“Doğru olmadığı apaçık bir şey söylemek, sonra da maiyetinizdekilerin aynı yalanı yüzleri kızarmadan tekrar etmesini sağlamak, onlar üzerinde çok ürkütücü bir güç gösterisidir. Bilhassa totaliter rejimlerde sık rastlanan bir durum.
Bariz bir yalanı tekrar etmek durumunda kalmak, insana kendisini de güçsüz hissettirir, üstelik suça da ortak eder. Şeref ve haysiyetinizin ihlali, tahribidir. Ahlâken kendi ayaklarınız üzerinde durma, direnme ve yalanı ifşa etme becerinizi yitirirsiniz.”
Prof. Yacob T. Levy’nin ABD Başkanı Donald Trump’la ilgili yaptığı analizi, Işın Eliçin’in altı yıl önce Birikim Dergisi’nde yayınlanan yazısından okudum. (¹) Aynı yazıda Trump’un iktidarıyla birlikte çok satanlar listesine giren “Totalitarizmin Kaynakları” kitabının yazarı Hannah Ardent’in “bariz yalanlar”a dair söyledikleri de bana taptaze geldi, ilgimi uyandırdı.
Siyaset rüzgârıyla yalan fırtınası
“Size mütemadiyen yalan söyleniyorsa bunun sonucu yalanlara inanmanız değil, artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur. Çünkü yalanlar, doğaları gereği, değiştirilmek zorundadır; yalan söyleyen bir hükümetin de kendi tarihini durmadan yeniden yazması gerekir. Sonuçta önünüze tek bir yalan konmaz, siyaset rüzgârı nereden eserse ona göre değişen sayısız yalan konur.
Artık hiçbir şeye inanamaz hale gelen bir halk da hiçbir konuda karar veremez. Sadece eylemde bulunma kabiliyetinden değil, düşünme ve muhakeme etme kabiliyetinden de mahrum kalır. Ve bu hale gelmiş bir halka dilediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz …”
Ardent “totaliter ya da başka türden bir diktatörlüğün hüküm sürmesini” özellikle “insanların bilgilendirilmemesi”ne bağlıyor.Ve net bir güvenle soruyor ardından: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olabilir misiniz?”
Hislerimin tercümesine itiraz
Hislerime tercüman olan analizleri Türkiye’den okuyunca, Trump örneğindeki “tercüme”lerin ülkem şartlarına dair “yerli” ölçeğime yetersiz geldiğini fark ediyorum. “Şerh” diyemem ama mesela “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak” bu topraklarda imkânsız gelmiyor bana. Örneklerini görüyorum.
Yine bariz, mütemadi yalan bombardımanın artık “yalana inanmamak” ara sonucunu doğurması da sanıyorum bir nebze gelişmişlik, biraz iyimserlik gerektiriyor. Bu ülkede kuyruğu yerde sürünen yalanlara bile inanmak, hatta îman göstermek de istisnai örnekler olarak ilişmiyor gözüme.
Halkın bariz yalanlar tavan yaptıktan sonra “hiçbir şeye inanamaz hâle gelmesi” ve “hiçbir konuda karar verememesi” tespitinin ülkemdeki insanların tercihlerindeki /seçimlerindeki oranı da biraz şüpheli gibi. Hani karar verememekten çok Genel Seçimler örneğindeki “kararsızlar” misali, muallakta, netameli bir “kararsızlık” durumu sanki. Yalan her an yuvasına dönebilir. Bilgilendirilmeyen insan her an “inanılacak bir şey bulabilir”.
Post-truth fırsatların eşitsizliği
Ülke koşullarına göre siyasetteki yalanların muhtevası da, “seviyesi” de değişiklik gösterebiliyor. Totaliter, otoriteryan yönetimlerin dünyadaki tayfı, yelpazesi geniş. Ülke yönetimindeki figürlerin, beslendikleri toprağın “fırsat spektrumu” da farklı kuşkuşuz.
Bariz yalanların bir yönetimin ana argümanı olması, var olan ve/veya -yine yalanlarla- yaratılan “post-truth” fırsatlarla da ilgili. Yönetimde “fırsat”a dayalı bir bakış açısının siyasi görüşe dönüşmesi mümkün. Ama ona bir “görüş” demek ne kadar olanaklı, tartışılır. Bana daha çok iktidar diline dair yazı dizimde değindiğim pürtelaş “laf yetiştirme” gibi geliyor.
“Yansıtma Mekanizması”nın toprağı
Son olarak, “bariz yalanlar”a dayalı otoriter iktidarlara dair analizleri Türkiye’ye tercüme ederken bir soru işaretim de öyle yönetimlerin “savunma mekanizmaları”nda ortaya çıkıyor. Mesela psikolojideki o ünlü “Yansıtma Mekanizması”nın toplumsallaşma eğilimi, işlevselliği Batı’da ne kadar etkili?
“Yansıtma” Türkiye’de iktidar çevrelerinin bence en bariz özelliklerinden birisi. Fikrimce bu mevzuda da rekor peşindeyiz. Tamam, o mekanizmayı kullanmak, suçu-günahı başkasına atmak/yansıtmak için her otoriteye rakipler, “özne”ler, “öteki”ler, “düşman”lar gerek.
Ama “düşmanlar”ın bu denli çeşitlendirilmesi ve her yere, her kesime taşınabilirliği, Trump’a bile böylesine çoktan seçmeli “fırsat”lar yaratmadı, kısmet olmadı. “İftira” yelpazesi ve iftiraların dolaşımı açısından da bizim kadar bereketli bir toprağa, adalet, yargı sisteminden azade pervasız bir konfora sahip değiller fikrimce.
Otomatiğe bağlanan laf yetiştirme
Üstelik öyle bir mekanizma, laf yetiştirme ki neredeyse saniyeler içinde çalışan bir otomatikliğe sahip. Mesela sosyal medyada, videolarda bir yolsuzluk, bir hırsızlık iddiasına, ithamına mı hedef oldular; hemen, anında çalışıyor mekanizma: “Bunlar hırsız…”
İnanılmaz iddialar “narko” alanlara mı uzandı; “Bunlar esrar, eroin kaçakçısı…” İddialar arasında alınan milyon, milyar dolarlık “komisyon”lar vs. mi var: “Bunlar tefeci…” İktidarın nepotizmi, eş, dost, akraba kayırması dillere destan mı oldu: “Kılıçdaroğlu akrabasını SSK’ya aldı…”
Ortaya atılan iddiaların sınırsızlığı, kendi söylemlerinde saldırı cephanesi olarak kullandıkları “sapkın ilişkiler”e mi ulaştı. Karşılığı hazır: “Bunlar sapkın, bunların hepsi LGBT’ci… AK Parti’ye, MHP’ye, Cumhur İttifakı’na LGBT girebilir mi, giremez.” Siyaset dili iktidar çevrelerinin sayesinde bendine sığmadı insanların tercihine, en mahremine kaydı ne zamandır.
Google da kafanı karıştırıyor
Orada burada muhalefete taşlı saldırılar mı oluyor, “Onlar attılar…”. İktidar çevrelerinin doğru olmayan iddiaları ortaya saçıldıkça, yine mekanizma en cüretkâr vurgularla devrede: “Bunların her işi yalan, dolan, palavra… Artık yalan söylerken yüzleri bile kızarmıyor.”
Sanki metin yazarları Argo Sözlüğü’nü açmış içinde ahlâka, namusa, karaktere aykırı ne kadar hakaret, sıfat, küfür varsa listesini hazırlamış, yeterli görmemiş hepsini kapsayan “iftira seçmeleri” oluşturmuş, iktidar çevrelerine dağıtmış.
Yok yok… Bu yolda tavana kadar ulaşan külliyatı düşününce o da tükeniyor olmalı. Tekrara, tekerlemeye dönüşüyor. Bu yağmurla karşılaşınca, aralıksız sıralanan sıfatların içinden çıkmak için Googla’a başvurmak da çözüm değil. Zira arama penceresine o sıfatları yazınca karşına kast edilen değil bambaşka isimler çıkıyor. Sosyal medya işte…
“Özeleştiri”yi aşan mertebeler
Bariz yalanlar üzerine oturan bir sistemin sürmesi için o siyaset dilinin sonuna kadar zorlanması tek “çare”. Bırakın gelinen o noktadan geri dönmeyi, yalanlara rötuş, bir ayar yapmak, birazcık “inandırıcı” kılmak bile artık olanaksız. Hangi birine yapacaksın.
Özeleştiri, helalleşme filan da bu örnekte imkânsız. Zaten o çevrelerde asla itibar görmeyen, dile değdirilmeyen “özeleştiri”, varlığının külliyen reddedilmesi mertebesine geldiğinde onun adı başka bir şey oluyor. “Hazin itiraflar” cümlesine bile sığdıramazsın.
Üstüne üstlük bir de “film dünyası”, o dünyadan ortaya saçılan iddialar dolaşıyor ekranlarda. Kılıçdaroğlu’nun video filmine çoluk çocuk işi “deep fake”i mitingde halka parmakla gösterdiler ama bir de onun karşı cephesinde iddialarıyla iktidarı işaret edenler var.
“Film dünyası”ndaki iddialar
Bir süredir iktidarı hedef alan zincirleme videolarla ortaya atılan ağır, milyonlarca insanın izlediği iddiaların, o “dizi film dünyası”nın da söylemi “siyaset dili”nden azade değil. Normal de bir bakıma. O çevrelerde hem câri, rayiç “değer” öyle… Hem de o “marka” isimler, bazen belgelerle sergiledikleri iddiaları “içeriden” aldıklarını, bizzat, “hatta katılarak yaşadıkları”nı savunuyorlar. Doğruluk payı varsa, iştiraki itiraflar…
O videolardaki ithamların sahipleri, o filmin seti, bir zamanlar içinde oldukları “dünya” hakkında da fikir veriyor. Değerlendirme değil “film analizi” yapıyorum nihayetinde… Birisi önüne gelen her usulsüzlük, yolsuzluk teklifine, fırsatına “Valla iyi para” diyerek bakan, sanki biraz da öyle mazeret arayan bir adam misal.
Parayı alıp sakalına sürme geleneğiyle “Bin bereket…” Milyon dolarlarla oynayanların bir akşam yemeğine bile tamah ettiklerini seyrediyoruz o “iddialı” filmlerde. Dilleri öyle, “îman”ları öyle, “hep bana”ları öyle…
Vasıfsız insanlar cemiyeti
Hemen hepsi, eşi, dostu, kardeşi, arkadaşı, ahbabı, arabulucusu, yancısı/arkacısıyla özünde “vasıfsız” insanlar. Bir tür vasfa karanlık ilişkileri sayesinde ulaşmışlar, basamakları o yolla tırmanmışlar. Çoğunun, o camianın tarihi, -birçok ortakları gibi- boşgezerliğin, eğitimsizliğin, zorba, sabık bir biyografinin de özeti.Birbirinden ağır iddiaları öyle yani.
O “film dünyası”nda da pervasızlığın, görmemişliğin, doymazlığın, pespayeliğin, uyuşturucudan bilmem neye türlü rezaletin, küfürden ibaret berbat esprilerin, kıt kelime dağarcığının, her türden ilişkideki seviyesizliğin âlâsını seyrediyorsun. Vurguncuların yakın ilişkilerinde bile birbirlerine attığı kazıkları da izliyorsun. Ki o dünyada o da normal…
“Eski dostlar” düşman olursa…
Hepsi iddia tabii ama böyle seri, zincirleme, dibin dibi iddialara da hayatında pek tanık olmamışsın. Mesela geçmişte de bir lidere, politikacıya dair bir iddia, bir konuda belge, bir kayıt, film vs. çıkmış. Ülkemizde de, dünyada da örnekleri var.
Ama bir insanın, bir çevrenin akla gelen her konuda iddialara hedef olması da müstesna bir durum. “Hem hırsız, hem de ………. herkesten” nevinden bir deyişe yönelsen, arada nokta nokta bıraktığın boşluğa yığılacak kelimelere yer açmak için parmağını “space” tuşundan kaldırmaman lazım. Ne istersen var.
İktidar çevrelerinin, muhalefete akıllarına gelen her konuda, her alandaki saldırı dilinin, dillendirdikleri inanılmaz iddiaların, kullandıkları mekanizmaların bedeli sanki. Süflilik, pespayelik, vasıfsızlık sıradanlaşınca sınır kalmıyor. Hele ki bugün düşman olan “eski dostlar”da…
Bazısı “vasıfsız, âdi vurgunlar”
Film kahramanlarının dile getirildiği bazı milyarlık yolsuzluk iddiaları bile emanet vasıfların ilişiğindeki “vasıfsız, âdi vurgunlar”. Pervasız, kör kör parmak gözüme… Metaforu uygun, tabiri caiz midir bilemiyorum ama yolsuzlukta bile “liyakat” değil sadece “sadakat” gerekli o film dünyasında.
İddialara bakarsan… Milyonlarca, milyarlarca dolarları cebe indirmek, ne bir “Sülün Osman” maharetini, ne 40 yıl önce Türkiye’yi hayretlere düşüren “hayali ihracat” buluşlarını filan gerektiriyor. Paraları alıp cebine indiriyorsun, o kadar.
Öyle ya da böyle, “hukuk”, “yetki” gücüyle yahut apaçık zorbalıkla çökülmüş birçoğunun üzerine. Dümdüzünden, heyecansız-gerilimsiz seri cinayet misali, seri yolsuzluklar, seri vurgunlar. İnanılmaz iddialar.
Umut “hiçbir şeye inanmayanlar”da
O film dünyasında iddialara hedef olan portrelere, avanisine her ganimetten bir pay düşerken, suçtan da pay düşüyor kuşkusuz. Yağmadan pay almasa/alamasa da gözünün önünde, yıllardır pervasızca işlendiği iddia edilen bu suçlara sessiz, kayıtsız kalanlara da bir pay kaçınılmaz. “Filmlerdeki dünya”, inanılmaz iddialar öyle…
Hepsi iddia ama kurgusu, cüretkâr ithamları, klipleri, dakikalık belgeselleriyle bile dibin dibi manzaralar. İddialar da ölçüsüz. “Vasıfsız, bariz yalanlar”ın ölçüsüz dünyasında böyle filmlere bakıp, tereddütsüz “Yok artık canım!” demek ne kadar mümkün onu da bilemiyorum. Kafamız allak bullak zira… Lâkin kabahat bizde değil, o net.
Yalanlar, iddialar, filmler… Yazımın başında sorguladığım Ardent’in “Size mütemadiyen yalan söyleniyorsa bunun sonucu artık hiç kimsenin hiçbir şeye inanmaması olur” sözleri belki de bu mevzuda geçerlidir ve son umududur iddialara hedef olanların, karşılık vermeden sessizce bekleyenlerin.
(¹) Işın Eliçin, “Başkan, Yalanlar ve Adamları”, Birikim Dergisi, 13 Şubat 2017.