Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turu için ‘neden olmasın’la ‘mutlaka olacak’ arasında salınan, azımsanmayacak sayıda bir muhalif seçmen kitlesinden söz etmek yanlış olmaz. Bu seçmen grubu aşağı yukarı birinci turdaki duygusuyla sandığı gidecek ve oyunu kullanacak.
İlk turda oyunu Kılıçdaroğlu lehine kullanmışlar içinde ikinci bir grup var ki, bunlar birinci gruptakilerin iyimserliğini paylaşmıyor, onların pozisyonunu ‘gerçekçi’ bulmuyor ve serâzâd “Kılıçdaroğlu kazanacak” diyemiyor.
Ben de ikinci gruptayım ama bu ‘gerçekçi’ tespit beni ertesi gün geri dönmek üzere 7 saatlik bir karayolu yolculuğunu göze almaktan alıkoymuyor. Bu grupta yer alanların çoğunluğunun da bu ‘gerçekçi’ tespite gözlerini kapayıp oylarını kullanacaklarını gözlemliyorum. Peki, ikinci turda kazanma umudu az olan bizim gibiler 28 Mayıs’ta hangi motivasyon ya da motivasyonlarla sandığı gidecek? Ben bu yazıda kendi motivasyon kaynaklarımı anlatacağım.
Erdoğan’a ‘hayır’ deme fırsatını tepmemek
Recep Tayyip Erdoğan, ‘demokratlığı’ da içeren bir zihniyet bileşimine sahip olsaydı bile, son yılları tek adam olmak üzere uzun süre iktidarda kalan bir siyasetçi olarak mutlaka otoriter eğilimler geliştirecekti. Bunun üstüne bir de sahip olduğu otoriter-ataerkil zihniyet bileşimi binince, bugün bildiğimiz Tayyip Erdoğan çıktı ortaya: Bağırıp çağıran, aşağılayan, adaletsiz, kişisel hınçla davranan bir devlet başkanı.
Ben, Erdoğan’ın toplumun yarısını aşağılayan üslubunu ’şahsi’ olarak algılayan biriyim; her sözünü üzerime alınıyorum, “bunlar alçak, bunlar sürtük, bunlar edepsiz” diye bağırmalarını duydukça tüylerim diken diken oluyor ve oradan itibaren ağzıyla kuş tutsa beni zerre ilgilendirmiyor.
Erdoğan’ın kullandığı bu dil kısmen kişilik özellikleriyle bağlantılı ve bu anlamda ‘doğal’ bir yanı var. Fakat öbür yanı ‘doğal’ ve ‘kendiliğinden’ değil: Hangi sonuçları doğuracağını bile bile başvuruyor bu dile ve o sonuçları doğursun diye baş vuruyor. Yani iktidarda kalabilmek için milyonlarca insanı birbirine düşman etmekte bir beis görmüyor.
Ben 28 Mayıs’ta oyumu -her şeye rağmen- kullanacağım, çünkü böyle bir korkunçluğu göze almış bir adama ‘hayır’ deme fırsatını tepmek istemiyorum; sonuçta kazanacak olsa bile…
Erdoğan kazanacaksa da küçük farkla kazanmalı
Birinci turda Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verenlerin, algıladıkları hayal kırıklığı nedeniyle sandığa gitmemeleri ve bunun sonucunda Erdoğan’ın ikinci turu farklı biçimde kazanması, Erdoğan’ın iktidar kibrini ve dizginsiz otoriterliğini tahammülfersâ boyutlara ulaştıracaktır.
Böyle bir sonuç karşısında olacaklar, Erdoğan’ın seçimi mesela yüzde 50 küsûrla kazanmasının ne kadar büyük bir önem arz ettiğini gösterecektir. Erdoğan, iktidarda olduğu sürece demokrasinin çoğunlukçuluk olduğuna inanmaya devam edecek (yani: kazanan hepsini alır). Dolayısıyla böyle bir siyasetçinin eline diyelim yüzde 60’lık bir çoğunluk vermek felaket olur.
Ben 28 Mayıs’ta oyumu -her şeye rağmen- kullanacağım, çünkü demokrasi algısı böyle olan bir adama ‘hayır’ demek ve böylece daha da pervasızlaşmasının önüne geçmek fırsatını tepmek istemiyorum; sonuçta kazanacak olsa bile…
Umutsuzluk her türlü yenilgide kaçınılmaz, fakat umutsuzluğu nihilizm boyutlarına taşıyacak bir yenilgi olmamalı
Bu bölümü biraz uzun tutacağım, çünkü hem önemi daha büyük, hem de işaret edeceğim tehlikenin (nihilizm) bir tarihi var ve o tarihi hatırlatmadan ‘tehlike’yi anlatamam.
Türkiye’de 1990’lardan itibaren “laiklik” ortak paydasında birleşen bir toplumsal-siyasal yelpaze belirdi.
Sayıca hiç de az olmayan bu yelpazenin baskın vasfı, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının bir bölümünün siyasi tercihlerini meşru saymamaktı…
AK Parti 3 Kasım 2002’de iktidara geldiğinde, Türkiye’yi yönetme hakkının ve ehliyetinin sadece kendilerinde olduğuna inanan bu kesimler derin bir karamsarlığa gark oldu. Fakat “umutsuzluk” içermiyordu bu duyguları, çünkü karamsardılar, kötümser değil.
Burada bir parantez açıp, “Karamsarlıkla kötümserlik aynı şey değil mi?” diye itiraza yeltenebilecek okurları Dücane Cündioğlu’nun satırlarıyla tanıştırayım:
“Karamsarlık, olanın karalığını bütün o açıklığı içinde teşhis etmek demek. Kötümserlik ise tam da aksine, olacak olanın ışığını karartmaya çalışmak, düpedüz umutsuzluk demek. Umudun, doğduğunda, inadına karanlıklar içinden doğacağını bilmemek demek. Kötümserlik ne kadar umutsuzluksa, karamsarlık da bir o kadar umut demek.” (Tarihe ve Siyasete Dair, Kaknüs Yayınları, 2005, s. 116.)
Türkiye’nin laik sosyolojisi 3 Kasım 2002’de, evet, büyük bir karamsarlığa gömülmüştü, fakat buradan bir kötümserlik üretmemişti. Mevcudun “kara”lığını teşhis ediyordu ama bunu, o “kara”nın içinden çıkmak için yapıyordu. Buna inanıyordu da…
İnancını besleyen başlıca iki unsur vardı:
Birincisi: Toplumun “gaflete düşmüş” kesimine ve “meşru olmayan iktidar”a haddini bildirecek sağlam bir ordu vardı. Daha önce bu türden iktidarları alaşağı eden Türk Silahlı Kuvvetleri elbet bir gün bu iktidara da “buraya kadar” diyecekti.
İkincisi: AK Parti’nin girdiği ilk seçimdeki spektaküler başarısı, önceki “hortumcuların iktidarını cezalandırma arzusu”ndan kaynaklanmıştı… Bu anlamda AK Parti “konjonktürel” bir partiydi, gelip geçiciydi ve büyük bir ihtimalle ilk seçimde silinip gidecekti.
Fakat gelişmeler, her iki umudun da zaman içinde ‘pörsümesi’ sonucunu doğuracak biçimde tecelli etti.
İktidarı asker marifetiyle devirme umudu, askerlerin zaman içinde darbe yapabilme “yeteneklerini” yitirmesiyle birlikte çöktü.
Keza, başlangıçta, AK Parti’yi iktidardan uzaklaştırmak için bir “umut” vesilesi sayılan seçimler de zaman içinde işe yarar bir araç olmaktan çıktı. Çünkü her seçimde AK Parti’nin oyları biraz daha arttı ve laik kesimlerde “AK Parti’yi seçimlerle göndermek mümkün değil mi acaba” sorusu yavaş yavaş zihinlerde yer etmeye başladı, zamanla ‘karamsarlık’ yerini ‘kötümserliğe’ terk etti.
Pasiflik ya da ‘feda’ duygusunu da içeren bir sertlik
Gezi direnişine bu duygularla gelindi ve hükümetin istifasıyla sonuçlanacağına inanılan ilk haftalardaki ‘devrimci’ kabarış zamanla sönümlendi.
Gezi olaylarının böylece sonuçlanması muhalif kesimde derin bir moral bozukluğuna yol açtı.
“Darbe mümkün değil, seçimde yenmek mümkün değil, dev bir kalkışma da kâr etmedi… Peki, ne olacak?”
Haziran sonunda (2013) Gezi olaylarını değerlendirmek amacıyla kaleme aldığım bir yazıda muhalif kesimin ağzından bu soruyu sormuş, ardından şöyle yazmıştım:
“Bence bu sorunun çağrıştırdığı ruh hali, iyice koyulaşmış bir umutsuzluktan başka bir şey olamaz.
“Bu ölçüde koyu bir umutsuzluk nihilizmdir ve nihilizm yalnız onun etkisi altına giren kalabalıklar için kötü sonuçlar üretmez, hepimiz için kötü sonuçlar üretir. Nedeni açık: Çünkü böyle bir umutsuzluk, iki davranış biçiminden birine yol açar: Pasiflik ya da ‘feda’ duygusunu da içeren bir sertlik.”
2019 umutlanması, 14 Mayıs öncesindeki “bu defa tamam” inancı ve birinci tur hüsranı… İkinci turda bir de ‘yüzde 60’ olursa…
2002’de başlayan karamsarlık ve onu izleyen kötümserlik ilk kez 2019 yerel seçimlerinde kırılmaya başladı. Özellikle İstanbul seçimleriyle bir eşik aşıldı. Sonrasında pandemi, büyük bir ekonomik kriz ve yoksullaşma, ardından da deprem geldi. Kötü yönetim, hukuksuzluk, keyfilik, yolsuzluk ve liyakat sorunları arşı aştı.
2023 seçimlerine böyle girildi. Umutlar zirvedeydi, bu defa olacaktı fakat yine olmadı.
Dört gün sonra ikinci tur yapılacak. Birinci turun hayal kırıklığı bu tura taşınır da Erdoğan büyük bir oy farkıyla seçilirse, 2002’den beri ‘seçim seçim büyüyen’ nihilizm biraz daha koyulaşacak.
Ben 28 Mayıs’ta oyumu -her şeye rağmen- kullanacağım, çünkü ikinci turun büyük bir oy farkıyla kaybedilmesi durumunda toplumun yarısının umutsuzluğunun ‘tehlikeli’ boyutlara ulaşmasını istemiyorum.
NOT. Kemal Kılıçdaroğlu’nun yenilgi sonrasında geliştirdiği ‘yeni’ siyasi tutum kendisine oy vermeyi benim açımdan çok güçleştirdi, ama bu ayrı fasıl; onu da seçimden sonra yazacağım.