Adalet Hanım’ın iki çocuğu varmış. Büyük olan erkek, küçükse kızmış. Adalet Hanım aç olan çocukları için bir gün, oldukça okkalı bir tost hazırlamış. Tostu alıp büyük çocuğuna vererek “Bunu ikiye böl!” demiş. Nefis bu ya, oğlan tostu ikiye bölerken bir parçayı daha büyük bırakmış. Küçük parçayı kız kardeşine uzatırken Adalet Hanım kızarak “Hayır, her iki parçayı da masaya koy!” demiş. Sonra da kızına şöyle seslenmiş: “İstediğin parçayı sen seç!”
Adalet Hanım’ın verdiği mesaj gayet açık: Bir yerde hukuk daha doğrusu adalet varsa yapılan en küçük hile bile zamanla yapanın aleyhine döner.
Böyle bir kurgunun nereden aklımda kaldığını inanın hatırlamıyorum. Bazen, kendim uydurdum zannıyla kendimle gurur bile duyuyorum.
Bu karşılaştırmayı güçlü kesim-zayıf kesim şeklinde toplumsal bağlamda yaparsak “Ana rolünü kim üstlenecek?” sorusuyla yüzleşmek zorundayız.
Bunu kurumsallaştırıp güçlü iktidar-zayıf muhalefet zeminine yükselttiğimizde “Daha büyük bir Ana” ihtiyacı ortaya çıkacaktır.
Devletler bağlamında olaya yaklaşırsak, “Ana” sembolünün karşılığı Batı’da “Themis” ise bizde “Adalet Ana” dır.
Hepimiz biliyoruz ki hukuk yoksa hilelerin, suistimallerin ve kendine yontmaların varlığı kaçınılmazdır. Bunun neticesi ise sonu gelmez bir “kargaşa” dır. Bu kavram çoğu kez rasyonelleştirilerek “mücadele” olarak ifade edilir. Bu aynı zamanda hukuk dışı amaçları meşrulaştırma yöntemidir.
Mesela az gelişmiş bir ülkedeki iktidar sahipleri, ihaleye fesat karıştırmayı bu kavram içerisinde değerlendirir. “Ne yani, karşı taraf mı alsın?” söylemi en büyük argümanlarıdır. Nepotizm de öyle, adam kayırmacılık da… Bu yüzden iktidar olanlar bütün köşeleri kapmak zorundadır.
Gelelim seçimlere! Siyasal partilerin seçimi kaybetme endişesi, İsrafil’in Sur’a birinci üflemesine eş değerdir. Kur’an, birinci üflemede “Allah’ın diledikleri müstesna, gökte ve yerde olanlar bayılırlar,(ölürler)” der. Partiler de seçimlerde yok olmamak, ölmemek adına her yolu denemek zorundadır. Böyle bir zorunluluk ise mubah derecesindedir.
Seçim hukuku dendiğinde basitçe genel, eşit ve gizli oy prensipleri akla gelse de yeterli değildir. Siyasi partilerin ya da adayların eşit şartlarda yarışması dâhil birçok faktör söz konusudur. Bakanların bakanlıkları seçim karargâhı olarak kullanamaması gibi. Özetle, bir seçimin sırf yasaya uygun olması onu adil yapmaz.
Dilerseniz temel hukuk bilgilerimizi tazeleyerek devam edelim.
Malumunuz olduğu üzere, her “yasal” olan “hukuki” değildir. Çünkü “Yasallık” nesnel bir kavramdır. Mevcut, yani vazedilmiş (konulmuş) yasalara uygunluğu ifade eder.
“Hukukilik” ise “çağdaş ve evrensel hukuka uygun” olma halidir. Özelliği, karşılıklı hakları ifade eden ve bunları garanti altına alan bir üst kavram olmasıdır. Kanunların veya kanun devletinin ise böyle bir derdi yoktur. “Ben yaptım; oldu.” demek yeterlidir.
Kısacası kitaplarda görüp okuduklarımız “Kanun”dur. “Hukuk” ise kalemle yazılanların çok ötesindedir. Balzac’ın dediği gibi: “Vicdanımız yanılmaz bir yargıçtır; Biz onu öldürmedikçe…”
Ülkemizdeki seçim tarihini irdelediğimizde, yapılan tüm seçimler yasal olsa da asla hukuki değildir. Özellikle de genetiğiyle oynanmış seçimlerde bu husus daha da belirgindir.
Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk çok partili genel seçimi 1946 yılında, “açık oy-gizli tasnif” esasına göre yapıldı. Denetim, adli birimler yerine jandarmanın da dâhil olduğu idari birimlerin nezaretinde yapılınca sonuç şaşırtıcı olmadı; 465 milletvekilinin 397’sini CHP, 61’ini DP, 7’sini ise bağımsızlar kazandı.
CHP bu seçimden zaferle çıksa da Çankaya ilçesindeki seçim sonuçları geleceğe yönelik ince bir mesaj verdi; Çankaya’da seçime giren koskoca İsmet İnönü, DP’nin en az oy alan adayından bile daha az oy almıştı.
Sağ kesim, bu antidemokratik uygulamayı bugüne dek hep CHP aleyhine kullandı. Karşılaştığı her platformda adeta bu konuyu yüzüne çarptı.
1950 yılındaki milletvekili seçimi öncesinde çıkarılan yasa ile seçimler, “gizli oy- açık tasnif” usulüne göre adli denetim altında yapılan ilk seçim oldu. Bu kez DP 416, CHP 69 milletvekilliği kazandı. Yani “Adalet Ana” artık devreye girmişti.
1954 seçimlerinde ise Demokrat Parti 503, Cumhuriyet Halk Partisi 31, Cumhuriyetçi Millet Partisi ise 5 milletvekili çıkardı. Ancak DP’nin çıkardığı tulumun içini neyle ve nasıl dolduracağı konusunda henüz bir fikri yoktu.
DP aynı zamanda çıkardığı tuluma da şükretmedi. 1950 ve 1954 seçimlerinde Malatya ilinin tüm milletvekillerini CHP, 1954 seçimlerinde Kırşehir’deki 5 milletvekilinin beşini de CMP kazanınca, DP intikam amaçlı olarak “Gerrymandering” (seçim çevresiyle oynamak) yöntemini devreye soktu.
“Adalet Ana” nın rehavetinden faydalanan DP iktidarı o tarihe ilçe olan Adıyaman’ı Malatya seçim çevresinden çıkartarak il, il olan Kırşehir’i ise ilçe yaptı.
Dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in bu konudaki gerekçesi oldukça ilginçti: “Türkiye’nin hiçbir vilayetinde %3’ten fazla oy almayan bir partiye mensup milletvekilini iki seçimde de seçen Kırşehir’in bir toplumsal ve siyasi bünye itibariyle anormallik göstermekte olduğunu inkâr etmek mümkün değildir; evet, biz açık konuşuruz.”
Menderes’in sözlerinin muhatabı CMP başkanı Osman Bölükbaşı ise bu çıkışa asla prim vermedi: “Vilayeti kaldırdınız, bizi de kaldırın da zulmünüz tamam olsun!”
Bu naif mesajı alan Menderes sonunda zulmünü tamamladı ve Bölükbaşı tutuklandı.
Maalesef geçmişte böyle bir siyasi mühendisliğe soyunan DP, önümüzdeki 14 Mayıs seçimlerinde 1-2 milletvekili alabilmek için umudunu büyük abilerin/ablaların insafına terk etmiş vaziyette.
1961 ve sonrası art arda gelen darbeler, muhtıralar henüz kendine gelmemiş seçim sistemini yeniden komaya soktu.
1973-1979 arası parlamentoda hiçbir parti tek başına çoğunluğu sağlayamadı. Bu yüzünden denenen koalisyon modelleri ve milletvekilleri transferleri “Adalet Ana” nın bile başını döndürdü.
12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra %10 baraj sistemi getirildi. Bahane olarak da, Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasal istikrarsızlık ve politik şiddet ortamı ileri sürüldü.
İstikrarın ancak silahla sağlanacağını düşünenlerin baraj anlayışı halk nezdinde alkışla karşılık bulsa da “Adalet Ana” aynı fikirde değildi.
Darbe sonrası ilk seçim olan 1983 seçimlerinde “Adalet Ana” darbeci generallere kılıcını çekmekte hiç tereddüt etmedi. Emekli Orgeneral Turgut Sunalp’e kurdurduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi’ne açıkça oy isteyen Kenan Evren’e, “Sen bu işe karışma!” diyerek seçim sonrası MDP’ye adeta canlı otopsi yaptı.
1987 seçimleri öncesinde Turgut Özal liderliğindeki ANAP seçim çevrelerinin maksimum milletvekili sayısını 6’ya indirdi; 4, 5 ve 6 milletvekili seçen çevrelerde en çok oyu alan partiye ekstra 1 milletvekili verilmesini yasalaştırdı. ANAP yaptığı bu kurnazlık sayesinde %36,31 oyla meclisteki sandalye sayısının %62′ sine sahip oldu.
Ancak “Adalet Ana” bu seçim hilesini sadece yemiş göründü. Zira 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler için geçmişin o muktedir ANAP’ına büyük abiler/ablalar bir yana küçük abilerden/ablalardan bile bugüne kadar herhangi bir teklif gitmedi. Bu da partinin kurucularının kemiklerini sızlatmaya fazlasıyla yetti.
1991-1999 yılları arasındaki dönemde kurulan 8 farklı koalisyon veya azınlık hükûmeti ise “Adalet Ana” ya saçını başını yoldurttu.
2002 genel seçimlerinde sadece iki parti barajı geçince Adalet ve Kalkınma Partisi oyların %34’ü ile meclisteki milletvekillerinin %64’üne sahip oldu. Barajı geçen tek diğer parti olan Cumhuriyet Halk Partisi de yine aldığı oyla orantısız oranda milletvekili çıkarttı. “Adalet Ana” bu duruma bir müddet seyirci kalmakla yetindi.
Sonrasında Deniz Baykal’ı koltuğundan eden, bazı MHP milletvekillerinin ise vekilliklerini sona erdiren kaset komplolarıyla müşerref(!) olduk.
2017 yılında nedense rejimin değişesi geldi. Yapılan referandumla “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” kıl payı kabul edildi.
Henüz teorisi bile yazılamamış bu sistemi maalesef yaşayarak öğrendik. Sistemi getirtenler bin pişman olsa da “burnunu dik tutma” geleneği böyle bir itirafa engel oldu.
2018 genel seçimlerine geldiğimizde “ittifak” ile tanıştık. “Hani, koalisyonlardan çok çekmiştik!” denildiğinde “Bre cahiller, ittifaklar seçimden önce koalisyonlar seçimden sonra kurulur!” azarı ile karşılık verildi. Hamdolsun, bu açıklama sayesinde hem aydınlandık hem de rahatladık!
Bu arada 31 Mart 2019 tarihinde yapılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimi YSK tarafından iptal edilince “Adalet Ana” nın görülmemiş bir hiddetle sahneye çıkmasına tanıklık ettik.
31 Mart 2022 tarihinde ise seçim barajı %7 olarak değiştirildi. Ancak bu durum kâğıt üzerinde kaldı. Zira bırakın %7’yi, büyük veya küçük abilerle/ablalarla ittifak kuran kreş çağındaki partilerin bile seçim barajı sorunu kalmadı.
Peki, biz bu haltı niye yedik?
Sözde %7 barajına rağmen bu seçim, muhtemelen, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en çok partinin mecliste olacağı bir seçim olacak. Üstelik siyasi istikrar uğruna korunan baraj sistemi, bir yandan küçük partileri büyük abilere/ablalara muhtaç ederken, diğer yandan büyük partilerin ipini kreş çağındaki partilerin eline vermiş durumda.
Böylelikle milli literatürümüzde yer alan “Oy namustur, asla satılmaz.” yaygarası da raflarda yerini almış oldu.
Bu yetmezmiş gibi bir de ilkesizlik ve hukuksuzlukla itham furyası almış başını yürüyor. Hem de “Hukuk tuvaline her türlü rengi boyadık bir tek fıstıki yeşil kaldı,” derecesinde.
Asıl önemli konu, 14 Mayıs seçimi sonrasında “Adalet Ana” nın ikiye bölünmüş tostu kime seçtireceği. Seçim barajını ittifak ile delen bu hukuka karşı komployu sizce “Adalet Ana” yutar mı?
Son bir şey daha söyleyerek noktamızı koyalım.
Gazeteciler Hasan Cemal ile Çengiz Çandar’ın adaylıkları birçok kesim tarafından “tu kaka” ilan edildi. Anlamak gerçekten zor! Yani DSP/AKPARTİ, MHP/HÜDAPAR veya SP- DEVA-GELECEK/CHP ittifakı dahil her şey normal de, bir tek normal olmayan Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın Yeşil Sol Parti’den adaylığı; öyle mi? Bu kadar ucubelik içinde gözünüze bir bu mu battı?
“Adalet Ana” yı bilmem ama “Adil Baba” yakalarsa canınıza okur.