. Bunlardan biri Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olan Kürt meselesinin şu veya bu şekilde silahsız aşamaya geçmesi, dolayısıyla hem örgüt hem devlet tarafından çözüm istikametinde büyük bir efor sarf edilmesi gibi bir sürece tekabül ediyor. Bu kaçınılmaz olarak yumuşama, muhtemel demokratikleşme, karşılıklı birbirini tanıma gibi bir dizi unsuru vaat ediyor.
Bu başka bir dönemde yaşansa zannederim ülkenin üstündeki ana şemsiye olup bütün iklimi kuşatırdı. Demokratik bir istikametten rahatlıkla bahsedebilirdik. Çünkü biliyoruz ki Kürt meselesi dediğiniz mesele Türkiye’deki demokratik açılımların da demokratik kapanımların da çok önemli gerekçelerinden biri olarak kullanıldı hatta kendi başına bir unsur oldu.
Bugün de Kürt meselesi üstünden yaşanan süreç bir demokratikleşmeyi teorik olarak vadediyor, ancak altını çizdiğin operasyonlarla karşımıza çıkan anti-demokratik diğer eksenden ötürü pek çok insan demokratik gelecek ve barış süreci ilişkisinden kolayca söz edemiyor. Diğer tarafta endişe verici bir otoriter derinleşme ve keyfilik yaşandığı açık. Bu iki süreç şu anda kadar ayrı yollardan yürüdüler. Ancak artık birbirlerine yaklaşıyorlar.
Soruna şöyle yanıt vereyim: Bundan sonra barış ve otoriterleşme bu şekliyle paralel olarak yürüyemez. Bu iki ayrı süreç bir yerde kesişecek, bir noktada iç içe girecektir. Siyasette ya da herhangi bir siyasi alanda bunun açarı kaçarı yoktur. Birbirinden ayrı, birbirinden iki tane farklı eğilimi ifade eden iki paradoksal sürecin temas etmemesi, karşı karşıya gelmemesi mümkün değildir.
Birkaç ay önce DPI çerçevesinde kimi muhalif siyasi partilerin katıldığı bir toplantı yönetmiştim Ankara’da. O günlerde katılımcı partiler, DEM dahil, yaşanan bu iki farklı gelişmeyi, birbirinden ayrı görmek, birbiriyle çakıştırmamak gibi bir eğilime sahiplerdi. Barış sürecini siyasetin üstünde görmek, belediye/CHP operasyonlarıyla karıştırmamak, barış sürecini buna kurban etmemek gibi tavır vardı.
Ancak kabul etmek gerekir ki, barış sürecinin içinde bulunduğu evre, buna müsaade ediyordu. Barış sürecinde yol alındıkça, yeni gelişmeler yaşandıkça bu rahat pozisyonun ortadan kalkmaya başladığını görüyoruz. Tersine iki süreci iç içe sokma eğilimi muhalefette doğal olarak artmaya başladı.
Şöyle; barış sürecinin ilk aşamasının devlet fokuslu olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Fikir, bölgenin yeni koşullarında bir güvenlik mülahazasıyla ortaya atıldı. Bu mülahaza, Öcalan’ın Kürt hareketine dair varoluş stratejisiyle kesişti. Devlet ile Öcalan arasındaki görüşmeler, devletin verdiği imkanlar, açtığı kapılar ve Öcalan’ın örgüte talimatları süreci bir silah bırakma evresine getirdi. Bu evre iki siyasi merkez arasındaki ilişkilerle sınırlıydı. Biri devlet diyelim, bir diğeri örgüt-Öcalan diyelim; iki tane asli güç arasında, iki tane temel irade arasındaki konuşmayla ve attıkları adımlarla yaşanan bir başlangıç aşaması oldu.
Ne var ki, bu tür barış süreçleri ister silah bırakmayla başlasın ister siyasi müzakerelerle başlasın tek etaplı, tek soluklu, hatta tek aktörlü olmazlar. Nitekim bizde gerçek bir çatışma çözümünden söz edeceksek orta vade için şöyle bir aşamalandırma yapabiliriz. Bir: Silah bırakma kararı. İki: Silah bırakmanın pratiği. Üç: Bu pratikle birlikte gelecek bazı gereklilikler. İşte silah bırakacak adamların ne olacağı, nereye gidecekleri, nasıl entegre olacakları, bunların haklarının, hukuklarının nasıl sağlanacağı. Öcalan’ın bu süreci yönetmek için ne tür geniş siyasi imkanlara sahip olacağı. Bu süreci yürüten insanların yasal olarak nasıl koruma altına alınacakları. Bu aşamada söz biter, yasa ayağı devreye girer. O andan itibaren devlet fokuslu başlangıç siyasi alana açılmaya başlar. Yasal düzenleme ayağını işin içinden soktuğunuz andan itibaren gittiğiniz yer meclistir. Bu da siyasi partilerin bu konuya dahil olmaları, bu konuda fikir ve söz sahibi olmasıdır.
Nitekim son dönemlerde TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un kurmaya çalıştığı komisyonun esas fonksiyonu bu çerçevede tanımlanıyor. Bu komisyon çeşitli siyasi partilerin katılımlarıyla, işte biraz önce bahsettiğim eve dönüş, entegrasyon, Öcalan’ın koşulları evresinin yasal sınırlarını çizsin isteniyor. Ama siyaset devreye girince iş değişiyor. Siyasi parti katılımı olunca, onların talepleri var, beklentileri var. Bir kere muhalif partiler, AK Parti-MHP ve muhtemelen DEM üyelerinin basit çoğunlukla oluşturacağı gündemin ve alacağı kararların konu mankeni olmak istemiyorlar. Nitekim CHP nitelikli çoğunluğu komisyona katılmasının ön koşulu olarak ilan etti.
Ayrıca, içerek olarak muhalif beklentiler ve talepler ne olabilir sorusunu sorduğumuz zaman barış sürecinin dışındaki diğer eksen, otoriterleşme dalgası meselesi devreye girmeye başlıyor. Başta CHP olmak üzere muhalif siyasi partiler özetle ve mealen şunu söylüyorlar: “Biz kirli işleri halleden bir konuma düşmek istemeyiz. Toplumun en az desteklediği ‘Öcalan’ın koşulları’, ‘Karayılan’ın İsveç’e yerleştirilmesi’ gibi sorunları bize çözdüreceksiniz, diğer konulara karıştırmayacaksınız. Bunu kabul etmeyiz. Demokratikleşme ekseninin de bu komisyonda tartışılacak konular arasında olması gerekir.”
Demokratikleşme ekseni deyince önce kimi engellerin kaldırılması meselesi akla geliyor. Kayyumların kaldırılması demek, aynı zamanda diğer belediye başkanlarıyla ilgili, tutuklularla; gözaltında olanlarla ilgili hak hukuk meselelerinin devreye girmesi demek. Bunlar açıkçası hem Yeni Yol Partileri tarafından hem İYİ Parti tarafından hem özellikle Cumhuriyet Halk Partisi tarafından talep edilen hususlar. Buna karşılık iktidar bu komisyonu siyasi değil teknik bir komisyon olarak işletmek istiyor.
O zaman şunu söylemek mümkün. Daha şu andan itibaren komisyon tartışmalarıyla birlikte Türkiye’nin bu paradoksal gözüken iki tane farklı çemberi birbirine değmeye başladı. Ve gitgide bu çemberler birbirinin içine girecek ve değecek. Aksi takdirde bunun yürütülmesi mümkün değil.
Bundan sonra nasıl yol alınacaktır, nasıl pazarlıklar yapılacaktır bilmiyoruz. Ama benim çektiğim resim şu anda bu iki çemberin yavaş yavaş birbirine değmeye başladığını gösteriyor. Zaten aksi düşünülemez. Hiçbir ülkede bir tarafta insanları keseyim, öbür tarafta insanları ihya edeyim şeklinde bir mekanizma yürümez. Eğer Türkiye bir barışa gidecekse ileriki aşamaları düşünmek lazım, bunlar siyaseti, diğer siyasi partileri dışlayarak gerçekleşemez. Nitekim, daha ileriki aşamalarda en önemli şeylerden biri Kürtlerin silahı bıraktıktan sonra siyaset yapabilmek için demokratik bir zemine ihtiyaçları. Bunu elbet talep edecekler ki daha şimdiden yüksek sesle bunu söylüyorlar. Bu tabii Türkiye’nin demokratikleşmesini gerektirir. Özgür siyaset başka türlü olamayacağına göre…
Böyle bir kilit noktasındayız. Başka kilit unsurlar da var. Suriye’de ne olacağı, yolun nasıl alınacağı hala çok önemli. Amerika Birleşik Devletleri’nin şu andaki pozisyonunu biliyoruz ama kriz artarsa, ağırlığını bu işe nasıl koyacağı ya da İsrail’in Suriye’yi istikrarsızlaştırma politikalarıyla Türkiye’nin HTŞ üzerinden güçlü ve istikrarlı Suriye görme arzusu arasındaki çelişkiyi nasıl gidereceği önemli bir soru. SDG’nin merkezi devlete tam katılmaya direnci malum. SDG’nin direnci sürdükçe Rojava garanti alınmadıkça barış sürecine hızlı bir şekilde devam etmek çok kolay değil. Orada çıkacak bir kriz, Türkiye’nin bir askeri müdahalesi bu barış sürecini tamamen sona erdirir.
Dolayısıyla pek çok alternatifin ve belirsizliğin ve riskin olduğu bir alan var. Bu alan bu söylediğim karşılaşmayı Türkiye’deki iki eksenin karşılaşmasını önemli ölçüde etkileme ihtimaline sahip. Bunları takip edip izlemek lazım.
Süreçle DEM Parti’ye yönelik bir yumuşama sağlanırken aynı engellemelerin CHP’nin karşısına çıkartılabileceğiyle ilgili değerlendirmeler veya kaygılar da dillendiriliyor. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Peki yasalar nasıl çıkacak? Yasalar CHP’nin olmadığı bir çerçevede çıkarsa barış sürecinin toplumsal ve demokratik ayağı ciddi olarak sakatlanır. DEM, Kürt hareketi bir süre sonra bundan rahatsız olmaya başlar. Bu, barış sürecini başka açılardan akamete uğratabilir.
Demokratikleşmenin sigortası DEM diyorsunuz yani bu süreçte.
Tabii DEM önemli bir yerde bulunuyor. Kendisi ne kadar demokratik ayrı tartışma ama işlev olarak bulunduğu yer tabii ki öyle. Söylenen kriz, kopuş ve ittifak alternatifinin çok devreye gireceğini sanmıyorum. Ama burası Türkiye, elbette girebilir. Girdiği an çok büyük sıkıntılar doğabilir. Barış süreci de akamete uğrayabilir. Bu da iki temel eksenin başka bir biçimde iç içe girmesi anlamına gelir.
DEM Parti için cümle içinde “kendisi ne kadar demokratik ayrı tartışma” dediniz. Okuyucular ve izleyicilere, partinin içine yakınlığınızı hatırlatmak için belirtiyorum, yakın zamanda HDP Danışma Kurulu üyeliği yapan bir isim olarak söylediniz bunu aynı zamanda. O sözünüzü biraz açabilir misiniz?
HDP Danışma Kurulu, bir parti organı değildi. Dışarıdan bağımsız kişilerden oluşuyordu. Fikir ve eleştiri yapılsın diye kurulmuştu.
DEM’e gelince… Sonuç olarak, Kürt hareketinin silahlı ayağının gölgesi altında varlığını sürdürmüş ve bağımsız hareket alanı sınırlı kalmış bir yapıya sahiptir bu ve bu gibi partiler. Her ne kadar bu partilerde kadın erkek eşitliği, taban ve komisyon toplantıları gibi demokratik mekanizmalar varlığını sürdürse de karar mekanizmaları hep esas çocuklara ait olmuştur. Esas çocuklar devreye girince, orada demokratik akış biter.
DEM şu anda daha rahat bir pozisyonda ama yine de sınırlı bu pozisyon. “Biz aracıyız” diyorlar, ama Demirtaş’ın iddia ettiği gibi bir siyasi alana özgür ve rahat giriş yapamıyorlar, henüz yapamazlar da. Dolayısıyla bu geleneğin de bir dönüşüm yaşaması lazım. Silahlı adamların senin milletvekillerini, mecliste söyleyeceğin sözü belirlediği bir gelenek bu. Sonra bir gün tamam silahı bırakıyoruz demişsin ama arkanda dev bir geçmiş var. Doku var. Bu doku buna göre şekillenmiş. Zihniyeti buna göre yapılanmış. Bunun dönüşmesi lazım. Dolayısıyla DEM’in kendisinin mevcut konjonktürde işlev olarak demokrasiyi temsil ettiği söylenebilir ama yapı olarak ne kadar demokratik ortada. Bunu her zaman böyle düşündüm ve söyledim. Danışma kurulu üyeliğim sırasında da…