Öncesi ve sonrasından kopartıldı. Zamansızlaştırıldı, tarihsizleştirildi, mutlaklaştırıldı. Kapitalizmle özdeşleştirildi. Olgu ile teori (açıklama) birbirine karıştı. Bir adım ötede, ülkeler arasında her türlü eşitsizlik ve sömürü ile özdeşleştirildi. Ekonomi ile askerî-siyasî eylem kertesi birbirine karıştı. Dolayısıyla uluslararası alanda emperyalizm olmayan, emperyalist olmayan, emperyalistçe olmayan hemen hiçbir şey kalmadı.
Başı sonu olmayan bir “emperyalizm çağı.” Rahmetli Eski Tüfekçi amcalarımdan biri gözümün önüne geliyor; 1980’lerin ikinci yarısının Kuruçeşme’deki “solun birliği” toplantılarından birinde, “aynen Lenin’in emperyalizm çağında yaşıyoruz; hiç değişmedi ve değişemez” diye konuşmuş, daha doğrusu, tehevvür içinde parmak da sallayarak hafif bağırmıştı. Maalesef solun zihninde bu şekilde yerleşti, kalıplaştı. 1960’lar ve 70’lerde bir yığın genç dünyaya gözlerini sırf Marksizm üzerinden (daha doğrusu, örgütlerinin filtrelediği, özetlediği, konserveleştirdiği kadarı ve şekliyle Marksizm üzerinden) açtı. Tarih diye, felsefe diye, sosyoloji diye yarım yamalak ne öğrendilerse oralardan öğrendiler. Sonra da en ukalâ havalarda her konuşmaya “biliyoruz ki…” diye başlar oldular. Bu konuya, Türkiye’nin o yıllarına geldiğimde ayrıca değineceğim. Şimdiki sorunumuz açısından önemi şurada ki, küt diye giremiyorum, Yeni Emperyalizm veya Modern Emperyalizm konusuna. Çünkü bir miktar arkaplan bilgisi de gerekli. Bazı ayıklama ve ayrıştırmalar da gerekli.
Bir kere, emperyalizm sırf modern bir olay değil. Emperyalizm de var, modern emperyalizm de. Kelime anlamıyla emperyalizm, imparatorlukçuluk demek. Yani iktisadî değil, siyasî ve askerî bir kavram. Bunun altını çiziyorum. Bir coğrafya düşünün; yanyana çeşitli topluluklar ve iktidar odaklarıyla kaplı. Kabile reisleri, şefler, hanlar – kağanlar, beyler, emirler, krallar, sultanlar. Diyelim ki bunlardan biri, diğerlerine karşı genişlemeye başlıyor. Savaşarak büyüyor, toprak kazanıyor. (Esasen devletin aslî işlevi.) Bir dizi birimi birleştiriyor, kucaklıyor. Devletken imparatorluk oluyor. Öncesinin küçük küçük kralları, prensleri, racaları ve maharacaları (mihraceleri), tabii hayatta kalan ve biat edenleri, şimdi varlıklarını ve yerel “hükm”lerini bu yeni imparatorun altında sürdürüyor.
Olay, özünde ve en basit şekliyle bundan ibaret. İnsanlık tarihinde çok yaygın. Hemen ilk devletlerle birlikte, ilk imparatorluklar da zuhur ediyor. O çağlarda toprak neredeyse tek üretim aracı. Vergilendirilebilir artı-ürün (PTS, Potentially Taxable Surplus) tarımdan elde ediliyor. Tarım da ekstansif tarım. Birim verimlilik düşük ve yüzyıllar, binyıllar boyu görece sabit kalıyor. Yani daha fazla mahsul, dolayısıyla daha çok vergi-rant, ancak daha çok toprakla mümkün oluyor. Bunun da iki yolu var: (a) iç kolonizasyon: orman kesme, fundalıkları yakma, bataklıkları kurutma; Osmanlı deyimleriyle “mevat” ve “metruk” toprakları tarıma açma. (b) Savaş. Yani ek toprağı zorla, cebir ve şiddet yoluyla başkasından alma. Esasen bu yüzden, savaş modernite öncesi tarım toplumlarında endemik hal geliyor.
“Kapitalizm savaş demektir” dedi Marksistler yıllar yılı. Evet, kapitalizm de savaşa yol açıyor. Ama kapitalizm kendinden önceki bütün diğer üretim tarzları ve sosyal formasyonlardan daha savaşçı, daha fazla savaş üretiyor dersek, bu optik bir yanılsama. Hem ampirik olarak yanlış, hem de mantıken sakat. Çünkü kapital (sermaye) yeniden üretilebilir bir kaynak. Yani limitte, savaşmadan da çoğaltabilirsiniz. Toprak ise konuştuğumuz dönemde yeniden üretilebilir bir kaynak değil. Dolayısıyla asıl “feodalizm savaş demek” (burada feodalizmi, küçük köylü tarımı üzerinde yükselen her türlü fiyef/timar sistemi anlamında kullanıyorum).
Nitekim Mezopotamya’da, ilk Sumer şehir-devletlerinin (İÖ 2900-2334) hemen ardından Akkad imparatorluğu (2334-2154) geliyor ve onu Babil, sonra Asur 1-2-3 izliyor. Tekrar tekrar aynı örüntü: bir şehir (Babil, Ninova, Aşur), daha doğrusu o şehrin yönetici hanedanı yükseliyor ve gücü yettiğince çevresini ele geçirmeye koyuluyor. Tersten söylersek, fetih, gücünün yettiği anlamına geliyor ve gücünün yettiği yere kadar sürdürülebiliyor. Hep üzerinde duracağım bir kavram var: devletlerin dış-erişimi (outreach), ya da efektif eylem yarıçapı (effective radius of action). Ordunuz payitahttan yola çıkıyor. Nereye kadar yürüyebilir? İkmal sisteminiz (varsa), kaç askerinizi ne süreyle besleyebilir? Yoksa, sırf araziden geçinerek (yağma ve çapul yoluyla) sahada, düşman topraklarında ne kadar kalabilir? Bu bir maddî-teknolojik eşik meselesi. Başlarda “imparatorluk avadanlıkları” (tools of empire) çok geri. Devlet örgütlenmesi zayıf, dayanıksız. Dolayısıyla imparatorluklar da hem küçük, hem kısa süreli. Çabuk kuruluyor ve çabuk dağılıyorlar. Ancak zamanla büyüyor, (Medler ve Perslerle) Mezopotamya dışına taşıyor, bölgeler-arası bir hüviyete bürünüyor ve direnç kazanıyorlar. Gene de fethetmek hep nisbeten kolay; elde tutup yönetmek çok daha zor. Geniş toprakları tek bir merkezden, tek ve yeknesak bir düzenle idare etmek mümkün değil. Devlet merkezinin etrafında bir değil birkaç çeper oluşuyor. Sadece en yakın iç halka, görece sıkı bir zaptürapta tâbi tutulabiliyor. Bir sonraki kuşak daha gevşek ve üçüncü kuşak daha da gevşek biçimde kontrol edilebiliyor. Örneğin Osmanlılar, esas olarak Rumeli ve Anadolu’da periyodik arazi tahrirleri yapıp timar sistemini kurabiliyor. Onun dışında sâliyâneli (her yıl toplu bir vergi yollayan) eyaletler, onların da dışında uzak vasallıklar yer alıyor.
Bunlar, erken dönem kara imparatorluklarının tipik yapısal unsurları. İÖ 3. binyıldan İS 1600-1700 dolaylarına (likiditeye dayalı devletlerin belirmesine) kadar, hep karşılaşıyoruz. Hepsi birer imparatorluk — yani birer emperyalizm. Bu iki kavramı birbirinden koparmak; modernite öncesinde imparatorluk olur da emperyalizm olmaz sanmak, çok abes. Emperyalizm (= imparatorlukçuluk) politika, imparatorluk sonuç. Akkad’ın da kendi emperyalist politikaları var, Ahamenidlerin de, Roma’nın da, Çin’de 960-1279 Song hanedanının da. Ve tabii Osmanlıların da. Benmerkezci, kaskatı, önü ilikli bir sofuluk görmemizi engelliyor bunu. Hem imparatorluğumuzu çok seviyor ve yüceltiyoruz, hem de emperyalizmi reddediyoruz. Oysa Halil İnalcık çok rahat bu konuda. Donald Quataert’le birlikte, çok-yazarlı, tuğla gibi bir cilt yayınladılar 1994’te Cambridge University Press’ten: The Economic and Social History of the Ottoman Empire (Türkçesi Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi). İçinde İnalcık’ın da kendi 400 sayfalık katkısı var, 1300-1600 arası için. Benim çevirmemi istedi ve çevirdim. Kim, ne kadar dikkatle okuyor, bilmiyorum. Ama “Osmanlı askerî emperyalizmi”nden gayet normal ve doğal bir şekilde söz ediyor İnalcık. Orijinal Eren basımında, örneğin “Osmanlı Deniz Gücü ve Empryalizmi” diye bir ara-başlıkla karşılaşıyoruz (s. 55). Yeri gelmişken belirteyim; iki sayfa sonrasında çok çarpıcı bir başka cümle çıkageliyor: “Osmanlıların başarısızlığı, geleneksel bir Asya kültürünün, Batı’dan ödünç aldığı onca savaş teknolojisine karşın, çağdaş Avrupa’nın yükselişi karşısında yenilgiye mahkûm olduğu anlamına geliyordu” (s. 57).
Çok konuşulmaya değer, Oryantalizm – Oksidantalizm tartışmaları bağlamında. Geçtim. Bunlar kuşkusuz birer emperyalizm ve imparatorluktu. Ama kolonyalist değillerdi ve kolonyal imparatorluklar değillerdi. Modernite öncesinde olmayan, buydu. Eşyanın adını doğru koyalım.