Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIBu neyin seçimi?

Bu neyin seçimi?

Muhalefetin ne dediğinin ve neyi nasıl yapacağının önemi kalmadı. Kılıçdaroğlu’nun kazanması belirli bir siyasi çizgiyi ima etmiyor… Sadece yolu açıyor ve topluma ‘yeniden’ siyaset imkanı sunuyor. Dolayısıyla seçim iki aday arasında değil. Siyaseti (ve devleti) İttihatçılığa teslim etmekle elimizde tutmaya çalışmak arasında. O nedenle Kemalist milliyetçiliğin muhalefet sahnesini ele geçirmesine rağmen Kürtlerin menfaati Kılıçdaroğlu’nu desteklemekten geçiyor. HDP’nin hareket alanının nispeten geniş kalması, Kürt meselesinin ‘teröre’ endekslenmemesi için…Söz konusu milliyetçiliğin kaba sabalığını görüp tepki duyan ‘liberal-demokrat’ muhaliflerin de aynı şekilde büyük resmin farkında davranması lazım.

Acaba seçimin ikinci tura kalması ve Kılıçdaroğlu’nun milliyetçi söyleme kayması ‘hayra vesile’ olabilir mi? Belki bu sayede Türkiye halkı içinden geçmekte olduğu ‘dönüşümün’ farkına varma fırsatı yakalayabilir. Bizi kuşatan,eğilimlerimizi büyük çapta belirleyen ideolojik ve kültürel atmosferi daha berrak şekilde görebilir… Açıkçası böyle bir ihtimalin çok az olduğunun farkındayım ama yine de umutlu olmak istiyorum.

Yanıt arayan soru şu: Bunca yönetim yanlışına, gayrı ahlaki siyasi kampanyaya, özgürlüğü ve adaleti tırpanlayan tutuma karşın acaba Erdoğan (ve onun temsil ettiği yönetim biçimi) nasıl oluyor da oyların yarısını alabiliyor?

Bunda, ekonomik açıdan iktidara bağımlı hale gelmiş orta alt sınıfların tercihi önemli bir etken. Erdoğan’ın kendi seçmeniyle kurduğu güven bağı da önemli. Ama muhtemelen daha temel bir neden var…

Cumhur İttifakı ve Erdoğan 2016 yılından bu yana adım adım farklı bir vatandaşlık kimliği inşa ediyor ve ülkenin dinsel duyarlılığa sahip ‘muhafazakar’ insanları kendilerini söz konusu kimlik içinde ‘iyi’ hissediyorlar.

Artık Türklük ile Müslümanlığı ‘doğal ve organik’ bir bütünleşme içinde tasavvur eden bir vatandaşlık algısı var. ‘Yerli’ derken Müslümanlığa, ‘milli’ derken Türklüğe gönderme yapan, bu iki ‘hasleti’ bünyesinde birleştirenlerin ülkenin esas sahibi olduğunu ileri süren bir anlayış…

Ancak bu tasavvurda Türklük ve Müslümanlık eş ağırlıklı kavramlar değil. Müslümanlık Türklüğe bir hayatiyet duyguyu verirken, Türklük de (Türkiye’deki) Müslümanlığın dünya karşısında dik durmasını, özgüven kazanmasını, kişilik geliştirerek ‘kendine has’ olmasını sağlıyor.

Türklük Müslümanlığı kuşatıyor, yönlendiriyor, ona rehberlik ediyor ve ihtiyaç duyduğu saygınlığı sağlıyor. Savunma sanayiinin ürettiği silahları izlerken insanlar kendilerini cami ziyaretinde gibi hissedebiliyorlar. Kimliklerinin kimse tarafından göz ardı edilemeyeceği, bir ‘yükselen güç’ oldukları duygusuyla oradan ayrılıyorlar. 

Bir yıldan bu yana yazılarımı takip edenler bu yeni kimliksel içeriği ‘Yeni İttihatçı’ tasavvurun parçası olarak gördüğümü bilirler. Bu ideolojinin yeniden makbul hale gelebilmesinin iki nedeni var: 1) Modernliğin küresel problemleri çözme vasfının azalması, çok kutuplu bir dünyanın oluşması, böylece Türkiye’nin hareket alanının genişlemesi ve daha ‘önemli’ bir ülke olma fırsatının ortaya çıkması; 2) Kemalizmin ve ‘İslamcılığın’ (dindar muhafazakarlığın) Türkiye’yi yönetemeyeceğinin görülmesi ve Gülenci darbe girişiminin ardından devletin ve rejimin yeniden inşasının mümkün hale gelmesi.

Dolayısıyla Yeni İttihatçılık basit ve ‘mantıklı’ bir hamle. Yeni kimlik, tarihi anlatılarla beslenmiş bir psikolojik arayışa cevap veriyor. Bu bakışa göre son birkaç yüzyılda Türklerin/Müslümanların hep hakkı yenmiş, önleri kesilmiş, gelişmeleri ve dünyada söz sahibi olmaları engellenmiş. 

Bunu yapan Batı ve bugün de Batı (Kürt meselesini tahrik ederek) Türkiye’yi zayıflatmanın, kendisine bağımlı kılmanın, hatta parçalamanın peşinde. Neyse ki dünya sistemi artık Türkiye’nin Batı’nın ‘boyunduruğundan’ kurtulmasına, bölgeye damga vurmasına, ‘tam bağımsızlığa’ kavuşmasına uygun hale gelmiş durumda. 

Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakı’nın oyu düşmüyor, çünkü bu tasavvur ve onunla gelen anlatı sadece ‘mantıklı’ değil… Aynı zamanda siyasi mobilizasyon açısından gerçekçi. Çünkü insanlara ‘doğal ve normal’ geliyor. Bildiğimiz bir varoluş halini yeniden hatırlıyor, kendimizi farklı ve ‘iyi’ hissediyoruz. Uzun bir aradan sonra yeniden tarih sahnesine çıktığımızı, bu kez kimsenin bizi durduramayacağını, önümüzdeki yüzyılın ‘bize’ ait olduğunu düşünüyoruz. Daha önemlisi buna inanmak ihtiyacı içindeyiz… Çünkü bir sürü şeyin iyi gitmediğinin farkındayız.

Muhalefet söz konusu ‘iyi gitmeyen’ işlere vurgu yapmanın yeterli olduğunu sandı. Muhtemelen (benim gibi) birçok kişinin yeni bir tasavvur, yeni bir hikaye yaratma gereğinin altını çizen uyarıları etkili olmadı. 

Ne var ki iktidarın ilkel olmakla birlikte ‘tanıdık’ bir hikayesi vardı ve kulaklarda (Ali Bayramoğlu’nun deyimiyle) tekrara müsait ve iyi hissettiren bir ‘melodi’ bırakıyordu. 

İşin can alıcı tarafının altını çizmeden geçmeyelim: İttihatçı vatandaş kimliği, Kemalist vatandaş kimliğinden daha kapsayıcı. Türklük sertleşmekle birlikte laiklik yumuşamış durumda. Bu da çok daha geniş kesimlerin kendilerini ülkenin ‘sahibi’ olarak görmelerine olanak sağlıyor. 

Muhalefet bu seçimi kazanamazsa sebebi İttihatçı vatandaş kimliğine alternatif (Yeni Cumhuriyetçi?) bir vatandaşlık kimliği teklifi geliştirememesi olacak. Basit bir iş değil. Bir dünya tahlili, o dünyanın içinde Türkiye’nin yeri, amaçlanan norm ve standartlar, buradan hareketle yeni bir devlet, kamusal alan ve vatandaşlık anlayışı önermeniz gerek. Ayrıca bu tasavvuru geçmişten geleceğe uzanan bir anlatının içinde gerçekçi ve ‘istenilir’ kılmak gerek… Nihayet bu tasavvuru öyle bir sahicilikle taşımalısınız ki sıradan insanlar size inanıp, güven duyup peşinizden gelsin.

İki yıl yeterli bir zamandı. Muhalefet bir rejim ve paradigma değişikliği içinde olduğumuzu ya fark etmedi ya fark etse bile nasılsa iktidarı devireceğini varsaydı, ya da çıkarılması gereken çabadan ürktü. Şaşırtıcı değil… İttihatçılık muhalif çoğunluğun kulağında da çok benzer ve hoş bir tını bırakıyor.Geride kalanların büyük kısmı ise hala Kemalist kimlikte ısrarcı oldukları ölçüde ‘yitirilmiş zamanın’ peşinde koşuyor. 

Alternatif bir tasavvura sahip olunmadığı ölçüde muhalefetin gerçekçi (toplumda yaygın karşılığı olan) ideolojik bir çıpası yoktu. Dolayısıyla siyasetteki yüzeysel dalgaların üzerinde seyretmekteyken, ikinci turu kazanma çabası içinde en kolay tutunacak dala doğru savruldu. Yani milliyetçiliğe… 

Bu, daha ziyade Kemalist bir milliyetçilik. Laiklik dozu yüksek, steril bir varoluştan yana, göçmenleri kuşatabilen bir bakışa yatkın değil. Cumhuriyeti durağanlaştırarak, onun anakronik özelliklerine tutunarak ayakta kalınacağını sanıyor. 

Üstelik bu savrulma Kürt oylarının kaybedilmesine yol açabilir. Ancak denklem o kadar da basit değil. Erdoğan’ın kazanması halinde Kürtlerin vatandaşlığa giden tek yolu Müslümanlıkları olacak. Kürt kimliğine referans veren kültürel haklar belirsiz bir süre için rafa kalkacak. Ayrıca HDP’nin hem Türkiye’nin geri kalanı hem de PKK nezdinde ağırlığı ve önemi hızla azalacak. Parti bir süredir oluşturmaya çalıştığı kişiliğini kaybedecek.

O nedenle Kemalist milliyetçiliğin muhalefet sahnesini ele geçirmesine rağmen Kürtlerin menfaati  Kılıçdaroğlu’nu desteklemekten geçiyor. HDP’nin hareket alanının nispeten geniş kalması, Kürt meselesinin ‘teröre’ endekslenmemesi için…

Söz konusu milliyetçiliğin kaba sabalığını görüp tepki duyan ‘liberal-demokrat’ muhaliflerin de aynı şekilde büyük resmin farkında davranması lazım. 

Çünkü bu, gündelik hayatın, ekonomik zorlukların, yozlaşma ve adaletsizliklerin seçimi değil. Bu, ülkenin önüne konmuş iki büyük hat arasındaki seçim. Geldiği noktada muhalefeti de çok beğenmeyebilir, içimize sindiremeyebiliriz. Ancak Erdoğan’ın kazanması Türkiye’yi geri dönüşü zor ya da aşırı maliyetli bir hüsrana sürükleme potansiyeline sahip. 

Aynen 1910-19 aralığındaki gibi, büyük hayallerin cahil ve aşırı hırslı bir iktidar elinde un ufak olması, başarısızlık ve aşağılanma acısının kendi ‘aykırı’ vatandaşlarından çıkarılması, çöken ekonomiyle birlikte ister istemez ‘sömürgeleşme’ riski ile karşılaşılması, nihayette bir tür ‘haydut’ devlet olmanın bile ‘kurtuluş’ sanılması, giderek gerçeklik duygusunun kaybedilmesi… Erdoğan kazanırsa bu türden bir geleceğe hazır olmakta yarar var.

Seçim, bu siyasi ve ideolojik ‘teklife’ evet veya hayır demenin seçimi… Muhalefetin ne dediğinin ve neyi nasıl yapacağının önemi kalmadı. Kılıçdaroğlu’nun kazanması belirli bir siyasi çizgiyi ima etmiyor… Sadece yolu açıyor ve topluma ‘yeniden’ siyaset imkanı sunuyor.

Dolayısıyla seçim iki aday arasında değil. Siyaseti (ve devleti) İttihatçılığa teslim etmekle elimizde tutmaya çalışmak arasında. 

Türkiye ya ‘Erdoğan’ diyerek henüz kimliksel olgunluğa sahip olmadığını, ya da ‘Kılıçdaroğlu’ diyerek en azından bu olgunluğu aramakta olduğunu beyan edecek.

- Advertisment -