spot_img
Ana SayfaRÖPORTAJRÖPORTAJ | Afşin Kum: “Yapay zekâya ‘iktidarı ele geçir’ dendiğinde ilk olarak...

RÖPORTAJ | Afşin Kum: “Yapay zekâya ‘iktidarı ele geçir’ dendiğinde ilk olarak inançla bağlantısını kurması aslında şaşırtıcı değil”

Netflix’te dizileri de yayınlanan Sıcak Kafa ve Kübra’nın yazarı Afşin Kum: “Modern demokrasilerde iktidarın tanımı toplumun ortak iradesiyle oraya yerleştirilmiş ve herkesin yararına çalışan bir şey ama gerçek öyle değil. Dolayısıyla yapay zekâya ‘iktidarı ele geçir’ dendiğinde ilk olarak inançla bağlantısını kurması bizi şaşırtabiliyor. Tarafsız bir zekâ, iktidarın inanca yaslandığını keşfediyor”, “Çekilen diziye teknik açıdan bakarsanız elbette çok başarılı ama çok daha iyi bir iş olma fırsatının kaçtığını düşünüyorum.”

Netfilix dizisi Kübra’nın reklamları her platformda dönmeye başladığında, sektörün yeni gözdesi dindar muhafazakâr kesimi masaya yatıran bir iş daha geliyor deyip merakla izledik. Oyunculuklar ve görsel/teknik atraksiyonları kenarda bırakırsak bütün açıklamaların son bölüme bırakıldığı diziyi hayal kırıklığıyla bitirdik. Meğer her şey bir yapay zekânın “derin öğrenme” sürecinin eseriymiş. Kübra da yine Netfilix ekranlarında izlediğimiz bir başka bilim kurgu dizisinin, Sıcak Kafa’nın yazarı Afşin Kum’un eseriydi.

Geçtiğimiz cumartesi günü Serbestiyet ofisinin konuğu olan Afşin Kum’un Kübra’sı ise hikâyeyi daha farklı anlatıyor. Okuruna yapay zekâyla kendisini -düşüncelerini, inançlarını- kıyaslamasını sağlayan sorular sorduruyor, yer yer devreler yanıyor, şarteller atıyor.

Afşin Kum’la Kübra’yı ve yazarlık serencamını konuştuk.

Afşin Kum’la yeni tanışanlar için kısa bir öz geçmiş:
Boğaziçi Üniversitesinde bilgisayar mühendisliği, Bilgi Üniversitesinde sinema-televizyon öğrenimi gördü. 1997’den bu yana çeşitli kurumlarda yazılımcı ve yönetici olarak çalıştı. 2010 yılından itibaren Afili Filintalar sitesinde ve Ot dergisinde deneme ve öyküleri yayınlandı. 50 Şahane Hikâye ve İstanbul 2099 öykü derlemelerine öyküleriyle katıldı. 2016’da yayımlanan ilk romanı Sıcak Kafa, 2017 GİO Ödüllerinde en iyi roman ödülünü aldı ve 2022 yılında Yunanca’da yayımlandı. İkinci romanı Kübra (2020) da Sıcak Kafa gibi Netfilix dizisi olarak uyarlandı. 2023’te ilk öykü kitabı Kırk Üçteki Korkunç Traktör Yağmuru çıktı.




Kendisinin de dediği gibi Afşin Kum: “Düzenli maaş karşılığı hendeseyle iştigal etmenin yanı sıra; yazmakla, telli çalgıları tıngırdatmakla, yeni diller kurgulamakla ve olmayan ülkelerin haritalarını çizmekle ilgilendi.”

2010’dan beri çeşitli dergi ve internet mecralarında öyküler ve denemeler yazdınız. 2016’dan bugüne üç kitabınız Sıcak Kafa (2016), Kübra (2020), Kırk Üçteki Korkunç Traktör Yağmuru (2023) yayımlandı. Sıkı bir klişeyle başlayalım: “Yazmasaydım, deli olacaktım.” Sizdeki yazma ihtiyacı nereden geliyor?

Yazmak çocukluğumdan beri devam ediyor, aslında yazdıklarımı yayınlatma kısmı benim için bir aşamaydı. Afili Filintalar’a kadar kamuya açık bir şey yazmamıştım. Okurların ilgisi beni de teşvik etti. Roman yazmak zaten ciddi bir uğraş, öyle bir şeye kalkışmak için epey bir motivasyona ihtiyaç var, o motivasyonu yazılarım internette yayımladığında hemen aldığım tepkiler ve karşılık bulmaktı. Sonra işin altına girdim, Sıcak Kafa ve diğerleri geldi.

“Okuyucu için yazmanın başka bir disiplini var, ki yazmak dediğimiz de aslında bu tabii”

Çocukluktan beri yazdığınızı öğrenince çok disiplinli, aksatmadan günlük tutan, kendini yazarak daha iyi ifade eden biri geliyor akla. Afili Filintalar’dan sonra yazma düzeninizde, ifade biçiminizde değişen ne oldu?

Kendimi yazarak daha iyi ifade ettiğim doğru. Yazı benim için adeta bir kutsallık taşır. Sıradan bir iş e-mailinde bile kusursuz bir anlatım olması için titizlenirim. Günlük tutma gibi bir alışkanlığım yok ama yıllar boyu doldurduğum sürüyle defter var. Kafamı kurcalayan konularla ilgili notlar, paragraflar, tablolar, grafikler, çizimlerle dolu… Bir okuyucuya yönelik yazılmamış, başka biri okusa muhtemelen hiçbir şey anlamayacağı şeyler. Okuyucu için yazmanın başka bir disiplini var, ki yazmak dediğimiz de aslında bu tabii.

Peki, üslubunuzu nasıl fark ettiniz?

Üslup sürekli gelişmeye devam ediyor ama bir oturma ânı var. İnternette yazarken bir şekilde “Evet ben böyle yazabilirim, kendime özgü üslubum budur,” noktasına geldim ve o bana kitap yazma konusunda bir güven verdi. Çünkü aslında yazmak isteyenlerin en çok bocaladığı şeylerden bir tanesi budur. Yüzlerce, binlerce yazar var “herkesten farklı ne yapacağım da bunların arasından sıyrılacağım” gibi bir düşünce oluşabilir. O bende çok organik, doğal bir şekilde gelişti. Özellikle arayarak değil ama zaman içinde, pratikle edebiyattaki sesimi buldum. Ondan sonra da yazmak benim için kolaylaştı. Kolaylaştı derken işin emek kısmı her zaman zor ama “Bunu nasıl anlatayım,” diye bir bocalama yaşamıyorum. Hikâye kafamda oluştuğunda, nasıl anlatacağımı da aşağı yukarı biliyorum. O da bir yazar olma güveni veriyor insana.

“Yazarlar için en güvenli, sağlam yol en iyi bildiğin şeyi yazmaktır.”

Kübra’yı uzmanlık alanınızı bilmeden önce, içindeki bilgi -karakter, olay, hikâye- ağlarını nasıl örebildiğinize şaşarak okudum. Bilgisayar mühendisi olduğunuzu, dilbilim ve müzikle ilgilendiğinizi de öğrenince yerine oturdu. Hayatınız romanlarınıza ne kadar yansıyor?

Yazarlar için en güvenli, sağlam yol en iyi bildiğin şeyi yazmaktır. Yazarların üslupları genellikle yazdıkça gelişir. Bende de internette yazarken oldu. İnternette yazarken başlayan; teknik konuları, matematiksel bakış açısını günlük hayata veya topluma, insana uyarlamak veya meselelere biraz daha renk katmak yazma üslubum haline geldi. Dolayısıyla bildiğim ne varsa bütün kitaplarda kullanıyorum. Bildiğim ama kullanmadığım daha da çok şey var. Dille de, müzik teorisiyle ilgileniyorum. Dilbilim en çok okuduğum konulardan bir tanesi ve kitaplarda bolca geçiyor. Hatta daha sonraki çalışmalarda, dille ilgili biraz daha derine inme planlarım var.

“Okuyucu üzerinde bir deney varsa ‘Sizin başınıza bunlar gelse ne olurdu?’ deneyi var denebilir.”

Kübra’yı okurken bir yerden sonra, özellikle artık hikâyenin, karakterlerin açıldığı ilk yarıdan sonra Afşin Kum, bizim -okur- üzerimizde bir şey deniyor galiba dedim. Şöyle; karakterlerin iradesine müdahale etmeyen, biraz da esprili bir tanrı anlatıcı; Kübra’yı yaratan Berk ve ekibi ve bir de tabii yeni bir düzen “yaratmak” için seçildiğine inanan Semavi arasında devir daim eden bir tartışma ve aynı zamanda Allah’ın varlığını tartıştıran yerler var. Yer yer “Yazar Allah’ın varlığını ispat etmeye mi çalışıyor?” sorusu akla geliyor. Ne dersiniz?

“Okuyucu üzerinde bir şey deniyor” kısmıyla ilgili söyleyeceğim bir şey var. Biliyorsunuz kitaba Gökhan Şahinoğlu’nun hikâyesiyle başlıyoruz ve önündeki şehir manzarası tamamen karanlığa gömülüp ve bir camiden gelen ezan sesini duyup  “benimle konuşan Allah’tır” noktasına gelene kadar, Kübra hakkında bir şey bilmememiz okuyucu üzerinde bir deneme sayılabilir. Siz sorunca aklıma ilk bu geldi, çünkü o noktaya kadar Kübra‘nın kimliğinden bahsetmemenin amacı “bunlar sizin başınıza gelseydi siz de inanabilirdiniz,” gibi bir duyguyu yaratmak. Yani okuyucuyu ikna etmek. Tabii yani herkes inanırdı diye bir şey yok. Gökhan ortalama birine göre, pek çok açıdan inanmaya daha açık. Zaten kafası bu konularla meşgul ve ama yarı deli veya meczup, dünyadan kopuk birisi de değil. Gayet de bulunduğu toplumun bir parçası, hatta önde gelen bir parçası. Bütün ortamların, iş yerinin, mahallenin, halı saha futbol takımının doğal lideri konumunda. Yani hem dünyaya sıkı sıkıya bağlı hem de dünya dışı olana da çok fazla kafa yoran, kafa yorduğu da zaten internetteki -soltaç- etkinliğinden belli bir karakter. Meselâ benim tanıdığım, Gökhan’ın kişilik şablonuna uyan birçok insan var. Gerçek karakterlerden ilham alan bir karakter. Yani okuyucu üzerinde bir deney varsa “Sizin başınıza bunlar gelse ne olurdu?” deneyi var denebilir.

“Modern demokrasilerde iktidarın tanımı, toplumun ortak iradesiyle oraya yerleştirilmiş ve herkesin yararına çalışanbir şey ama gerçek öyle değil”

Önce diziyi izleyip sonra kitabını okuyan biri olarak kavramlar arasında karşılaştırmalar yapmaya çalıştım. Eşleştirdiğim kavramları yazarından teyit etme fırsatını kaçırmayayım. İktidar=Din, İnsan=Kalp -duyguya da çok ağırlık veriyorsunuz-, Varlık=Bilgi, burada İbn Arabî’nin insanı kelam-kelime olarak tanımlaması hatırlanıyor ve her ikisi de “yaratılan” Yapay Zekâ ve İnsan=Varlık ve Araç…

Yanlış bir yorum diyemeyeceğim eşleştirmeler, elbette yazar olarak okuyucunun aklında bu bağlantıların kurulmasını istiyorum. Kitabın arka kapağında yazan iktidar-inanç, insan-makine gibi belli ikilikler var. İktidar-inanç aslında çok iyi bildiğimiz ama çok da açık açık itiraf edemediğimiz bir bağlantı. Modern demokrasilerde iktidarın tanımı, toplumun ortak iradesiyle oraya yerleştirilmiş ve herkesin yararına çalışanbir şey ama gerçek öyle değil. Dolayısıyla yapay zekâya “iktidarı ele geçir,” dendiğinde ilk olarak inançla bağlantısını kurması bizi şaşırtabiliyor. Bir insana bu görev verilse ilk aklına gelen şey olmayabilir. Çünkü insan aklı, belli dogmaların etkisinde. Ama tarafsız bir zekâ, iktidarın inanca yaslandığını keşfediyor. Din olmasına da gerek yok; sosyalist bir devrim söz konusu olduğunda bile itici gücün inanç olduğunu düşünüyorum ve o fikirleri de ifade etmek için bu hikâyeyi kurguladım.

Ne yazık ki diziye yansıtılmayan, yapay zekâdaki mizah işleyişini “bilgi birimlerinin birbirine dokunup kalınlaşarak bilginin evrenini bükmesi” olarak tanımlıyorsunuz. İnsan zihninde de mizah böyle ortaya çıkıyor sanki. Buradan soruya geçeyim esprili, aynı zamanda “Hikâyenin sonunda kitabın yazarı da Kübra mı çıkacak?” sorusunu akla getirecek kadar, mekanik demek istemiyorum biraz mesafeli bir anlatıcı. Okur ve hikâyeyle bu mesafeye neden ihtiyaç duyuyorsunuz?

Bir şekilde hikâye üslubu belirliyor. Sıcak Kafa’da birinci kişi anlatımı vardı ve o yüzden tonu çok farklı. Kübra’da paralel hikâyeler anlattığım için birinci kişi anlatımı şansım yoktu. Çoklu birinci kişi gibi bana pek de çekici gelmeyen yöntemler mümkündü. Aslında üçüncü kişi anlatımıyla barışma yöntemi olarak; bir tür olay raporundan okurmuş gibi, birçok şeyi bilen ama her şeyi de bilmeyen, bazı şeyler kulağına çalınmış ya da “orasını bilemiyoruz” gibi şeyler diyen, kimliği belirsiz olsa da tanrı konumunda olmayan bir anlatıcı olsun istedim. Kendime en çok yazma özgürlüğü tanıyacak yöntem olarak böyle bir şey ortaya çıktı. Dolayısıyla anlatım, diğer yazdıklarıma göre biraz düz denebilir. Çok metaforik bir üslup değil, aslında hikâye fazlasıyla çatlak olduğu için biraz dengeleyecek bir üslup olmasını istedim. Birtakım inanılması güç olaylardan bahsederken, gerçeklik düzleminin kaymaması için anlatımın açık ve net olması daha doğru geldi.

Sona doğru, yapay zekâyı ve insanı tartıştırdığınız bir yerde Kübra’nın insanın yumuşak karnını keşfettiği geçiyor. Okurun anlayışına bırakıyorsunuz ama ikilemde kaldığım için soracağım, yumuşak karnımız iktidar arzusu mu inanç mı?

Kastettiğim şey inanç; inanma eğilimi, inanma ihtiyacı ve bir kere inandıktan sonra da kolay kolay değişmemesi.

Gökhan karakterinde de seçildiğine inanmasıyla beraber iktidar arzusunun geliştiğini görüyoruz ama inanmasının asıl sebebi de bu arzu olabilir mi? 

İkisi birlikte gibi aslında, ikisi iç içe…

“Kübra’yı çok hızlı bir şekilde, kontrolsüzce geliştirmeye çalışıyorlar ve bir noktada içine vicdan yerleştirmediklerinin farkına varıyorlar”

Kitapta bir yerde Kübra’nın sebep olduğu olaylar nedeniyle çıkan tartışmada Deniz “Ona bir zekâ verdiniz ama vicdan vermediniz” diyor. Tabularasa -boş sayfa- Sıcak Kafa’da da geçiyor. İnsan gibi yapay zekâ da içinde bir nüve (kod) varsa vicdan geliştirebilir mi; doğuştan gelen bir vicdan yoksa kötülük kesin midir?

Kötülük nedir diye düşündüğümüzde temelde başkalarına acı vermeyi umursamamaktır. Başkalarına acı vermekten zevk almak gibi sadizm diyebileceğimiz bir kötülük cinsi de var. Ama asıl tehlikeli olan başkalarının acısına duyarsızlık. Çünkü duyarsızlık çok yaygın bir kötülük biçimi. İnsanın birey olarak kötü değil de iyi olmasını sağlayan şey biraz içgüdüsel. Hani o tabularasanın, o boş sayfanın belki dokusunda bulunan, doğuştan gelen bir iyi olma eğilimi var. Yapay zekâ söz konusu olduğunda, onu tamamen veriyle eğittiğiniz için iyiliği kendi kendine öğrenemiyor. Asimov’un robot yasaları vardır meselâ: İlk yasa, asla bir insana zarar verme. Robotların içine iyilik yerleştirmek için konmuş yasalar ama her durumda aynı şekilde yorumlanabilecek şeyler değil bunlar. Dolaylı zarar da verebilirsiniz, biz burada otururken bile farkında olmadan birilerine kötülük yapıyor olabiliriz. Bunu düşünebilmemizi sağlayan şey veriden, okuldan öğrendiğimiz bir şey değil. Belki bir miktar, çok küçük yaşlardan itibaren anne-babamızdan öğrendiğimiz ama daha çok hamurumuzda olan bir şey. Dolayısıyla yapay zekâyı vicdanlı hale getirmek, en azından benim bakış açıma göre göründüğü kadar basit bir şey değil. Tabii ki edebiyatta da sinemada da çokça işlenmiş bir konu ama doğru, gerçek bu! İlk çalışmalarda sohbet robotlarının, çok hızlı bir şekilde ırkçıya dönüştüğünü gözlemlemişliğimiz vardı. Burada bahsettiğimiz de öyle bir şey; Kübra’yı çok hızlı bir şekilde, kontrolsüzce geliştirmeye çalışıyorlar ve bir noktada içine vicdan yerleştirmediklerinin farkına varıyorlar.

“Büyük kötülüklerin iyilik arzusundan çıkması mümkün”

İyi olmanın sebep olduğu kötülükler de olabilir mi; iyi biri olma arzusuyla iktidar ya da seçilmiş olma arzusu yan yana gelebilir mi?

Geliyor. Özellikle iyilik için bazı kötülükleri göze almak gibi… İktidar sahipleri en büyük kötülük potansiyeline sahip kişiler ve hepsi iyilik için savaştıklarını düşünür. Daha büyük bir iyilik için daha küçük acıları vermenin mübah olduğunu düşünerek hareket ederler. Dolayısıyla evet, büyük kötülüklerin iyilik arzusundan çıkması çok mümkün.

Bir yapay zekânın içine vicdan konulamıyorsa iyi olmakla kötülük arasındaki farkı düşünebilir mi?

Yapay zekâ tek bir şey değil aslında. Tamamen geliştirenlerin vizyonuna göre çok farklı versiyonları ve farklı karakterleri olabilir. Nasıl eğitildiğine, nasıl öğrendiğine ve nasıl kodlandığına bağlı. Şimdi tabii yapay zekâ tamamen bağımsız ve sadece veriden öğrenen bir şey değil, bir algoritma dahilinde çalışıyor, dolayısıyla kodlanan bir kısmı da var. Nasıl geliştirildiğine, nasıl eğitildiğine göre değişecek bir durum var. Çok da ayrıntısını bilmiyoruz. Daha göreceğiz. Yeni geliyor daha.

Diziye uyarlanan Sıcak Kafa ve Kübra’yı zevkle izledik. Sizi nasıl ikna ettiler ve diziye uyarlanmasına dair belli kriterleriniz var mı?

Vardı ama onları gerçekleştiremedim. Sıcak Kafa biraz daha amatör ruhla işleyen bir süreçti. Uyarlamasını Mert Baykal yaptı. Onunla buluştuğumuzda bir heyecanı olduğunu gördüm. Doğrudan kişisel bir proje olarak gördüğü belliydi. Dolayısıyla onun heyecanından ikna oldum. Tabii bir yandan da, ilk kitabıyla ortaya çıkmış bir yazar için reddedilmesi kolay bir teklif değildi. Çünkü diziyle binler, on binlerden milyonlar seviyesine açılma imkânı var. Tabii her şey hayal ettiğiniz gibi gerçekleşmiyor. Bunu biraz göze almıştım. Başka bir ortam, başka bir mecra olduğunun farkındaydım.

Her iki dizinin de senaristliğini yaptınız.

Yok, ikisinin de senaryosuna hiç karışmadım.

Öyle mi? O zaman internette -dizi sitelerinde- yanlış bilgi var. Senaryoyla ilgili neler düşünüyorsunuz, diye soracaktım; meselâ Kübra‘nın kitabında baba var ama senaryoda yok, ya da kitapta olayların daha içinde görünen Merve, dizide daha uzak.

Tabii diziye dönüştürülürken bazı değişiklikler yapılıyor. O arada kitaptaki belki bazı eksikliklerin, hataların kapatılması da mümkün. Meselâ babanın olmaması çok yanlış bir müdahale değil. Kitapta baba var ama biraz işlevsiz kalıyor. Belki ben de karakteri daha aktif kullanmalıydım. Kurdukları alt hikâyede, kız kardeşin babanın ölümünden duyduğu vicdan azabı dizide güzel işliyor.

Peki mesela dizileri izledikten sonra bu kitapları bir daha gözden geçirsem mi gibi bir duygu geliyor mu?

Yok! Kitaplar yazıldığı gibi kalıyor. Bazı şeyleri sonradan fark ediyorsunuz ama o kadar da müdahale etmeyi gerektirecek bir eksiklik olduğunu sanmıyorum.

Açıkçası benim için de kitap diziden çok daha önde. Son olarak, Sıcak Kafa’nın ikinci sezonunu bekliyorduk ama gelmeyeceği bilgisini aldık.

Yok onun gelmeyecek ama Kübra’nın ikinci sezonu var.

Peki şu anda masanızda ne var; Sıcak Kafa ayarında ya da Kübra gibi başka bir bilimkurgu üzerinde çalışmayı planlıyor musunuz?

Bilimkurgu yazmayı seviyorum ama hayat boyu bilimkurgu yazacağım diye bir kararım da yok.

Üçüncü roman üzerine çalışmaya başlamıştım ama uzayacağı ortaya çıkınca dikkati öykü kitabına verdim ve araya bahsettiğiniz öykü kitabı –Kırk Üçteki Korkunç Traktör Yağmuru- girdi, ki zaten onda da bilimkurgu veya spekülatif kurgu öykülerle daha gerçekçi diyebileceğimiz öyküler, aşağı yukarı yarı yarıya. Bazı öykülerin ilk hâlleri Sıcak Kafa’dan da önce yazılmıştı, yeni öyküler de var. Tüm öyküler çok ayrıntılı bir şekilde gözden geçirildi, hatta yeniden yazıldı. Güzel bir kitap çıktı ortaya.

Sıcak Kafa ve Kübra‘daki benzer izlekleri sürdüren, yine bilimkurgu üçüncü bir roman üzerine çalışıyorum. Bayağı bir malzeme birikti ve yazım sürecinin başındayım ama ön hazırlık açısından bayağı bir yol alındı. En az bir yıllık işi var ama daha uzayabilir de.

Geçen yıl Sıcak Kafa ile ilgili Afşin Kum ile röportaj yapan Mustafa Ali Aykol’un soruları:

Röportajı okumak için tıklayın.

“Diziyi ben çekseydim en büyük farkı Kübra‘nın kimliğini daha önce ortaya çıkarmak ve en azından, Kübra‘yı seyircinin bilip Gökhan’ın bilmediği süreci biraz işlemek isterdim”

Bir iki sorum var Afşin Bey, geçen sene Sıcak Kafa dizisi çıktıktan sonra röportaj yapmıştık, size şunu sormuştum “Eğer siz çekseydiniz, farklı ne yapmak isterdiniz?” Siz de “Daha fazla abuklamaya yer vermek isterdim çünkü abuklamalar önemli bir şeydi bu kitapta,” demiştiniz. Peki Kübra‘yı eğer siz çekiyor olsaydınız neyi farklı yapardınız?

Dizinin çekilmesi bayağı sancılı bir süreç oldu benim için. Başta içinde yer almayı istemiştim. Sonra ilk sezon boyunca sadece Gökhan’ın hikâyesinin anlatılıp sezonun sonunda Kübra‘ya gelinmesi fikri ile uzlaşamadım. Doğru yöntem olmadığını düşünüyordum, izledikten sonra da haklı olduğumu gördüm. Ben çekseydim en büyük farkı Kübra‘nın kimliğini daha önce ortaya çıkarmak ve en azından, Kübra‘yı seyircinin bilip Gökhan’ın bilmediği süreci biraz işlemek isterdim. Çünkü insanları çevresine toplamaya başladığı, olayların giderek büyüdüğü süreçte, seyircinin bunun arkasında ne olduğunu bilerek izlemesi bana çok daha heyecan verici geliyor.

Biz de son bölüme kadar peygamber sandık.

Bence bunun birçok sakıncası var ki zamanında uzun uzun anlatmıştım. Bir tanesi bu, gerçekten seyirciyi yanlış kulvarda koşturmak demeyelim tabii, o da yapanların bir vizyonu, ama benim kafalarda oluşmasını isteyeceğim soruları değil, ona yakın ama başka soruları sorduran bir şey ortaya çıktığını düşünüyorum. İki paralel hikâyeden birinin geriye bırakılmış olması, diğerinin çok ağır ilerlemesine, hatta yer yer kendi çevresinde dönmesine yol açmış. Çok daha iyi bir iş olma fırsatının kaçtığını düşünüyorum. İşe teknik açıdan bakarsanız tabii ki çok başarılı; oyunculuklar, çekimler, prodüksiyon olarak, Türkiye’de bu sektörün içinde görebileceğiniz en yüksek kalitede yapılmış bir iş ama yaklaşım biraz yanlış.

Tabii ki ikinci sezonu izlemeden bunları söylüyorum, belki de iki sezon birlikte düşünüldüğünde ortaya başka bir bütünlük çıkacak.

“Sıcak Kafa’danın çıkmasının ardından pandeminin gelmesi bir rastlantıydı ama Kübra’daki bir rastlantı değildi. Yine de beklediğimden hızlı gelişti yapay zeka”

Sıcak Kafa 2016 yılında çıktı. Pandemi benzeri bir süreci anlatıyordu ve 2020’de kendimizi çok benzer bir sürecin içinde bulduk. Şimdi Kübra, dört sene önce (2020) çıkıp yapay zekâ devrimini anlatıyor ve şu an herkes, tüm dünya “Nereye gidiyor bu iş?” diye tartışıyor. Geleceği mi görüyorsunuz, nasıl yakalıyorsunuz da kendimizi kitaplarınızda geçen süreçlerin içinde buluyoruz? Gülsüm Hanım son kitabı sordu az önce ve hepimiz korkmaya başladık. (Serbestiyet ofisinde gülüşmeler.)

Kâhin yazar etkisi oluştu, evet. Sıcak Kafa’daki rastlantıydı, hiçbir şekilde dünya çapında pandemi çıkacağını tahmin etme şansım yoktu. Ama Kübra‘daki çok rastlantı değil, çünkü gelişmeleri takip etmekteydim ve hatta kitap ilk çıktığında Twitter’da, özellikle “Yirmili yıllara hoş geldiniz!” diye duyurdum. 2020’lerde bunları konuşacağız gibi bir fikir attım ortaya ve tabii 2022’de ChatGPT çıktı. Yani Kübra’da bir kehanet durumu var. Biraz sektörün de içinde olduğum için ne kadar hızlı geliştiğinin farkındaydım ama beklediğimden de hızlı gelişti. Mesela kitapta çokça geçen Turing testi, ChatGPT tarafından rahatlıkla aşıldı: Yazılım olduğunu bilmeden konuştuğunuzda insan olmadığını anlayamazsınız. Ustaları, uzmanları konuşurken ChatGBT’yi abuklatabiliyorlar, ama sırdan kullanıcı mantıklı sorular sorduğu sürece mantıklı cevaplar alıyor. 2022’de bu aşamaya geleceğini tahmin etmiyordum. En az bir on yılı daha var gibi geliyordu. Traktör yağmuru da gerçekleşirse (Kırk Üçteki Korkunç Traktör Yağmuru) o zaman ben de kâhin olduğuma ikna olurum (yine gülüşmeler).

“Kitabı yazarken model aldığım belli bir grup yok ama buna örnek bulmakta zorluk çekmeyeceğimiz bir coğrafyada yaşıyoruz”

Bu kitabınızı okurken, diziyi de izlerken aklımda bir kaç çağrışım oldu. Hatta en son geçen hafta Medyascope’ta, öldürülen Ramazan Hoca’nın Kübra‘daki Gökhan’a benzetildiği bir analiz de yayınlanmıştı. Geçen sene bir röportaj yaptığım İngiltere merkezli, Türkiye’de de müridleri bulunan Ahmediler diye bir grup var, mensupları Semavicilere çok benziyor. Ahmedilerin lideri de Gökhan gibi Allah’la konuştuğunu, son peygamber olduğunu, mesajlar geldiğini söylüyor. Kübra’yı yazarken etkilendiğiniz böyle bir kişi, grup oldu mu?

Model aldığım belli bir grup yok ama buna örnek bulmakta zorluk çekeceğimiz bir coğrafyada yaşamıyoruz. Her taraf örnekleriyle dolu ve hatta dizi çıktıktan sonra öğrendim ki MSN’den aldığı mesajlarla kendini seçilmiş kişi ilan eden birisi varmış ve şimdi benim hayat hikâyemi çekmişler diyor. Dolayısıyla çok yaygın bir durum ve hakikaten özel bir esin kaynağına ihtiyaç duyulacak bir mevzu değil.

- Advertisment -