Tarihî, emsalsiz bir örnek vaka olarak iktidarın diline sabırla değinmeye çalıştığım yazı dizisinin yeni bölümüne geldiğimde Erzurum’daki saldırı yaşandı. Ekranlardan Ekrem İmamoğlu’nun seçim otobüsünün üzerinde taş yağmuruna karşı açılan şemsiyelerin altında yapmaya çalıştığı konuşmayı, yaralananları, “güvenlik kuvvetleri”ni izledim.
Katılanlara sürekli sakin olmaları, provokasyona imkân vermemeleri çağrısı yapan İmamoğlu, taş yağmuruna dair bir güvenlik önlemi, polis müdahalesi göremeyince mitingini yarıda kesiyor. Otobüs hareket ettikten sonra, neden sonra panzerlerden birazcık su sıkılıyor.
Panzerlerden birisinin İmamoğlu’nun peşinden hep birlikte cephesini otobüse kaydıran kalabalığa sıkılan su da dikkatimi çekiyor: Tazyikli, etkisi-darbesi ağır “tek sütun” halinde değil fıskiye, duş yaptırma, yelpaze modunda… Sağdaki panzer, izleyen görebilir.
Gaz değil manzara göz yaşarttı
Polisin 50-100 kişilik muhalif gösterilere, basın açıklamalarına, kadına şiddete karşı protestolara orantısız uyguladığı standart refleksi, yani göz yaşartıcı gazı -görüntülerde tek tek arasam da- göremiyorum. Ama ellerinde taş polisin yanında yürüyen, aynı karede elinde taş arabanın üzerine yayılarak dinlenen saldırganların fotoğrafını görüyorum.
“Montaj mı acaba?” derken, canlı görüntülerde de taş atanlar polisin yanı başında. Gayet rahat savuruyorlar taşları… İnsan bari sırtını döner saldırgana, uzaklaşır biraz, pek mümkün değil ama görmemiş numarası filan yapar. Ayağıyla yere filan vurur, ürkütmek, öyle bir poz vermek için.
Ardından onların, o saldırıya destek veren grubun kentte gerine gerine attıkları turlara, sloganlara, yaptıkları “neşeli-kibirli” yürüyüşe bakıyorum. Görüntüyü kurtarmak için bile olsa, yine hiçbir polis müdahalesi olmadan küstahça, arkalarındaki desteğin pervasızlığıyla yürüyorlar.
“Biz de sizi seyrediyoruz”
Öyle bir profil ki… Halleri-tavırlarıyla “siyaseten”, en azından oylarıyla onları ister istemez desteklediklerini düşündüğüm, yolun kenarında duran halk bile aralarına katılmıyor, seyrediyor sadece. Bazısı telefonuyla videosunu çekiyor.
O pervasızlığı seyrederken İmamoğlu’nun az önce taş yağmuru altında yaptığı konuşma kulağımda çınlıyor: “Bunu seyreden polisler biz de sizi seyrediyoruz. Bu şehrin valisi, emniyet müdürü biz de sizi seyrediyoruz. Yaralılar var, hakkınızda suç duyurusunda bulunacağım.”
Evet, belki unutuyorlar/umursamıyorlar ama biz de görüyor, tek tek seyrediyoruz seçime giderken. Ve herkesin izleğine yerleşiyor o görüntüler, herkesin kulağını tırmalıyor o diller, o söylemler. Bunları asla unutmamak borcum, insanların sandıkta hatırlamaları da umudum.
Ölçüsüzlük “ölçü” olursa…
Bütün bu saldırıyı, o görüntüleri aktarırken yaptığım tasvirlerde -birazını- kullandığım kelimeler, yazı dizime de konu olan sıfatlar. “Kibir, pervasızlık, küstahlık, şımarıklık, ölçüsüzlük, savaş, darbe, nefret, düşmanlık, saldırganlık vb.”den ibaret siyaset dilinin “cümle içindeki” manzaraları.
“Onla, dille kalsa iyi” demeyeceğim elbette ama öyle bir ölçüsüzlük, pervasızlık söz konusu ki dün koyduğun ölçü, bugün kıyasa, tartıya gelmiyor. Öyle bir şeyle karşılaşıyorsun ki ölçü birimin, tahayyülün anında tepetaklak oluyor. Her şeyi alt-üst ediyorlar.
Seçim korkusu sandıktan ağır
Mesela bu saldırının “öncesi-anı”yla gün boyu görüntülerini izledikten sonra karşımda yancı kanalların akşam yayınları! “İktidar dili”nin pervasızlığı orada da kendini aşıyor. Seçim yaklaştıkça büyüyen korku, sandıklardan ağır.
Başta CNN olmak üzere o kanalların saldırı akşamı, taze taze canlı yayınları gerçekten inanılmaz. İnanmayı reddediyorsun sanki; iç dünyan, aklın, böyle perişan hallere dair nitelemelerin, etiketlerin bu kadarına hazır değil neredeyse.
Adı üstünde “Ne oluyor?”
CNN’nin o saldırıdan birkaç saat sonra, o akşama dair canlı “değerlendirme” toplantısına katılanlar mesela. Programın adı üstünde: “Ne oluyor?” Ama o programın, katılanların iktidarın gözünün içine bakan, çoktan şaşımış gözüyle tabii. İsimlerini ne hafızama alırım, ne de dilime.
Zaten çoğu ekranlardan kaybolacak kullanım süreleri bittiğinde. O kubbede hoş bir seda, bir tanecik nida bırakmadan… Geldikleri gibi kifayetsizliğin küstahlığıyla değil, çoğu süklüm püklüm gidecekler. Öyle düşünüyorum; emanet sermayesi bitince, kifayetsiz muhterisin iflası öyle oluyor zira. Usulca bir ah, gidiyorum eyvah!
İnsan hiç mi ar etmez… Kelimelerini, dilini, hatta yüzüne yayılan keyifli-öfkeli ifadeyi hiç mi gözden-izandan geçirmez… İmamoğlu’nun, Millet İttifak’ının bir mitinginin saldırıya uğradığı, insanların yaralandığı o vahim olaya karşı göstermelik bir ayar da mı yapmaz? Yok, ölçüsüzlüğün birbiriyle yarışan pürtelaş rekabeti.
Onların “kamu düzeni” bu
Yüzerindeki saklayamadıkları, muhtemelen artık gizlemeye gerek de duymadıkları ifadeyi anlatmam zor ama kelimesi kelimesine aktaracağım hâl-i pür melâllerini… Önce telaşla düzenlenen o toplantının aslında miting olmadığını kanıtlamaya çabalıyorlar: “Efendim esnaf ziyareti yapacaklardı, nereden çıktı miting?”
Ardından “izinsiz gösteri”, “kanuna aykırı hareket” moduna geçiyorlar. Sonra “Gösterilen, izin verilen alanda değil gittiler başka yerde yaptılar” söylemiyle kurdukları cümleleri kendileri yalanlıyorlar. Çok korkanın ifadesine çapraz sorgu gerekmez, o kendini yalanlar.
O temcitte geliyor sıra “Olaylar İmamoğlu’nun provokasyonu, tahriki, kışkırtması”na: “Yapamazsın, kamu düzenini bozamazsın!” Ekrandaki o görüntülere her şey dersin de bir tek “kamu düzeni” diyemezsin herhalde. Tabii arzu ettikleri “kamu düzeni”nin bu olduğunu pas geçer, iddia etmezsen!
“Taş atarken yakalayamazsın ki!”
İçlerinden biri “Laf ola beri gele” hevesiyle Millet İttifakı’nı, CHP’yi, İmamoğlu’nu kast ederek “Sabote ettiler” diye ekliyor. Sormuyor kimse; “Sabote edilen ne? Dışarıda toplananların ağız tadıyla saldırmaları, mitinge katılanları iyice dövmeleri, milletin birbirine girmesi mi sabote edildi?”
Bu saldırıya ve hemen ardından kendi “değer”lendirmelerine çok uyan “El insaf” cümlesini bile onlar kuruyor, kullanıyor! Yine mağduruna yansıtarak! Moderatör bile belki bunalıp, polisten, taş atanlardan filan usulca söz edince, “Taş atarken yakalayamazsın ki!” diye çırpınıyor içlerinden birisi.
Yine kimse sormuyor tabii: “Yahu niye yakalayamazsın? Asıl o zaman hem engeller, hem yakalarsın. Baştan aşağı donanımlı, o alanda, o görev için dikilen polisler, panzerler vs. var. Yanında durup taş atanı nasıl yakalayamazsın?”
Kahkahayla ağlamak kolaymış
Filmlerdeki “kahkahayla ağlama”, en tuhafından sinir krizi sahneleri geliyor gözümün önüne. Zor bir rol, mahir oyunculuk sanıyordum; böyle ekranlara, sahnelere maruz kalınca “Pek de zor değilmiş” düşüncesi geçiyor aklımdan. O sahnede bu yorumcuları aklına getir, sen de kahkahalar atarak ağla.
Sonra sahneye Erzurum Belediye Başkanı çıkıyor, programa telefonla bağlanıyor. Olayları hemen, telaşla İmamoğlu’nun provokasyonu olarak nitelendiriyor elbette: “İstanbul, Erzurum, Kayseri mitinglerimizin kalabalığını görenler tahammül edemediler: Bize kimse gelmiyor, dediler…”
Yani adını koymadan yine iktidarın temelsiz kibrindeki, tüm dünyayı kapsayan “Bizi kıskanıyorlar”a bağlıyor. Yahu bırak kıskanmayı, insanın kıskançlık denen duygusu dumura uğrar, tedavi olur bu hâlleri, bunları, bu görüntüleri görünce. Şükreder kendi hallerine, sıradan arızalarına…
Başkan: Taşı onlar attılar!
Ve hemen dilini-elini yükseltiyor başkan. İktidarın ruhunda/psikolojisinde yıllardır sıradanlaşan “yansıtma mekanizması”nın, “suçu başkası”na, hatta “o suçun mağduruna atma”ya cüret eden yerli konforuna sığınıyor.
Aynen şunları söylüyor: “Toplantı alanında bulunanlardan dışarıya taş fırlatılıyor, hazırlıklı, ellerinde taşlarla geldiler, orada taş bulmaları mümkün değil. Kameradan izledim gördüm, oradakilerden, Halk Partisi’nin oluşturduğu kalabalıktan birileri dışarıda izleyenlere taş atıyorlar.”
“Deep fake”in dumanı tüterken
“Kameralardan izledim, size de gönderebilirim” diyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Mitingi’nde halka -parmağıyla göstererek- seyrettirdiği “deep fake”, sahte video geçiyor aklımdan.Hani Cumhurbaşkanı Adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçim filmine -kör kör parmak gözüme- montajlanan terörist Karayılan videosu… Çoluk çocuk işi.
Ama yok, zor. Hazır değilse yine de o sürede, öyle görüntülerin montajını, hatta sansürlemesini, kadrajını filan kolayına yapamazlar. Beş-altı saat önce izlediğim görüntüleri, o şehirdeki “her kentliye hizmet etmek”le görevli “başkanının gözü”nden dinliyorum. Şaşırmıyorum bile artık, iktidarın dili, yaptıkları, o mevzuda o duygumu da yıllardır dumura uğratmış.
Ya panik olsaydı?
Ben de ekranlardan tekrar, dikkatle, defalarca izliyorum. Mitingin dışındaki alana -polisin gözü önünde- gelip toplananların Millet İttifakı’nı destekleyenlere taş yağmurunu… O aralıksız yağmura rağmen açılan şemsiyenin altında İmamoğlu’nun çabasına tanık oluyorum. Katılanları sürekli itidale davet eden, yetkilileri, emniyeti, polisi göreve çağıran konuşmasını dinliyorum.
Evet, mitinge katılanlardan birkaçının -neden sonra- üzerlerine yağan taşları alıp geriye attıklarını da görüyorum. Ve İmamoğlu’nun sürekli “Provokasyona gelmeyin, onlara uymayın” uyarılarını da… Tüm kalabalık öylece duruyor, dinliyor İmamoğlu’nu. Ne uyuyor saldırganlara, ne de paniğe kapılıyor. Ya panikle ezseydi insanlar birbirlerini?
“Bu kadarına pes!” demeyeceksin
O ekrandan tanık olduğum iktidarın diline, bu pervasız “duruş”a hayret edemediğim için üzüntü duyuyorum. “Bu kadarına pes!” filan da demiyorum elbette. Asla… Onu istiyorlar zaten, ellerindeki her şeyle muhalefeti pes ettirmek elde kalan tek çareleri.
Belediye başkanı da içini döktükten sonra o mahut, üst perdeden söyleme devam ediyor: “Orası miting alanı da değil. Tesadüfe oluşturulmuş, ‘Biz ille burada miting yapacağız’ diyen bir güruh. Yani zorbalıkla ‘Biz burada miting yapacağız…”
İçişleri Bakanı: Tamamen tiyatro!
Millet İttifakı’nı toptan değersiz bir “güruh” olarak anmaktan yorulmayan iktidarın diline yarın yazı dizimde değineceğim ama… Bir iki örnekle iktidarın alâmet-i fârikaları arasına katılabilecek “zorbalığı” muhalefete yansıtmak da beni şaşırtmıyor.
Dün kalkıyorum, bu kez de İçişleri Başkanı Süleyman Soylu’nun Erzurum olaylarını “değer”lendirmesi karşımda: “Ekrem İmamoğlu hem yalancıdır, hem sahtekârdır. Bir yerde olay çıkarmak istiyorlar.”
Aynı hızla devam ediyor: “Bir kişinin kafasının kanaması dışında başka bir olay yok. Diğerleri ise tamamen ‘Şuramda ağrı var kontrol edin’ diyenler. Tamamen tiyatro!” Bu da böyle bir açıklama işte.
Valiyi unuttular herhalde
Valla kimin ağrısı var bilemem ama çocuğu, genci, yaşlısıyla en az dört -yüzü kafası kanlı- yaralıyı ekranlarda ben gördüm. Beni boş verin tabii de Erzurum Valisi de kalktı açıkladı: “Orada tahrip olmuş bir kesim vardı. 17 kişi sağlık kuruluşlarına müracaat etti, bunlardan 9 kişi hafif yaralı, müşahede altında…”
Valiyi unuttular herhalde. Bu arada “tahrip olmuş bir kesim”i de pek anlamadım yahut anladığım şekliyle anlayamadım. Mesela “kendini tahrip etmiş bir kesim” deseydi anlardım, bakanın diliyle uyum da sağlardı fikrimce.
Yine de yaptı görevini: “İhtiyaç olması hâlinde gözaltı işlemleri de yapılacaktır.” Ekrana çıkmadan talimat alınan yer meşgul değilse, onu da sorsalardı keşke. Gerçekten içimi, ruhumu karartıyor ama aynı zamanda umudumu da iyice güçlendiriyor bu hâlleri.
“İyiliğin kazanmasına hasretiz”
Bu olaylar sürerken, hemen sonrasında sosyal medyada sinemanın, tiyatronun, müziğin, yazarların, sanatın temsilcilerinden yağan sosyal medya mesajları umudu daha da güzelleştiriyor, umudu yine bir sanata dönüştürüyor. Hepsini sıralamam imkânsız; Cem Yılmaz’ın twitter’daki mesajı “Her şey çok güzel olacak” diye başlıyor.
Bahar gibi geliyor arkası: “Memleketimin her sağduyulu insanının bu güzel dileğinin gerçek olmasını canı gönülden diliyorum. Geçmiş olsun Ekrem başkan. Bir mitingde Türk bayrağı ile süslenmiş alanda insanlara taş atmak 2023’de olduğumuzu unutturdu, bu ve bunun gibi yüzlerce sebep! İyiliğin kazanmasına hasretiz.”
“Ümitten korkuyorlar, ümitten”
Sonra Nâzım Hikmet’in dizeleri çınlıyor kulağımda: Korkuyorlar /şafaktan korkuyorlar, /görmekten, duymaktan, dokunmaktan korkuyorlar /Sevmekten korkuyorlar /(…) tohumdan ve topraktan korkuyorlar, /akan sudan ve hatırlamaktan korkuyorlar /(…) sıcak bir kuş gibi gelip konmamış ki avuçlarının içine /ümitten korkuyorlar Robeson, ümitten korkuyorlar, ümitten, /korkuyorlar kartal kanatlı kanaryam /türkülerimizden korkuyorlar.”
Aklıma çocukluktan bu yana muhtemelen herkesin bir şekilde tanık olduğu görüntüler geliyor. Korkan, paniğe kapılan bazı çocukların, kelimesiz kalan, şoku atlatamayan insanların görüntüleri; telaşla sıralamaya çalıştıkları inkârlar, yalanlar, ipe sapa gelmez/aldığı nefese yetmez lakırdılar.
Yalanın beteri korkunca söyleniyor herhalde. Evet, yine Nâzım’ın deyişiyle bu seçimden “çok korktukları için çok konuşuyorlar”. Siyaset diline yarın siyasi narsizmle devam edeceğim. Ama ben o sefalete narsizm bile diyemeyeceğim.