39 yaşında. Babası Hacı Bayancuk, Hizbullah davalarında yargılanmış bir isim. Beş yıl yaşadığını ve İslami eğitim aldığı Mısır’dan sonra döndüğü Türkiye’de babasının çizgisinden uzaklaşıp selefi olarak adlandırılan Tevhid cemaatini kurdu. Önce El Kaide, ardından IŞİD yöneticiliğiyle suçlandı, El Kaide ve IŞİD birbiriyle savaşırken her ikisinden birden yargılandı. 5 kere tutuklanıp, serbest bırakıldı, 11 yıl cezaevinde kaldı, Temmuz ayında tahliye edildi. Oğlu Hanzala’ya atıfla Ebu Hanzala adıyla tanınan Halis Bayancuk, cezaevinden çıktıktan sonra geçen hafta Serbestiyet’e konuştu.
Röportajı Serbestiyet’in Youtube kanalında izlemek için
Öncelikle geçmiş olsun. 11 yıl cezaevinde kaldınız. 3 kere tutuklandınız
5 kere
Neden ben ve biz diye düşündünüz mü?
Bana göre, bunun, bir değil birkaç sebebi var. Bunlardan bir tanesi şu: Mesela devletin devletle ilgili yaptığı tanımlara baktığınız zaman görürsünüz ki bütün tanımlarda 2 şey ön plana çıkar: (i) Egemenlik ve (ii) birlik ve bütünlük. Şu anda bizim ve İslam tarihinde “tevhid daveti” dediğimiz davetin özü ise iki şeye dayanır: Bir, egemenlik kayıtsız şartsız Allah’a aittir. İki, toplumsal birlik, ırk, vatan, bayrak vs ile olmaz; toplumsal birlik sadece tevhid inancıyla, İslam ümmeti olmakla sağlanabilir. Yani, haliyle, bizim yapmış olduğumuz davet, devletin kendisini tanımladığı iki temel ayağının tam karşısında duruyor: Egemenlik devletin değil, egemenlik Allah’ındır; birlik, beraberlik, tam ifadesiyle söyleyecek olursam, vahdet, yalnızca ve yalnızca tevhid ile olur. Haliyle devlette refleks gösteriyor. Kendisini var eden ana kolonlara saldırdığınızı düşünüyor, o öyle düşünüyor tabii. Ve kendince bir refleks gösteriyor. Birinci sebep bu.
İkincisi, dünyada tevhid inancına biçilen bir rol var. Bu rol 3 şeye yaslanır: Bir, tevhid inancının bireysel olması; iki, marjinal olması; ve üç, bölücü olması, sürekli parçalanan bir yapıda olmasıdır. Siz, tevhid davetini bireysellikten çıkarıp cemaatleştiğiniz zaman; bu davet etrafında örgütlendiğiniz zaman; kapalı kapılar ardında gizli saklı değil de tevhidi gür bir sesle insanlara ilan ettiğiniz zaman; yine aynı şekilde tevhid davetini bölen, parçalayan değil de aynı inanca sahip olan insanları bir araya toplayan bir güç, bir enerji haline dönüştürdüğünüz zaman, devlet burada bir “tehdit” algılıyor. Bunu da nereden biliyorsunuz derseniz, gözaltında, ifadelerde yani kayıt dışı bazı sorulardan bunu çok net bir şekilde anlayabiliyorum ki devletin rahatsız olmuş olduğu şey, tevhid inancından daha ziyade tevhid inancının açık olması, cemaatleşmesi, örgütlenmesi ve topluma mal olması, marjinallikten çıkmasıdır. Bunu çok net bir şekilde görebiliyorum.
Bir diğer mesele var ki bence bu çok önemli bir mesele. Medyanın da bu konuyu tartışması lazım. Normalde Diyanet’e ve ilahiyata ait olan bir meseleyi kolluğa havale ettiğiniz zaman, olay bambaşka bir hal alıyor. Çünkü kolluğun elinde çekiç olduğu için, her türlü sorunu çivi gibi görüyor.
Şimdi, diyelim ki, bizim burada dinî bir iddiamız var. Bunu son serbest kaldığım mahkemede de söyledim, kayıtlara da geçirdim. Biz neden yargılanıyoruz? Deniyor ki işte bu adamlar oy kullanmıyorlar, işte demokrasiyi şirk düzeni olarak görüyorlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen bir sistemi tâğutî bir sistem olarak görüyorlar, Diyanet’i meşru kabul etmedikleri için camilerinde ve imamların arkasına namaz kılmıyorlar… Bu liste uzayıp gidiyor.
Şimdi bu, neyin konusudur? Bu, Diyanet’in ve ilahiyatın konusudur. Diyanet en güvendiği âlimlerini getirir, bizi de karşısına oturtur, 80 milyon halk hakem olur, akademi camiası da bağımsız olduğunu ve bilimsel çalıştığını iddia ettiği için hakem olur. Ve biz konuşuruz… Şimdi biz diyoruz ki sizin yaşadığınız din, Kur’an’da Allah’ın indirdiği dinden tamamen farklı, tahrif edilmiş bir din ve siz sapkınlıktasınız. Karşımızdaki sistem ve sistemin kurumları da bize diyor ki, “siz de aşırılığa saptınız, hak yoldan çıktınız”. Diyoruz ki eğer biz batıla saptıysak, siz bize güzelce anlatın, bizim hidayetimize vesile olun, biz tövbe edelim; bizim iddia ettiğimiz gibi sizin dininiz “din” değilse, biz sizin hidayetinize vesile olalım, siz tövbe edin.
Şimdi Diyanet bunu yapmadığı zaman veya İlahiyatlar bunu yapmadığı zaman, bu sorun kolluğun önüne gidiyor, savcılıkların önüne gidiyor. Oysa savcı ne dinî terimleri bilir, ne cemaatler arasındaki farkları bilir, ne cemaatleri bütünleştiren kavramları bilir… Biz yargılama süreçlerinde bunu o kadar net bir şekilde görüyoruz. Yani mahkemelerin, savcılıkların, kolluğun dinî kavramlar konusunda ne kadar cahil olduklarını bizzat gördük. Bu da, çok normaldir. Ben nasıl hukukun cahiliysem, bir hukukçunun da İslamî ilimlerin cahili olması çok normal bir şeydir. Maalesef bu konu kolluğa tevdi edildiği için, kolluk da önüne gelen belgeye bakıyor, herhalde vardır bunda bir sıkıntı diyor… .Ve süreç, ilk düğme yanlış iliklendiği için sonuna kadar yanlış işliyor.
Ayrıca, kollukla veya yargıyla ilgili, Türkiye’ye ait çok özel bir sorun var. Mesela biz şu anda, bundan 10 sene önce yargının ve kolluğu bir cemaatin kontrolünde olduğunu ve bu cemaatin kendileri gibi düşünmeyen insanlara kolluk vesilesiyle, yargı vesilesi zulmettiğini kabul ediyoruz. Hepimiz bunu kabul ediyoruz. Peki, şu anki yargı ve kolluk temiz midir gerçekten? Yani şu anki yargının kendisine emanet edildiği, kolluğun kendisine emanet edildiği adam…
Mesela adam mutasavvıf, sûfî; benimle ilgili bir belge önüne geliyor, bakıyor ki ben tasavvufu çok ağır bir şekilde eleştiriyorum ve bunu İslam’dan bir sapma olarak görüyorum. Gerçekten Türkiye’de bir memurun kendi kişisel düşüncelerini dosyaya karıştırmamasına engel olacak yasalar var mıdır? Ya buna inanan var mı Türkiye’de?
Böyle bir nesnellik söz konusu değil…
Söz konusu değil. Anca ne olur? Çünkü şunu sorabilirsiniz, dünyanın başka yerlerinde de memurların düşünceleri var. Vatandaşı nasıl koruyor devlet? Belli yasalar var, herkes onlara uymak zorunda… Türkiye’de, bu da söz konusu değil! Biri gitti, onun yerine bir başkası geldi, o da aynı şekilde kendi gibi düşünmeyen, kendi gibi inanmayan, kendi için tehdit algıladığına zulmedebiliyor. Ben gözaltılarda, yargılamalarda, savcılıklarda yaşadıklarımla artık şunu biliyorum: Yasal meseleleri konuşmaktan ziyade dinî düşünceler üzerine tartışılıyor. Çünkü onların da bir fikri var, onların da okuduğu kitaplar var…
Mesela Van’da bir savcı bana dedi ki, Mevlana hakkında seninle tartışmak isterim. Ben de ona dedim ki, onun yeri burası değil; dergiye gelirsin, randevu alırsın, otururuz, sana ikramda bulunuruz, Mevlana hakkında ne düşündüğümüzü tartışırız. Ama sen bir savcı olarak benim Mevlana hakkında ne düşündüğümü yargılayamazsın. Seni böyle bir hakkın da söz konusu değil; soruşturamazsın da yargılayamazsın da. Türkiye’de böyle bir gerçeklik var. Yasalar vatandaşları memurlardan koruyamadığı için, eğer oradaki bir memurun size karşı özel bir antipatisi varsa, size karşı özel bir nefreti varsa; mesela, düşünün, cemaat kadroları boşaldı, onların yerine milliyetçiler geldi. Böyle bir adam için çocukluğundan bu yana en önemli şey, öncelikli olan şey, devlettir. Bir hocanın konuşması geliyor önüne, devleti eleştiriyor tâğut kavramını kullanıyor, yani o kişinin kendini var ettiği, kendini tanımladığı şeyi en ağır şekilde eleştiriyor. Kim bu hocayı, böyle bir adamın şerrinden koruyabilir? Maalesef böyle bir sorun var.
Bu sebeplerin hepsini yan yana topladığımız zaman, devletin niçin bize, bizim davetimize, özellikle cemaatimize yönelik böyle bir saldırganlık içerisinde olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Teknik meselelerde mahkemelerde bilirkişi kurumu vardır. Sözgelimi kira tartışmasında, birtakım kamulaştırma meselelerinde bilirkişiden rapor istenir. Anladığım kadarıyla, devlet kendisini dinin merkezinde gördüğü için, devletin bütün ideolojik aygıtları da bu konuda herhangi bir bilirkişiyi mahkemede bulundurmayı akletmiyor olsa gerek.
Talebi de reddediyor zaten.
Siz bunu talep ettiniz mi?
Oldu tabii ki. Biz, bu konunun yargılamanın konusu değil tamamen dinî bir mesele olduğunu, Diyanet’in ve İlahiyatların meselesi olduğunu defalarca söyledik. Hatta şöyle bir şey var, Bursa’da bir yargılamada mahkemeye bir kitap geliyor. Kitabı da size mutlaka vermek isterim. Haydi İslam’a diye bir kitap; çok naif bir üslubu var, başkası yazmış. Yani ben tanımıyorum yazarın kim olduğunu ama şahitlik anlamında söylüyorum. Kitabı Diyanet’e soruyorlar. Kitabın kesinlikle bölücü bir kitap olduğunu, yayınlanmaması gerektiğini, dine zarar verdiğini falan rapor etmiş Diyanettekiler. Ben tahminim, kitabın kapağını açmamıştır bu raporu yazan adam. Benim birkaç kitabıma Adana’da bir dava açılmış, mahkemeye gitmiş, işte PYD/PKK fikirlerini yaydığından ötürü kitabın toplatılmasına diye karar vermiş. Sonra hemen yazı gelmiş, ya bu adamlar bundan yargılanmıyorlar başka şeyden yargılanıyorlar, tekrar düzeltmişler. Yani hakim, önüne gelen kitabın kapağını dahi açmamış. Şablon var önünde, şablonu direkt yazmış, yasağı koymuş, kitabı kaldırtma kararı vermiş, kitabı göndermiş. Şimdi durumun böyle olduğu bir yerde ben bilirkişilerin de ne kadar tarafsız veya “bilir” olacağına eminim değilim.
Ben bunun tek bir çözüm yolunun olduğunu düşünüyorum. Mahkemede de söylediğim gibi Diyanet kendi âlimlerini çağıracak, bir de bu fikre sahip olan benim gibi düşünen ilim talebelerini, öğrencilerini, âlimlerini, hocalarını çağıracak, karşılıklı oturacaklar. Çünkü madem hepimiz Müslüman olduğumuzu iddia ediyoruz, madem hepimiz bir kitaba inandığımızı, bir Nebi’ye inandığımızı iddia ediyoruz, hepimiz “Lâ İlâhe İllallah” diyerek bu dine girdiğimizi iddia ediyoruz, o zaman karşılıklı konuşacağız. Biz yanlışsak onlar bizim büyüklerimiz, ağabeylerimiz olarak bizim hidayetimize vesile olacaklar, bizi düzeltecekler. Onlar yanlışsa, biz de onların dindaşları, aynı dinin müntesibi olma iddiasında olanlar olarak, biz onların hidayetine vesile olacağız. Onlar kendilerini düzeltecekler. Aksi halde bu meseleler mahkemelerle, savcılıklarla, kollukla yürütüldüğü müddetçe bu zulümde böyle devam eder.
Aslında bu söylediklerimizi kamusal bir çağrı olarak da alabilirler.
Tabii ki, tabii ki. Mahkemede söylememin ve burada söylememin bir nedeni bu. Şimdi bakın şöyle bir problem var: örneğin, sizin karşınızda bir savcı var. Size soruyorum. Benim mahkemelerimi takip ettiyseniz az çok bilirsiniz bunu. Senin ismin niye Ebu Hanzala diyor bana. Yani, ben artık bunu açıklamaktan ar ediyorum. Şundan ötürü; çünkü bir isim “kod isim” olabilmesi için kişinin kimliğini gizlemesi lazım. Oysa bugün Türkiye de herkes beni gerçek ismimden ziyade Ebu Hanzala olarak tanıyor. 2008 yılından beri 5 ayrı yargılamaya konu olmuş, günlerce Türkiye gündemine manşetten bazı haberler yapılmış. Yani zaten bana bunu bir savcının sorması bile onun açısından ve hukuk sistemi açısından çok büyük bir ayıp. Bunu geçiyorum. Ben adama diyorum ki bakın, Peygamberimizin hanımının çocuğu olmamasına rağmen künyesi Ümmü Abdullah idi. Peygamberimizin künyesi Ebu Kasım idi, senin kendini nispet ettiğin mezhep imamının adı Ebu Hanife. Sen onun gerçek ismini bilmezsin. Savcıya sorsam Ebu Hanife’nin gerçek ismi nedir, muhtemelen bilmez, isminin Nu‘mân b. Sâbit olduğunu bilmez. Demek ki İslam kültüründe böyle bir şey var. Ebu Hanife kod isim mi kullanıyordu? Veya Allah Rasûlü kod isim mi kullanıyordu? Ama şimdi ben bunu ona anlatamam, onu bunu bilebilmesi için İslamî ilimlerde bir alt yapısının olması lazım, az biraz kitap karıştırmış olması lazım. Ama ben bunu Diyanet’ten bir hocaya, ilahiyattan birine çok rahat bir şekilde anlatabilirim. Maalesef bu tip bilgisizlikler şuna sebebiyet verebiliyor: Yargılamalar zaten bir zulüm, bir de işin içine böyle bilgisizlikler gelince iyice zulme dönüşebiliyor.
Türkiye de laikliği tanıma yapılırken çok ezber bir biçimde şöyle denir: Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması. Şimdi sizi dinleyince, aslında, keşke dinin üzerinde devletin tasallutunun boyutları görülüyor.
Yani dinle devletin birbirinden ayrışması ne teorik olarak ne pratik olarak örneği görülmemiş bir şey. Evet, birileri böyle tanımlıyorlar ama Cumhuriyet kurulduğundan beridir, neredeyse 100 yıldır, Türkiye kendisini laik olarak addettiği günden bu yanadır, devlet dinin üzerinde elinde balyozu bekliyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı’yla olsun, kolluk kuvvetleriyle olsun, yargıyla olsun, bu ülkede en fazla asılan insan, âlimlerdir. Ta Cumhuriyet kurulduğundan bu yana özellikle de Güneydoğu bölgesinde… Belki günün birinde tarih tarafsız bir şekilde konuşulduğunda meseleler açıldığında bu görülecektir. Başörtüsü meselesi yine. Bu ülkede başörtüsü yasaklandı, uzun bir süre insanlar kurumlarda başörtüsü takamadılar. Bu ülkede, bir dönem, çarşaf giyen insanlara yönelik yapılan zulümler oldu. Arapça, Kur’an-ı Kerim eğitimi gibi konulara yönelik yapılan bazı zulümler oldu.
Şimdi, bir ülke kurulduğu zaman bir kendisini tanımlar, bir de bazılarını ötekileştirir, tam karşısında konumlar. Örnek veriyorum, modern Almanya’da (tabii bunun gerçekliği yok ama teorik olarak) faşizmi tam karşısına koymuştur, işte Hitler düşüncesini. Türkiye Cumhuriyeti de kurulduğunda tam karşısına şeriatı ve İslam’ı koymuştur. Bugün, her ne kadar, ülkeyi yöneten iktidar muhafazakâr olsa da (ki bu, çok yanıltıcıdır insanlar için) ama devlet refleks
gösterdiği zaman Kemalist kodlarıyla refleks gösteriyor. Mesela diyelim ki ben şeriat talep eden bir insanım, şer’i bir yönetimde yönetilmek istiyorum ve şeriatın sadece Müslümanlara ve Müminlere değil, aynı zamanda, bütün bu ülkede yaşayan insanlara adalet, huzur, refah getireceğini getireceğine yakinen, isminin Halis olduğuna inandığı gibi, inanıyorum. Fakat Sistem, ben bunu dillendirdiğim zaman, şeriatı tam karşısına konumlandırdığı için, Hilafeti tam karşısına konumlandırdığı için, daha genelde İslam’ı tam karşısına konumlandırdığı için direkt devlet refleksi gösteriyor. Dün asıyordu, elinde imkân vardı asıyordu. Bugün artık o imkân kalmadı, asamıyor ama hapsediyor. Bu defa, diri diri betona gömüyor; yani dün toprağa gömüyordu cenaze olarak, bugünse diri diri betona gömmüş oluyor.
Peki o halde devlet, hangi saiklerle sizin cezaevinden çıkmanıza cevaz verdi?
Ben bir inanan olduğum için kâinatta hiçbir şeyin tesadüf olduğuna inanmıyorum. Her şeyin üzerinde bir iradenin olduğunu ve her şeyin bu irade ile gerçekleştiğine inanıyorum. Kur’an-ı Kerim’de Allah (azze ve celle) bize birçok peygamber kısası anlatıyor. Bu kısaların içerisinde her bir kıssa, aslında, insanların bir imtihanına yön gösteriyor. Mesela Yusuf Aleyhisselam kısası var ve Kur’an’da tek derli toplu ve en uzun anlatılan kısa Yusuf Aleyhisselam kısasıdır. Yusuf Aleyhisselam bir iftirayla, insanlar bunun bir iftira olduğunu bildiklerinden rağmen, suçsuz olduğunu bilmelerine rağmen hapsediliyor. Uzun yıllar hapiste kalıyor. 10 yıldan daha fazla bir sürü hapiste kalıyor. Daha sonra bir rüya, yani konuyla hiç alakası olmayan bir sebeple Allah (azze ve celle) Yusuf Aleyhisselamı zındandan çıkarıyor. Haliyle, ben de kendi sürecimle ilgili şuna inanıyorum: Allah beni imtihan etti, imanımın gereği olarak Rabbim beni imtihan etti. Ben ondan razıyım. Hiçbir şekvam yok bu konuda; çünkü ben Onun mülküyüm ve O ben de dilediği gibi tasarruf eder: Yaratırken bana sormadı ki beni imtihan ederken bana sorsun! Daha sonra Allah takdir etti ve ben çıktım. Vereceğim temel yani genel cevap bu.
Ama özelde, bunun zahiri bir sebebi var mı derseniz ben şöyle düşünüyorum: Şimdi bu dosya, son 7 yılda kamuoyuna mal oldu. İlk defa dosyaların içeriği tartışılmaya başlandı. Ve şöyle bir garabet var, bu da çok net bir şekilde görülüyor, bu garabet şu: Siz birine bir ceza veriyorsunuz, bunu en ağır iddiayla veriyorsunuz, şu örgütün üyesi veya bu örgütün yöneticisi diye. Fakat buna dair tek bir tane karine ortaya koyamıyorsunuz. Yargılama aşamasında siz soru sormuyorsunuz, yargıladığınız adam sizi yargılıyor. Yani bütün savunmalarda sizin aslında ona yönelttiğiniz hiçbir şey yok ama hâkimler “hakkında iddialar var ne dersin?” diyorlar ama bu esnada ya önlerine bakıyorlar veya telefonlarıyla oynuyorlar. Ben orada konuşuyorum, ben orada onlara bir şeyler anlatıyorum… Ki bu, görüldü biraz, medyaya mal oldu. Medyada bu konu tartışıldı. Bir de şöyle düşünün: Yani siz birini yargılıyorsunuz, 12 yıl 6 ay istiyorsunuz, yatarı 9 yıl 6 ay, denetimli ile beraber 8 yıl 6 ay. Bu adam sizden zaten iki buçuk yıl alacaklı durumda, en başta istediğiniz cezayı verseniz bile alacaklı durumda.
Siz 11 yıl mı cezaevinde kaldınız?
Tam 11 yıl olmadı, on buçuk yıl. On bire tamamlanmadan çıktım. Yani ben devletten alacaklı durumdayım. Dosyalar önce, biliyorsunuz, istinafa gitti, İstinaf bozdu geri geldi; aynı dosya tekrar İstinaf’a gitti, artık o arada ne olduysa, bu defa İstinaf onayladı. Dosya Yargıtay’a gitti, Yargıtay bozdu: Bu dosyaları birleştirin, bir de ortaya somut bir delil koyun, bu adam hangi örgütten vesaire dedi. Çok ilginç bir bozmayla dosyayı geri gönderdi. Bence artık, mızrak çuvala sığmamaya başlayınca, kendi sevenleri yani iktidarı destekleyen insanlardan da bu konuda bazı tepkiler görülünce, bu vesile olmuş oldu ve biz serbest kaldık. Şunu söyleyeyim, yani hukuki olarak benim içeride olmamdan ziyade zaten dışarıda olmam gerekliydi. Bence mahkemeler üzerindeki baskı kalkar kalmaz, mahkemeler dosyanın gereğini yaptılar.
Buradan şunu söyleyebilirim ki, bu sadece benimle ilgili bir durum değil. Benim cezaevinden çıktığım hafta, cezasını doldurmuş, denetimli serbestlik hakkı gelmiş fakat cezaevlerinin bırakmadığı insanlar vardı. Özellikle PKK ve FETÖ dosyalarında bu çok fazla var. Yavaş yavaş, son seçimlerden sonra, o insanları bırakmaya başladılar. Tutuklu olan bazı insanlar, kamuoyuna yansımayan kişiler, mahkemeye çıkan serbest kaldı. İşte ben çıktım mahkemeye ve hiç beklemememize rağmen serbest kaldım. Buradan anlıyorum ki bu seçimlerden sonra mahkemelerin üzerindeki baskı biraz olsun kaldırıldı. Hepsinden olmayabilir tabii; çünkü Türkiye’de hâlâ siyaset tutsaklar var. Mahkemelerin üzerindeki baskı kısmen kaldırılınca, mahkemeler de bunun gereğini yaptılar ve birçok insan ya denetimli hakkını dolduranlar çıktılar ya da bizim gibi tahliyeyle serbest kaldılar.
Cezaevinde diğer siyasi tutsaklarla da bir irtibatımız oldu. Bu karşılaşmalarla sizin onların varoluşlarına ve ideolojilerine dair fikrinizde bir değişme oldu mu? En azından bir sorgulama söz konusu oldu mu?
Aslında biz cezaevlerinde yıllardır diğer tutsaklarla bir şekilde karşılaşıyoruz; ya aynı koridorlarda kalıyoruz ya mahkemeye giderken, hastaneye giderken karşılaşıyoruz, spor faaliyetine çıktığınız zaman belki yan yana gelemiyorsunuz ama konuşabilecek yakınlığa gelebiliyorsunuz. Aslında bizim genel olarak, ben kendi adıma söylüyorum bunu, diğer tutsaklarla aramız iyiydi. Diğer esirlerle aramızda fazla problem yoktu. Bu da şundan kaynaklanıyor: Siz en baştan sınırlarınızı çizip “ben buyum, benim kırmızı-çizgilerim bunlardır; sen de şusun, senin de kırmızı-çizgilerin şunlardır” dediğiniz anda insanî diyaloglar başlıyor zaten. Yani o ideolojik gözlükler ve kenara konulduğu anda artık apartmandaki bir komşu gibi düşünüyorsunuz yanınızdaki insanı: İşte tuzun var mı, ben de salatalık bitti sen de salatalık var mı demeye başlıyorsunuz. İnsanî bir ilişki kuruluyor.
Türkiye’de var olan grupların, gerek İslamî grupların gerek gayr-ı İslamî grupların, birbirlerine bakarken devletin diliyle ve devletin gözlükleriyle bakması… Bu, çok ciddi bir mesele. Çok basit bir örnek vereyim, bunu cezaevinde de komşularla konuşurken söylüyordum. Başta tabii pek anlaşılmıyor ama sonra ya doğru diyorlardı. Şimdi mesela biz İslamî kesim olarak, 2010-2011 yılında Suriye’deki, Libya’daki, Mısır’da olaylar başladığında, şöyle düşündük: Bu, tamamen bir halkın zulme göstermiş olduğu tepkidir. Sol kesim, bunun kesinlikle emperyalistler tarafından kurgulandığına, bunun bir oyun olduğuna inanıyor. Aynı dönemde Türkiye’de Gezi Olayları yaşandı. Bu defa, bak olay tam tersine dönüyor: Bize göre, bu kesinlikle emperyalistlerin bir oyunu, ülke içinde karışıklık çıkarmak için yaptıkları şey…
“Dış güçler”in oyunu (!)
Tabii “dış güçler”… Sol kesim veya Kemalist-seküler kesim, bu olay kesinlikle bir özgürlük mücadelesi, bir özgürlük arayışını temsil ediyor. Bak, aynı tarihlerde dünyanın birbirine çok yakın coğrafyalarında benzer hadiseler yaşanıyor ama buna yüklenen anlamların bu kadar zıt olması gerçekten çok ilginç. Bu da şunu gösteriyor ki, biz olaylara aslında böyle nesnel, olayın kendisini anlamaya yönelik bakmıyoruz; daha ziyade, her birimizin gözünde bir gözlük var, o gözlükle olaylara bakıyoruz. Bu birçok konuda böyledir. Örnek veriyorum, bunu ciddi ciddi konuşmamız lazım, Türkiye’de kimse adalet istemiyor; dikkat ederseniz, herkes sadece kendisi için adalet istiyor. Mesela ben serbest kalıyorum; Türkiye’de bazı siyasî tutsaklar var, bazıları kamuoyuna mal olmuş, Adam şunu demiyor: “Ya o bırakıldıysa bunlar da bırakılsın.” Ki bu, doğru bir dil. “Madem bunu serbest bıraktınız, dosyasında bir delil yok diğerlerini de bırakın” demiyor. “Niye onu bıraktınız, niye bunu bırakmadınız” diyor. Bu, biz İslamî kesim için de geçerli. Mesela soldan veya diğer taraftan biri serbest bırakıldığı zaman, “evet doğrusu bu, yaptığınız doğru ama bunu diğer İslamî esirlere de uygulayın” demiyoruz. “Bak işte görüyor musun? Sistem kendi adamlarını bırakıyor, bizi içeride tutuyor” diyor. Bence sistem, zulüm konusunda tam da buradan besleniyor. Çok güzel, bölmüş, parçalamış; herkesin gözüne kendi istediği gibi bir gözlük takmış. Çünkü biliyor ki adalet talebi hiçbir zaman toplumsal bir talebe dönüşmüyor, sadece bir kesimin talebine dönüşüyor.
Masamda bir mektup var. Daha 2 gün önce cezaevinde ağırlaştırılmış müebbet yatan bir ağabeyimizden geldi. O da tamamen farklı bir davadan, sol bir davadan yatan bir kardeşimiz. İçerdeki sıkışmışlığı anlamanız açısından bunu anlatıyorum. İfadesi aynen şu: Televizyonu açıyorum, gazeteyi açıyorum, haberlere bakıyorum, yok işte efendim falancanın çocuğunun doğum günü partisi, yok falancanın annesinin işte oğluna yazmış olduğu mektup… Sanki, diyor, Türkiye’de cezaevinde 3 tane adam var biz diğerleri hiçbirimiz cezaevinde değiliz; bizim çocuklarımızın doğum günü yok, bizim analarımızın gözyaşı yok gibi. Aslında o 3 kişinin hakkını savunanlar, bunu toplumsal bir talebe dönüştürmeyi başarsalar, o zaman belki sistemin karşısında, bu ciddi bir talebe dönüşecek ve sistemi zorlayacak. Ama sistem bakıyor, bunlar kaç kişi için bağırıp çağırıyorlar? 3 tane adam için. İyi yatsın onlar da içeride, diyorlar. Hem onlar yatıyor hem diğer mazlumlar cezaevlerinde yatıyorlar. Bu da Türkiye’nin çok büyük bir ayıbı. Adalet gibi herkes için ortak olması gereken bir talep bile mahalleye göre şekilleniyor. Herkes kendi adamına adalet talep ediyor.
İslamî mahallerde şu çok güçlü bir tartışma konusuydu: Türkiye Dârü’l-İslâm mıdır yoksa Dârü’l-küfür müdür diye. Siz bu hususu tamamen başka bir yere çekip “Türkiye Dârü’n-nifak’tır” demiştiniz.
Şimdi, siz İslamî ilimlerle de ilgilenmiş birisiniz, benim bu söylemiş olduğum, kullandığım ifadeyi teknik bir ifade olarak düşünmeyin. Bir serzeniş olarak düşünün, bir haykırış olarak düşünün bunu. Yoksa teknik bir ayrıma gitmek gibi bir amacım yok. Kastettiğim şey şudur: İslam’da itikadî nifak ve amelî nifak diye bir ayrım vardır. İtikadî nifak, özetle, şudur: Bir insanın inanmadığı halde inanmış gibi görünmesidir. Bu tanıma dikkat ederseniz, biz kimseye bu tanıma göre münafık diyemeyiz; çünkü biz kimsenin kalbini bilemeyiz. Ama Kur’an-ı Kerim’de Allah (azze ve celle) bu itikadî münafıkların bazı özelliklerini zikretmiştir.
Bu özelliklere bakarak bir kişide itikadî münafıkların özelliklerinin olduğunu söyleyebiliriz. Kur’an’da benim en çok dikkatimi çeken şey, münafıkların korku ve maslahat ehli olmasıdır. Korku ve maslahat ehli…
Örnek veriyorum, Bakara Sûresindeki 11. Ayet: Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû fîl ardı, kâlû innemâ nahnu muslihûn. (Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın!” denildiği zaman, onlar derler ki “hayır, biz ıslah edicileriz.”) Allah (azze ve celle) sonrasında diyor ki: “Onlar müfsid olanların ta kendileridir.” Bu ayet şunun üzerine iniyor: Medine’yi düşünün; Medine’de Peygamberimiz gelmeden önce oluşmuş bazı ilişkiler var, ekonomik ilişkiler var, siyasi ilişkiler var, askeri ilişkiler var… Ve bunların hepsine Yahudiler hükmediyorlar. Yani silah sanayi de onların elinde, ziraat-gıda da onların elinde, pazarların tamamı onların elinde, sanat işleri de onların elinde. Şimdi Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) gelince diyor ki, bu adamlar zalim adamlar; bunlar hem kendi dinlerini tahrip ettiler hem de Allah’ın kullarına zulmettiler; bunların pazarında faiz var; bunların insan ilişkilerinde adaletsizlik var; biz bunlara alternatif bir toplum oluşturalım. Herkesin kendini güvende hissettiği, herkesin şer’i yasalar karşısında eşit olduğu, birinin elinde servet var diye diğerini sömürme hakkına sahip olmadığı bir sistem kuralım. Adil, eşit bir sistem kuralım. Ve Peygamber Medine’dekilere de diyor ki: Onlardan uzak durun, onlara tavır alın ki sistemleri çöksün, biz burada yeni bir sistem kuralım. Bu adamlar da diyorlar ki, ya para bunlarda, silah bunlarda, gıda bunlarda, pazar bunlarda, biz bunlarla bağımızı koparırsak olmaz!… Ve bu yaptıklarının, Allah’ın bu yasağını, bu sınırını çiğnemelerini “biz ıslah edicileriz” diyerek ifade ediyorlar. Maslahat kelimesiyle ıslah kelimesi aynı köken geliyor zaten. Bütün münafıklar, maslahatçıdır. Kendi maslahatları söz konusuysa, kendi ticaretleri, kendi vakıfları, kendi dernekleri, kendi elde ettiği “kazanımları” söz konusuysa, Allah’ın koyduğu her türlü yasağı çiğneyebilirler. Her türlü zorbayla ilişki içerisine girebilirler. Her türlü zorbayı meşrulaştırabilirler. Niye? Elde ettikleri “kazanımlar” gitmesin diye. Ve buna da maslahat derler.
Bugün, Türkiye’ye bu gözle baktığınız zaman, ülke yanıyor; cezaevlerinde yüzbinlerce insan inim inim inliyor; ülkedeki insanların %77’si yargıya güvenmiyor; ekonomik durum ortada, 11.000 TL maaş alan insanlar 20.000 TL kira ödemek zorunda bırakılmışlar. Ama büyük bir kesim, Allah’a ve ahiret gününe inandığını iddia eden kesim, sırf elde ettiği “kazanımları” kaybetmemek adına ve “biz bunu Müslümanların maslahatı adına yapıyoruz” diyorlar. Aynı cümleyi aynı şekilde kullanıyor. Veya, mesela, diyelim ki başka bir ayet var, Maide Sûresinde, yine Allah’ın benzer yasakları var, yeni bir toplum oluşturuluyor; ur dediğimiz sömüren, zalim, Allah’ın sözünü bozmuş insanları Allah bertaraf etmek istiyor. Bahsettiğim adamlar, yine, tam tersini yapıp bunları dost tutup bunları güçlendiriyorlar. Niçin bunu yapıyorsunuz? diye sorulduğunda “nahşa en tusibena daireh” (başımıza bir bela gelmesinden korkuyoruz) derler. Korku… Şimdi, bu korku ve maslahatçılık insanı münafıklaştıran sebeplerden sadece biridir.
Türkiye’de bu niye böyledir? Benim kanaatim tabii bu: Cumhuriyet kurulduğunda, biraz önce de söylemiştim, İslam’ı karşısına aldı ve gerçekten İslam’a ve İslam âlimlerine yönelik çok ciddi baskılar, çok ciddi zulümlerde bulundu. Buna ses çıkaran, buna başkaldıranların da üzerlerinden silindir gibi geçti. Ben Güneydoğu’ya gittiğimde, orada bir akrabama, bir büyüğüme bir şey anlattığım zaman bana o günleri anlatıyorlar hâlâ. “Sen burada neler olduğunu biliyor musun?”, “buğday tarlalarında buğdaylarla beraber kaçak insanların ateşe verildiğini biliyor musun?”, “insanların köy meydanlarında soyulduğunu, kadınlarının gözünün önünde çıplak bir şekilde infaz edildiğini biliyor musun?” derler. Yaşlı 80 ve üzeri olanlar hâlâ anlatıyor. Kimi zaten bu konuları konuşmaya yanaşmıyor, yanaşan da o günlerin kendisine aktarılan veya bizzat gördüğü şeyleri söylüyor. İslamî kesimde müthiş bir korku oluşmuş sisteme karşı ve bu da takiyyeci, gizlilik içinde hareket eden, bir türlü kimlik kazanamayan, kimliğini gizleyen bir Müslüman profili oluşturmuş. Sonra bu durum, sağ partilerle beraber kurumsallaşmış.
Şimdi bakın, mesela, bu ülkede Kemalizm’in toplumdaki karşılığı kaçtır? Kemalistlerin bir olay olduğunda çıkan seslerine bakın… Nasıl bir kaşık suda fırtına kopardıklarına bakın. Bir de, bu ülkede İslam, muhafazakârlık, milliyetçiliğin karşılığına bakım rakamsal olarak. Değerleri çiğnendiğinde çıkarabildikleri sese bakın, buradan bile anlayabilirsiniz.
Sağ partilerle beraber bu korkaklık kurumsallaşınca, İslamî yapılar da partileşip parlamentoya girecek ve bu yolla İslam’a hizmet edeceğiz deyince, cemaatlerin büyük çoğunluğu da bunları destekleyince, artık bu korkaklık, bu takiyye, bu omurgasızlık, “bu bana bir şey olmasın da, benim kazanımlarım gitmesin de isterse bütün dünya yansın” anlayışı kökleşti ve kurumsallaştı. Siz medyada olduğunuz için bunu daha iyi bilirsiniz, gidin toplum tarafından bilinen herhangi bir yapıya “şu şu şu zulümler var, biz bunlara sizin de ses çıkarmanızı istiyoruz, bir taraf olmanızı istiyoruz” dediğinizde muhtemelen dönüp size söyleyecekleri şey şudur: Ya elhamdülillah çalışıyoruz, çalışmalarımız çoktur, bazı kazanımlarımız var bunları kaybetmek istemiyoruz… Benim “Türkiye Dârü’n-nifak oldu” dememi aslında (dediğim gibi teknik bir ayrım değil ama) bu mevcut duruma karşı bir isyan, mevcut duruma karşı bir serzeniş olarak kabul edebiliriz.
Korku ve maslahat, birçok kesimde artık kendisini kurumsal bir şekilde hissettiriyor. Yani küçücük, mikro, daracık bir alanda o elden gitmesin diye vermediği taviz, vazgeçmediği ilkesi kalmayan insanlar ülkesine döndük.
Tabii şöyle de düşünebilirsiniz, Türkiye’de sorgulamama kültürünün de buna çok ciddi bir etkisi var. Diyelim ki ben şu koltukta oturuyor ve kendimi züht üzerinden tanımlıyorum, “benim yolum züht yoludur” diyorum ve milyonlarca insana zühdü, zühdün gerekliliğini züht ehli insanların ne kadar Allah dostu olduğunu anlatıyorum. Fakat beni silkeleseniz Türkiye’de birkaç tane şehir benden düşenle doyar; öyle de bir hayat yaşıyorum. Şimdi karşımdaki insanın dönüp bana şunu söyleme hakkı olması lazım veya bunu söylemesi lazım: Ya iyi de sen züht diyorsun da bir yaşantına bak, yaşadığın hayata bir bak bakalım, bunun zühtle bir ilgisi var mıdır? Bu sorgulama kültürü ortadan kalktığı için bu tip insanların, yani maslahatçılığı ve korkuyu din edinmiş, kimlik edinmiş insanların toplumda bu kadar revaç bulması ve dinî hayata da bunların yön vermesi biraz da bundan kaynaklanıyor.
Mesela ben cezaevinde bununla karşılaştım, diyelim ki bir adam din adına konuşuyor, bütün ömrü boyunca din adına mücadele ettiğine inanıyor, 55 yaşına gelmiş. “Bayım siz hiç hayatınızda Kur’an okudunuz mu?” diyorum, “Daha hiç okumadım, ilk defa cezaevine geldiğim zaman Kuran okudum.” 30 yıl İslamî bir mücadelenin içinde kaldığına inanıyor, bir defa dahi Kur’an mealini okumamış. Şimdi bu adama kim din diye ne anlatsa, bu adam niye yutmasın ki? Adam işte takiyye diyor, maslahat diyor, ikrah diyor, anlatıyor, karşısındaki adamın da buna dair hiçbir bilgisi olmadığı için, Kur’an dahi okumadığı için bilmiyor. Veya “ben Rasûlün yolundayım” diyor, kaç defa Rasûlün hayatını okudun, yani sana anlatılan Rasûl ile güvenilir Siyer kaynaklarındaki Rasûl arasında bir benzerlik, bir paralellik var mı mesela? Ben diyelim ki bu koltukta oturuyorum ve “ben Peygamber vârisiyim,” diyorum. Senin Peygamber’i tanıman lazım ki benim gerçekten O’na vâris olup olmadığımı anlayabilesin. Veya ben sana diyorum ki “ben seni Allah’a çağırıyorum,” senin Allah’ı tanıman lazım ki benim seni çağırdığım Allah ile gerçekten Kur’an-ı Kerim’de anlatılan, sünnette anlatılan İlah aynı şey midir anlayabilesin. Bu, cehalet ve sorgulama kültürünün olmamasından kaynaklıdır. Yani yoksa ben şuna inanıyorum: Kur’an-ı Kerim’i düşünerek bir defa okuyan bir adam, Türkiye Dâr’ün-nifaktır dediğimiz de kast ettiğimiz o korku ve maslahatçılığa karşı der ki “Peygamberlerin davetinde böyle bir şey yoktur, Peygamberlerin mücadelesinde asla böyle bir yöntem söz konusu değildir.” Ama, maalesef, insanlar bunu yapmadıkları için bunu anlamak da çok kolay olmuyor.
Biraz cemaatinizden bahsedelim. Cemaatinizin amacı tevhit davetinin yaygınlaştırılması, yayılması olarak addediliyor. Siz bu beyanatta ve imanda bir eksiklik ya da bir yanlışlık gördüğünüz için mi acaba, zaten ehl-i Tevhit olduğunu düşünen insanlara bir de tevhit davetiyle gidiyorsunuz?
Şimdi burada galiba şöyle bir ayrım yapılması lazım: Allah’a iman etmek ile Allah’a Allah’ın istediği şekilde iman etmek arasında bir fark var. Ben Allah’a iman ettim demek, Allah nezdinde yeterli midir? Veya bunu beyan etmek, Allah nezdinde yeterli midir?
Bizim Kur’an’dan da Sünnet’ten anladığımıza göre, yeterli değildir.
Evet, toplum Allah’a ve ahiret gününe iman ettiğini, peygambere tâbi olduğunu beyan ediyor ama bunun gereklerini yerine getirmiyor. Topluma yeniden imanın, tevhidin, Lâ İlâhe İllallah’ın anlatılması, hatırlatılması lazım.
Peygamber aleyhissalâtü vesselâmaın bir uyarısı var: “Benim ümmetimden bir grup putlara tapmadıkça, bir grup da gidip müşriklere ilhak olup onlara katılmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Benim ümmetimde 30 tane yalancı çıkacaktır, her biri Nebi olduğunu söyleyecektir, oysa Allah’ın sonu Nebi’si benim.”
Kim bu putlara tapanlar? Kim bu müşriklere katılanlar? Kim bu Yahudileşenler? Kim bu Hristiyanlaşanlar? Demek ki böyle bir tehlike var ve bizim topluma bu tehlikeyi hatırlatmamız lazım. Bakın Allah’ın Rasûlü, insanlara karşı en merhametli olan, insanlara karşı en şefkatli olan, sabahlara kadar ümmetim ümmetim diye gözyaşı döşen döken bir Peygamber, günün birinde ümmetinin hak yoldan sapacağını da aynı şekilde beyan etmiştir. Bizde de, şu anda, bu problemler olabilir. Bunu anlamanın tek bir yolu vardır: İnançlarımızı,
ahlâkımızı, amellerimizi Peygamberin getirdiği o pak davete yeniden arz edeceğiz; ne kadarın Yahudileşme, Hristiyanlaşma ve müşrikleşme olduğunu tespit edip ayıklayacağız; ne kadarın İslam’a uygun olduğunu tespit edip Allah’a hamd edeceğiz.
“Ey iman edenler, iman ediniz” ayeti de bu bahsettiğiniz temayüllere karşı bir uyarı mıydı?
Tabii. Yani bu, şunu bile gösterir: Allah Rasûlünün yanındaki en seçkin topluluğun bile, yer yer tevhid bilincini yenilemek, imanı tekrardan yenilemek tecdit etmek, bazı şeyleri gözden geçirmek gibi bir ihtiyaçları vardı. Bizimki gibi uzaklaşmış, zaman olarak da yaşantı olarak da İslam’dan bu kadar uzaklaşmış bir toplumun bu imanı tecdit etmesi, yeniden bazı şeyleri düşünmesi kaçınılmazdır. Mutlaka bunun olması lazım.
Peki Türkiye’de, sizce, insanlar ile Allah arasındaki rabıtalar ya da aracılar ân itibariyle nelerdir?
Birincisi, hocalar; insanlarla Allah arasındaki en büyük engel hocalardır. Allah’ın rahmet ettiklerini müstesna, kulluk bilincinde olan ve insanları kulluğa davet edenleri bir kenara koyuyorum. Çünkü âlimlerin aslî vazifesi, topluma Allah’ı tanıtmaktır; toplumun doğru bir Allah inancına sahip olmasını sağlamaktır. Ama bugün Allah inancına sıra gelmiyor ki. Arada şeyhler var, gavslar var, sâdâtlar var, imamlar var, mezhep büyükleri var… Yani toplumun bunları tanıyana kadar ömrü bitiyor zaten. Sıra bir türlü Allah’a gelmiyor. Bugün, mesela, benim adıma ve bu ülke adına çok üzücü bir şeydir: Birçok dindar insanla oturun, size saatlerce menkıbe anlatabilir, size saatlerce hikâye anlatabilir, efsane, öncekilerin masallarından bir şeyler anlatabilir ama deyin ki “bana biraz da Allah’tan söz et, nasıl bir Allah’a inanıyoruz?” 3 dakika 5 dakika konuşur ve konuşma orada biter. Bu, bize gösteriyor ki âlemlerin rabbi olan Allah’ı çok az tanıyoruz, ama onun dışındaki birçok varlığı Allah’ı tanıdığımızdan daha iyi tanıyoruz. Mesela ben, kendimize yönelik de bunu bir özeleştiri olarak kabul ediyorum, bunu yazıyorum, arkadaşlarıma da söylüyorum, biri bana sorduğunda, bir mezhep imamıyla ilgili çok fazla bilgim var ama bana Kur’an-ı Kerim’de anlatılan, bana öncü diye tanıtılan, bunların peşi sıra yürüyün denilen Peygamberlerle ilgili ilgili çok az bilgimiz var. Burada, bir şeyler tersine dönmüş demektir. Yani tabii ki imanlarımızı da tanıyacağız. Elbette onları tanıyacağız. Sonuçta ilmi bize kolaylaştıran, bize nakleden insanlar onlardır ama onlardan daha öncelikli tanımamız gereken kişiler var; onlar da Allah’ın elçileridir, peşi sıra yürümekle mükellef olduğumuz seçilmiş insanlardır. Dediğim gibi birinci engel, hocalar, ilim adamlarıdır.
İkinci büyük engel, gelenektir. Gelenek, bugün, insanlarla Allah azze ve celle arasında çok ciddi bir engeldir; çünkü şöyle bir durum var: İnsan genelde bugünün yaralarını sarmak için geçmişi yeniden kurgular, biraz da yüceltir. Bugün ne kadar eksiğin varsa geçmiş üzerinden temizlenir. Biraz da kaçmak için nostalji yaparsınız ama iş gerçekliğe gelip o geçmişle yüzleşmek söz konusu olduğunda kendi uydurduğunuz yalanlar sizin geçmişle yüzleşmenize engel olur. Şimdi düşünün siz geçmişle övünüyorsunuz ve ben geliyorum size diyorum ki, “senin geçmişin çok problemli, bu geçmişin tekrardan Kur’an’a ve sünnete arz edilmesi lazım, bu geçmişin tashih edilmesi lazım.” Bunu kabul etmek çok kolay değil. Onun için gelenek, geçmiş, tarih; bugün toplumla Kur’an arasında, toplumla İslam, toplumla Allah arasında çok büyük bir engel olarak duruyor.
Bir de tabii şöyle bir durum var. Klasikleşmiş ama çok gerçek bir sözdür bu: İnsan inandığı gibi yaşamadığında yaşadığı gibi inanmaya başlıyor. Şu anda Türkiye’de, özellikle son 20 yılda, ciddi bir dünyevîleşme var. Artık İslamî kesim iktidarın nimetlerinden faydalanmaya başladı, zenginleşmeye başladı, düne kadar onlar için hayal olan, çok uzak olan şeyler bugün artık ellerinin altında çok rahat ulaşabildikleri şeye dönüştü. Sağlam bir inanç ve çok güçlü bir ahlâk, çok güçlü bir karakter olmazsa, insanın dünyanın fitnelerine, dünyanın cazibesine direnmesi mümkün değildir. Bugün yaşadığımız hayat, bizimle Allah arasındaki en büyük engeldir. Çünkü gerçek anlamda Allah’a kulluk etmek istediğimizde yaşadığımız hayatı terk etmemiz lazım ve bunu yapamadığımız için, bunu göze alamadığımız için yaşadığımız hayatı Allah’a tercih ediyoruz. Ve yaşadığımız hayatı da Allah’la meşrulaştırıyoruz, mutlaka bir şeyler buluyoruz. Birbirimizi Allah’la kandırıyoruz. Allah bize hidayet etmezse, ayaklarımızı sabit kılmazsa, elimizden tutmazsa, insanın bu cezbedici fitneler karşısında direnmesi mümkün değildir.
Peki siz kendinizi ya da cemaatinizi “selefi” olarak tanımlar mısınız?
Biz kendimizi selefi olarak tanımlamıyoruz. Daha ziyade, kendimizi “Müslim” diye tanımlıyoruz; yani Allah’a teslim olmuş kişiler. Çünkü Allah Kur’an-ı Kerim’de öyle diyor: “huve semmakumul muslimine min kablu ve fi haza.” (Bundan önceki peygamberlerde de, Allah Rasûlü döneminde de, Allah sizi müslimler olarak isimlendirdi.) Yani şirksiz bir şekilde, yalnızca Allah’a teslim olanlar olarak isimlendirdi. Allah’ın verdiği isim, isimlerin en güzeli olduğu için bu ismin daha uygun, daha güzel olduğunu düşünüyorum. Onun için kendimize Müslim demeyi tercih ediyoruz.
Size “selefi” diye hitap edilmesinde bir sorun görüyor musunuz?
Hayır, insanlar kendilerine bir isim seçtikleri zaman bu isim şer’en kötü bir isim olmadığı müddetçe ve bu isim insanı İslam ümmetinden koparıp fırka haline dönüştürmediği müddetçe insanların seçtiği isimlerde bir beis yoktur. “Ensar” ve “muhacir” isimlerinin kullanılması gibi mesela. Bize selefi denmesinin nedeni şu olabilir, Allahu alem: Şimdi, İslam tarihinde bir öze dönüş hareketi var; öze dönüş, yani daha ilk nesillerden hemen sonraki bozulmayı gören âlimler, bazı takva ehli ve züht ehli olan insanlar “biz niye bozulduk? Özden uzaklaştığımız için bozulduk, öze dönelim, yani Kur’an’a ve Sünnete dönelim. İlk neslin Kur’an’ı ve Sünneti anladığı gibi, yani Allah’ın övdüğü, razı olduğu dönemdeki gibi bu dini yaşayalım” dediler. Böyle bir söylem başladı. Selefilik de bu söylemin kollarından bir tanesidir, tamamen kendisi değildir. Bu bir söylemdir, bu bir çağrıdır, birçok âlim bu çağrıyı dinlendirmiştir. Selefilik de bu damardan bir damardır. Biz de öze dönüşü savunuyoruz, selefilik de öze dönüşü savunuyor. Bizde Kur’an ve sünnet vurgusu ve ilk nesil vurgusu çok fazla var, kendisini selefi diye tanımlayanlarda da bu vurgu çok fazla olduğundan dolayı bizim için “bunlar da selefidir” dediklerini düşünüyorum.
Selefilik bahsini şunun için açtım: Biliyorsunuz Türkiye’de de, dünyada da selefiliğe olan ilgi azaldı. Yani bizim Vahhabi dediğimiz ama kendilerini “selefi” olarak tanımlayan Suudi Arabistan’da da, son zamanlarda, selefilikle arasına mesafe koyan bazı açıklamalar yapıldı.
Siz selefilik dediğimiz zaman, bence, aslında önce şu sorunun sorulması lazım: Hangi selefilik? Şimdi öze dönüş dedik, ana kavram bu. Ama bunun farklı dalları var. Selefilik bu dallardan bir tanesi sadece; öze dönüşü savunuyor ama günümüze geldiğimiz zaman birçok selefilik var. Örnek veriyorum ilmî selefilik dediğimiz bir selefilik türü var. Tamamen şer’i ilimlerle ilgilenen, yaşadığı ülkenin yönetimini meşru bir yönetim olarak kabul eden, ona itaat etmenin zorunluluğuna inanan bir selefilik türü. Suudi Arabistan merkezli veya Körfez ülkeleri merkezli bir selefilik diyebiliriz buna.
Cihadî selefilik var, birincisinin tam tersine mevcut otoriteleri reddeden ve bunlarla savaşmanın zorunlu olduğuna inanan ve sahada pratik olarak da silahlanan ve savaşan bir selefilik türüdür bu.
Siyasî selefilik var. Mesela bu tür selefilik, son dönemlerde artık daha gündeme geldi, Kuveyt gibi, Mısır’daki Nur Partisi gibi parti kuran, seçimlere katılan, meclise gelen ve bu yolla toplumu dönüştüreceğine inanan bir selefilik türü var.
Bir de böyle son dönemlerde yaygınlaşan bir selefilik türü var: Bizim ahlâkımız bozuldu, bozulan ahlâk da bizim inancımızı da etkiledi, onu da bozdu diye düşünen ahlâkî bir selefilik türü var. Mısır merkezli bu selefilik türü dünyada da bu yaygınlaşıyor.
Şimdi biz selefilik dediğimiz zaman bunlardan hangisini kastediyoruz? Çünkü bunlar birbirlerine karşı çok zıt yerlerde konumlanıyorlar. Mesela çok basit bir örnek üzerinden gidecek olursak, diyelim ki bugün İslami kesimin son 20-30 yıldır en fazla tartıştığı konular; seçimlere katılmak, demokratik yollarla İslam’a hizmet etmek mümkün müdür değil midir, Müslümanlar demokrasinin bir parçası olabilirler mi, demokrasi Müslümanlara özgürlük alanı tanıyabilir mi konularıdır. İlmî selefilik dediğimiz yapı, bunu bir bid’at olarak görüyor; çünkü bu, meşru yönetimlere muhalefet oluşturduğu için, bunu Hz. Ali’nin karşısındaki Hariciliğe benzetiyor partileri. Bu çok uç, çok absürt bir düşünce. Bunu yapanları Müslüman kardeşi olarak kabul ediyor bu pratikleri bid’at olarak tanımlıyor. Cihadî selefilik, bu konuları küfür olarak kabul ediyor. Bunu yapanların kâfir olduğuna inanıyor ve bunlarla savaşılması gerektiğine inanıyor. Tabii onların arasında da bazı ayrımlar var, ama konu olmadığı için oraya girmiyorum. Diğer yandan siyasi selefilik tam tersini savunur: Bir konum almak gerektiğine inanıyor, parti kurmak gerektiğine inanıyor ve seçimlere katılmak gerektiğine inanıyor. Ahlâkî selefilik ise, bunların hiçbiriyle ilgilenmiyor; bunları boş bir uğraş, konuşulmaması gereken şeyler olarak görüyor; biz tamamen kendi içimize dönelim diyen bir anlayışla yaklaşıyor.
Bu kadar zıt, yani bir güncel konuda bile bu kadar birbirlerine zıt mesafe alabilen ama tanımda hepsi Kur’an, sünnet ve ilk neslin Kur’an’ı ve sünneti anladığı gibi anlayalım diyen insanlar. Onun için tekrar söylüyorum, akademide de ben bu hatayı çok görüyorum, selefilikten konuşuyorlar ama hangi selefilikten konuştukları çok belli değil.
Total bir kavram gibi…
Öyle. İçeriden gelmedikleri için kesişme ve ayrışma noktalarını da çok iyi tespit edemiyorlar. Şimdi insanlarda niçin selefiliğe ve öze dönüşe karşı tepki var? Veya çok rağbet yok, öyle diyelim. Bunun birinci nedeni, bu zikrettiğim selefiler arasındaki bu farklılık; yani arayış içerisinde olan bir insan selefilere baktığı zaman, dış görüntüleri aynı, kullandıkları kavramlar aynı, okudukları ayetler ve naslar üç aşağı beş yukarı aynı, eleştirdikleri şeyler aynı ama her konuda çok başka şekilde konumlanıyorlar. Şimdi bunu gören bir insan, gerçekte öyle olmasa bile burada tutarlı olmayan bir düşünce gördüğünü zannediyor.
İkinci sebep, bu selefiliklerin kendi aralarında müthiş bir didişme var. Mesela Suudi Arabistan’dan örnek vereyim, orada en büyük kavga ilmî selefilik ve cihadî selefilik arasındadır. Suudi Arabistan’ın devlet olarak kendisine en fazla düşman kabul ettiği şey, belki, cihadî selefiliktir. Ve bunlar sürekli bir kavga, sürekli bir didişime halindeler. Bu iç çekişme, birbirlerine karşı konuşma biçimlerini de belirliyor. Mesela, diyelim, siz Suudi Arabistan âlimlerinden birinin cihadî selefilik ekolüne mensup bir âlim hakkındaki konuşmalarını dinleseniz, yani muhtemelen ömründe Amerika’ya, ömründe İsrail’e karşı o kadar ağır bir dil kullanmamıştır. Cihadî selefiler de onları “telefi” diye isimlerdir; Telefi, yani telef olan… Toplum bu manzaraya baktığı zaman, ister istemez biraz geri duruyor.
Üçüncü sebep şu olabilir: Şimdi Suudi Arabistan selefiliğin hamisi olarak görünüyor veya bu şekilde bir algı oluşturuluyor. Ama bu, doğru bir şey değil. Suudi Arabistan selefiliğin değil, sadece selefiliğin bir kolunun hamisidir. O da zaten pek dünyada sevilmeyen bir kolunun hamisidir. Şimdiki gençlerin ifadesiyle söyleyeyim, Suud evlat olsa sevilmez. Çünkü Müslümanların hiçbir meselesinde İslam’ın ve Müslümanların yanında durmamıştır. Suudi Arabistan’ın safı bellidir, Amerika’nın yanındadır, İsrail’in yanındadır, zalimlerin yanındadır. Ümmetin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını Batılılara peşkeş çekmektedir. Bir ümmete ait olan zenginlikleri sadece bir aileye vermek suretiyle ümmetin kalan kısmını sömüren, bir ülkedir Suudi Arabistan. Böyle bir ülke selefiliğin hamisi gibi göründüğü için, insanlar Suud’a olan nefretlerini biraz da selefiliğe yansıtıyorlar.
Bir başka neden de şu olabilir: İnsanoğlu için en zor şey alışkanlıklarını değiştirmektir. Bu bireysel alışkanlıklar içinde geçerlidir, kültürel ve dinî alışkanlıklar için de geçerlidir.
Öze dönüş fikrinin bütün damarları (selefilik de buna dâhil), insanlara sizin bütün bu alıştıklarınız yanlıştır, bunlardan tövbe etmeniz lazım, sünnete uygun yepyeni dinî alışkanlıklar kazanmanız lazım diyor. Bir insan ev değiştirirken bile zorlanıyor. Araba değiştirirken, kıyafet değiştirirken bile zorlanırken yüzyıllara mal olmuş bir dinî yaşantıyı insanların değiştirilmesi o kadar da kolay olmasa gerek. Bunun Türkiye’ye özgü bir nedeni de şudur: Osmanlı’nın son dönemlerinde Suudi Arabistan’da Muhammed bin Abdülvahhab’ın torunlarıyla yaşanan o kavga bu meseleyi Türkiye’de millî bir duyarlılık haline getirmiş. Yani selefilik, Vahabilik dendiği zaman insanların aklına hemen Osmanlı, Osmanlının yıkılması, bunların Osmanlının yıkılmasında pay sahibi olup olmadığı geliyor. Bunların doğruluğuna ve yanlışlığına bakmaksızın sadece anlatılmış birtakım hikâyeler üzerinden Osmanlıya olan sevgi, selefiliğe olan düşmanlığa dönüşüyor burada.
Dünyanın bir bölümünde, evet, gerçekten selefiliğe karşı bir tepki var, insanlar uzaklaşıyorlar ama dünyanın başka bir kesiminde ise bir arayış var ve bu arayışın sonunda insanların yolu öze dönüşle, Kur’anla, sünnetle, ilk nesildeki o en pak haliyle yaşanmış dinle kesişmiş oluyor.
Din yorgunu haline geldik; insanlar artık din dinlemek değil, dinî yaşantı görmek istiyorlar. Ahlâk görmek istiyorlar, merhamet görmek istiyorlar. Toplumda kendisine Mü’min diyen Müslim diyen insanların mazlumlara, düşmüşlere, çaresiz insanlara el uzatmasını bekliyorlar. Din diye anlatılanların, ete kemiğe bürünmüş halini görmek istiyorlar. Kim yaşadığımız dünyada dini ne kadar temsil ederse o kadar insan ona yönelecektir. Ahlâkî anlamda bunu temsil ederse, bugün selefiler veya öze dönüşü savunanlar veya bizim gibi insanlar, güzel bir şekilde dinlerini anlatır ve bunu da aynı şekilde güzel temsil edebilirlerse, o var olan o arayış, dine doğru meyleden dünyanın bir kesimindeki insanların yolu muhtemelen burayla kesişecektir diye düşünüyorum.
İnsanlarda bir “din yorgunluğu” oluştu dediniz. Aynı zamanda Türkiye’nin kamusal alanında da bir tarikat yorgunluğundan bahsedebilir miyiz bilmiyorum ama bir tarikat bolluğu var. Tarikat ve cemaat bolluğu… Siz bilhassa devletle sıkı fıkı olan bu tarikatlar ve cemaatler hakkında ne düşünüyorsunuz? Onlar sizin hakkınızda çok pozitif şeyler söylemiyorlar.
Ben de onlara karşı boş değilim. Duygularımız karşılıklı. Burada, aslında, bizim şu yönden bakmamız lazım: Bir tarikatın veya bir cemaatin devletle ilişkisi değil de hangi devletle ilişki kurduğu, hangi devletle sıkı fıkı olduğu önemlidir. Çünkü Allah azze ve celle Kur’an-ı Kerim’de, Peygamberimiz de sünnetinde bununla ilgili çok net bazı çizgiler koymuştur. Mesela, birçoğumuzun Türkiye’de bildiği bir ayet var, Hûd Sûresinde: “Festakim kemâ umirte vemen tâbe me’ake” (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Seninle beraber tevbe edenler de emrolunduğu gibi dosdoğru olsunlar!). Demek ki hem Peygamberin hem Peygambere ümmet olma iddiasında olanların emrolundukları gibi dosdoğru olma gibi bir sorumlulukları var. Peki, ne yaptıkları takdirde emrolundukları gibi dosdoğru olmazlar? Bir ayet sonrasında bunu izah ediyor Allah: “Velâ terkenû ilâ-llezîne zalemû fetemessekumu-nnâr” (Zalimlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur.)
Demek ki Peygamber ve Ona tâbi olanlar, biriyle ilişki kuracakları zaman onun bir zalim olup olmadığına, onun adil olup olmadığına bakmak gibi bir sorumlulukları var. Eğer bizim içinde yaşamış olduğumuz sistem veya dünyada var olan sistemler (bu sadece Türkiye’de değil, bütün cemaatlerin ve tarikatların ortak problemidir) adilse, zulümden aramışlarsa, hem şirk anlamında tevhid hem de normal bildiğimiz zulüm anlamında arınmışlarsa yani adil iseler, o zaman bunlarla sıkı fıkı olmakta hiçbir beis yoktur. Hatta Allah’ın emridir, onlara yardımcı olmamız. Ama tam tersi, eğer bu sistemler zalimse, zulüm ediyorlarsa, adaletten sapmışlarsa, o zaman onlarla diyalog kuran… Okuduğum “Velâ terkenû” ayetinde yani onlara meyletmeyin, onları bir sırtlık gibi yapıp sırtınızı onlara dayamayın buyuruyor Allah. Mesela bazı müfessirler, bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken “onlardan yardım talebinde bulunmayın ki onları meşrulaştırmayın” diye yazarlar. Yani yaptıkları zulümleri meşrulaştırmayın, onlara müdâhene yapmayın, yani onlara yağcılık yapıp onların kötülüklerini meşrulaştıracak bir dil kullanmayın gibi ifadelerle bu ayet-i kerimeyi tefsir etmişler, en azından Sünni müfessirler bu şekilde tefsir etmişler.
Haliyle bugünkü cemaatlerin sistemle kurdukları ilişkide şu soruyu sorması lazım: Sistem adil mi zalim mi? Zalimse, Allah muhafaza, bu ayeti kelimenin kapsamına girerler. Peygamberimizin de bu konuda koyduğu çok net bir ölçü var, birçok hadis imamının rivayet ettiği şöyle bir hadis var. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) diyor ki: Benden sonra bazı yöneticiler gelecek (ve bunların iki sıfatını zikrediyor), yalan söyleyecekler ve zulüm edecekler. Kim söyledikleri yalanlarda onları doğrularsa ve yaptıkları zulümlerde onlara yardımcı olursa, ben onlardan beriyim onlar da benden beridir. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) bunu söylüyor. Şimdi eğer bugünkü yönetimler doğru sözlü yönetimlerse (ki ben ne yönetimlerin ne onlara payanda olan medyanın doğrulukla uzaktan yakından ilişkisinin olmadığını düşünüyorum) veya bunlar adil dersem ama bunlar zalimse, Peygamberimizin dediği gibi onların yalanlarını doğrulayan, toplum içinde onları meşrulaştıran veya onların zulümlerinde onlara yardımcı olan, kadro sağlayan, eleman sağlayan, ekip sağlayan insanlardan olurum, oysa Peygamber diyor ki “ben onlardan beriyim, onlar da benden beridir.” Yani Allah Rasûlü onlarla arasındaki bağı, bu sıfatta olan insanlarla bağı koparıyor.
Şimdi dünyadaki cemaatler de maalesef zalim ve yalancı sistemlerle ilişki kuruyorlar. Bunu Türkiye’ye özelleştirmenin bir gereği yok; bu, bütün dünyada, kendisini İslam’a nispet eden ama İslam’la hiçbir alakası olmayan bütün yönetimler için geçerli. Bu coğrafyada da aynısı geçerli ve farkında olmadan bu yaptıklarıyla hem zalimlere meyletmiş oluyorlar hem de Allah Rasûlü ile kendi aralarındaki bağı koparmış oluyorlar.
Mesela, özellikle gençlere baktığım zaman… Özellikle babası İslamî kesimden olan gençler, şu an var olan zulümler, yalanlar ve bunlara verilen destekten ötürü sadece bu cemaatlerden değil, bu cemaatlerin temsil ettiğini iddia ettiği dinden de soğuyorlar. Mesela seçim döneminde hatırlıyorum, bir sosyolog, yani İslami camianın çok iyi tanıdığı bir sosyolog, kızının CHP’ye oy verdiğini anlatmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam, bir radyo programında dinlemiştim. Ne yaparsa yapsın, kızını ikna edemediğini söylemişti. Babası yıllarca İslamî camiada olan, İslamî camianın fikir üreticilerinden, kavram üreticilerinden olan birinin kızı niye gidip de CHP gibi bir partinin içerisinde yer alır? Çünkü bu yaşananlar, bu zulümler, bu yalanlar artık insanlara hem bu yapılardan hem de bu yapıların temsil ettiği dinî düşünceden iyice uzaklaştırdı. En olmadık hayallerin peşine düşürdü insanları Türkiye’de. Yani bu cemaatlerin yaptığı şey yanlış, hem ahirette bunun hesabına Allah’a verecekler hem de dünyada bu saptırdıkları, sapmasına vesile oldukları insanlardan ötürü de Allah’a hesap verecekler.
Peki, bunun karşısında, bu hassasiyeti koruyan insanların ne yapması lazım? Belki asıl mesele birazda orası. Benim düşünceme göre, birincisi tevhidi hassasiyeti olan (biraz önce bana sorduğunuz sorularda cevap verdiğim) tevhidi düşünceye, tevhidi inanca sahip olan ve bunu da yaşayan insanların arasında çok ciddi bir diyaloğun olması, bir araya gelmeleri, bu dini yanlış temsil edenlere karşı dini doğru temsil etme görevini üstlenecek olanların bir araya gelmeleri lazım. Birinci halka bu. İkinci halka, Türkiye’de tevhidi birtakım söylemleri olan ama yaşantı itibariyle aralarında farklılık olan bazı yapılar var. Bunların mutlaka kendi aralarında bir diyalog halinde olması lazım. Yapılan zulümlere ve yanlışlara karşı ortak bir bilince, ortak bir hareket fıkhına sahip olması lazım. Üçüncü olarak da, bütün bunları aşan dini, dili, ırkı düşüncesi ne olursa olsun gerçekten adaletten yana olan, gerçekten zulüm karşısında olan, mazlum söz konusu olduğunda onun kimliğine bakmaksızın mazluma destek veren, Peygamberin (aleyhissalâtü vesselâm) hayatındaki Hilfü’l Fudûl olarak bildiğimiz, yani zalime karşı mazlumları bir araya toplayan ve mazlumların hakkını zalimden alan bir oluşumun olması lazım. Hangi fikirden olursa olsun, insanî duyarlılığı olan, adalet bilinci olan, zulme karşı olan insanların üçüncü halka olarak bir diyaloğu başlatması lazım ki, bu yanlış temsiliyetin önüne geçilsin. Yapılan zulümlere karşı ortak bir ses çıkarılabilsin veya toplum, sadece sivil toplum olarak veya sadece cemaat olarak veya sadece tarikat olarak bunları değil de bunların dışında da bazı yapıların var olduğunu görebilsin. Eğer böyle bir örgütlenme gerçekleşebilirse veya böyle oluşumlar söz konusu olabilirse bence özellikle topluma, hususen de gençlere karşı, gerçek dini temsil etmek, aynı zamanda insanlığı temsil etmek yani insanî değerleri temsil edecek böyle bir oluşumun olması mümkün olabilir.
Ama Türkiye’deki, bana sormuş olduğunuz bu kesim, yani zulme sessiz kalan kesim için söylüyorum hususen: Bunlar kendilerini de bitirdiler. Yani bütün varlıklarını iktidarın varlığına bağladılar. Bugün iktidar giderse veya iktidar bırakırsa veya başka bir şey olursa Allah’ın takdiri siyasî bir şey olursa, iktidar giderse, bunlar da gider. Kendilerini bitirdiler maalesef çünkü bütün varlıklarını mevcut bir iktidarın varlığına bağladılar.
Allah azze ve celle sonumuzu hayretsin, ayaklarımızı sabit kılsın. Çünkü herkes bu tehlikeyle karşı karşıya.
Bu tehlikeyi küçümsememek lazım. Niye? Mesela sahabeden Abdurrahman bin Avf’un (radiyallâhu ânh) kendileriyle ilgili bir tespiti var (İmam Tirmizî rivayet ediyor), diyor ki: “Biz Peygamberle beraber zorlukla sınırlandık, sabrettik; Peygamberden sonra varlıkla sınandık, kaybettik.” Bunu bir sahabe, yani cennetle müjdelenmiş ve Peygamberimizin dizenin dibinde yetişmiş bir sahabe söylüyor. Yani varlıkla sınanmak sahabe için bile zor bir imtihanken, bugün bizler gibi birçok zaafı olan insanların varlıkla, imkânlarla, dünyayla sınanması çok daha büyük bir imtihan. Ve maalesef hem Türkiye’de hem dünyada İslamî kesim, bu imtihanı kaybetti; dünyevîleşme, sekülerleşme, bazı dinî hassasiyetleri kaybetme anlamında… Veya zulmün karşısında olmayı terk edip devletin yanında olmayı tercih ettiler bütün dünyada. Bu da, hem İslam için hem İslam’ı temsil iddiasında olan bu yapılar için çok büyük bir kayıp. Dediğim gibi diliyorum, Allah azze ve celle ayaklarımızı sabit kalır, bizi korur, iyi insanlarla yan yana gelmeyi, iyi insanlarla ortak işler yapmayı bizi muvaffak kılar.
Çok teşekkür ederiz.
Estağfurullah, ben memnun oldum. Başta da söylemiştim yine söylüyorum, normalde bu tip talepleri pek kabul etmiyorum. Özel sebepleri var tabi bunun. Ama sizlerin hem Yıldıray Beyin hem sizlerin, sitenizde adil şahitlik yaptığınıza inandığım için, zulmün karşısında mazlumların yanında olduğunuza inandığım için, Türkiye’deki bazı sorunları tarafsız bir şekilde dillendirdiğinizi düşündüğüm için istedim ki benim de bir katkım olsun buna.
Ve sizin medya üzerinden, son olarak, şunu söylemek istiyorum: Gerçekten bugün Türkiye’de çok büyük mağduriyetler var, çok büyük zulümler var ve bunların toplum tarafından duyulmasının tek yolu medyanın bu konuda vicdanlı olması, tarafsız olması, işini yapmasıdır. Mesela ben Halis olarak sesimi duyurabiliyorum; çünkü bir cemaatin içerisindeyim, kardeşlerim var, bana yardım ediyorlar. Veya cezaevindeki bir milletvekili; veya cezaevindeki bir iş adamı geniş bir çevresi olduğu için sesini duyurabiliyor ama 300 bine yakın insanın sesini duyurabileceği hiçbir kanalı yok. Annesine babasına söylese belki okuma yazma dahi bilmiyorlar; hanımına çocuğuna söylese belki medya tarafından tanınmalarından endişe ediyorlar, eğitim hayatları baltalanmasın, iş hayatları baltalanmasın diye bunu yapamıyorlar. Bu insanlara ses olacak birilerine ihtiyaç var. Bunların mağduriyetlerini gündeme getirecek aracı kuruluşlara ihtiyaç var ve bunu da galiba en iyi yapacak olanlar bir medyadır, bir de insan hakları örgütleridir. Ama maalesef Türkiye’deki o mahallecilik, tarafgirlik, olaylara ideoloji gözlüğüyle bakmak, medyanın da sivil toplum kuruluşlarının da en büyük problemlerinden bir tanesidir. Diliyorum medya görevini yapar; çünkü bu anlamda çok ciddi mağduriyetler söz konusu. Ama Türkiye’de sanki 3-4 tane insan mağdurmuş gibi bir hava var. Bütün mağduriyetler onlar üzerinden konuşuluyor. Demiyorum ki onların mağduriyeti gündeme getirilmesin ama onlarla beraber cezaevlerinde seslerinin duyulmasını bekleyen yüzbinlerce insan var. Onların seslerinin duyurulması gerekir. Umuyorum bu çağrımın da bir karşılığı olur. Sizin vesilenizle ben de bunu söylemiştim olayım.