Yıllar önce, 1990’ların başında Şahin Alpay Milliyet gazetesinde ‘Entelektüel Bakış’ sayfasının editörüyken ona birkaç yazı göndermiştim. İlkinin başlığı ‘Mustafa Kemal’i yaşatmak için Kemalizmi terk etmek gerekiyor’ idi. Kemalizm o denli yıpranmış ve yıpratılmıştı ki, Mustafa Kemal’i onunla iç içe tasavvur ettiğiniz takdirde ister istemez tarihsel kişi de sembolik açıdan yıpranıyor ve yüklendiği pozitif anlamı taşımakta zorlanıyordu.
Sonraları Kemalizmin bir ‘yüzyıllık parantez’ olduğunu ve ister istemez Cumhuriyet’in ilk yüz yılıyla birlikte siyaseten etkisizleşeceğini ileri süren bir dizi yazı yazdım ve bunlar söz konusu başlıkla kitap halinde yayımlandı…
Şimdi geri dönüp baktığımda durumun ironisi gayet öğretici. Ben Kemalizmin işlevsizleşmesiyle birlikte gerçek anlamıyla demokratik bir anlayışa ve sisteme yöneleceğimizi, en azından bu yönde bir imkanın doğacağını savunmuştum. Yanlış bir öngörü sayılmaz… Türkiye için (2002-12 aralığında) gerçekten de böyle bir imkan doğdu (ve yine olabilir). Ama sonrasında gidişat tam aksi yönde tecelli etti.
Türkiye gibi ülkelerde neredeyse değişmez bir kural var: Zihniyet değişimini ima eden biri olumlu diğeri olumsuz iki seçenek karşısında kalındığında, olumsuz seçeneğin gerçekleşme ihtimali hemen her zaman olumlu ihtimale göre daha fazla.
Bu sefer de öyle oldu. Kemalizm sığlaşıp zayıfladı, ancak yerini daha demokratik bir anlayışa değil daha ataerkil ve savunmacı bir kimlik arayışına, İttihatçılığa bıraktı.
Kemalizm otoriter zihniyette bir ideoloji. Evrensel ve bilimsel doğrular olduğuna inanan, bunların uygulanması sayesinde ‘ileri’ gidileceğini düşünen, amacını Batı’nın modernlik ve gelişmişlik seviyesi olarak saptayan ve bunlar uğruna gerektiğinde zor kullanarak kamusal alanı ‘olması gereken hale’ dönüştürmeye çalışan bir tutum.
İttihatçılık daha melez bir ideoloji. Otoriterlikten ziyade ataerkilliğe dayanıyor. Toplumu emir vererek dönüştürmeyi değil, toplumun rehberliğin izinden giderek ‘kendi arzu ve iradesiyle’ dönüşmesini hedefliyor. Nitekim Erdoğan da bir ‘diktatör’ değil (dolayısıyla ona ‘diktatör’ denmesi ters tepiyor), çünkü peşinden gidenler bir emre uymuyor, rehberi zorunlu olarak takip etmiyorlar… Kendi iradeleriyle lideri ‘rehber’ olarak teyit ediyorlar.
Kemalizm bir ‘modern cemaat’ yaratmış, onu sosyal hiyerarşinin tepesinde konumlandırmış ve bu kesimin ideolojik mobilizasyonu sayesinde toplumun dönüşmesini hedeflemişti.
İttihatçılık genel çoğunluğun kültürel özelliklerini kimliksel kaba döküyor ve onları bir ‘milli cemaatleşme’ çerçevesinde mobilize etmeye çalışıyor.
Bugün karşımızda olan Yeni İttihatçılık bir nebze farklı. Çünkü Kemalizmin yaşanmasından sonra sahnede… Bunun ilginç sonuçlarından biri ‘milli cemaatleşme’ için uygun insan malzemesinin büyük çapta şimdi Kemalizmin dışladığı sosyal kategorilerden gelmesi. Bunlar sadece dindarlar değil. Nüfuz ve prestij hiyerarşisinin aşağı ve dışarı ittiği, kendilerini kültürel açıdan marjinalize olmuş hisseden herkes…
Bu karmaşık tabanın kendini ‘güçlü’ hissetmeye, gururla sarılabileceği bir kimliğe ihtiyacı var. Küresel, dışa fazlasıyla açık bir dünyada yaşarken, bu dünyayla başa çıkacağından, kendisini koruyacağından, ona hak ettiği onuru yaşatacağından emin olduğu bir yönetime sahip olma isteği var. Bu nedenle yaşadığı yoksunlukların sorumluluğunu iktidara değil de dış güçlere atmaya eğilimli. İktidarın yanlışlarını görmediğinden değil… O yanlışların ‘asli’ nedenini başka yerde aramak kendisine iyi geldiği için…
Bu nedenle Yeni İttihatçılık, Sünni İslam’ı Türk milliyetçiliğinin içine ‘yedirdiği’ ve Batı karşısında ‘dik’ dururken kırılmış ulusal gururu tamire çalıştığı ölçüde bu toplumun geneli için ‘doğal ve normal’ bir ideoloji.
Ayrıca bir büyük avantajı var: Devlet/toplum ilişkisinde ve vatandaşlık anlayışında, otoriterliğin değil ataerkilliğin çizgisinde ilerliyor. Böylece insanlara ‘kendi iradelerinin gerçekleştiği’ duygusunu veriyor. (Nitekim Erdoğan seçimden kaçmıyor, aksine her seçimi kendi rehberliğinin onaylanmasına vesile etmek istiyor.)
Ekonomideki bozulmanın seçmen davranışı üzerinde niçin bu denli etkisiz olduğunu sorgularken de söz konusu Yeni İttihatçılık perspektifine bakmak lazım. Çünkü Türkiye’de sınıflaşma ortadan kalkmış değil, ama ‘modernist’ anlamda ekonomik sınıflaşmanın değil, onunla harmanlanan bir ‘kültürel sınıflaşmanın’ daha etkili olduğunu gözlemliyoruz.
Laik kesimin serveti artık pek sorun değil, asıl mesele toplumun geri kalanına ‘yabancılaşmış’ görülen kültürü. Laik kesim bu açıdan Kemalizmi hala aşamamış durumda.
İyi de söz konusu yabancılaşma ortada dururken seçimi nasıl kazanacaksınız?
Dindarlığa karşı olmadığınızı söyleyebilirsiniz ama yeterli değil. ‘Ben de seninle aynı yerde duruyorum’ (aynı kimliğe ve duygulara sahibim) mesajı vermeniz lazım. Ve elinizde söz konusu yabancılaşmayı aşabilmek için tek aracınız var: Milliyetçilik.
Ne var ki devran dönmüş, Kemalist milliyetçilik ışıltısını kaybetmiş durumda. Nitekim siz de İttihatçı milliyetçiliği seslendirmeye çalışabilirsiniz, ama kendiniz henüz Kemalizmden uzaklaşmış olmadığınız ölçüde, bu da pek ikna edici bir konumlanma değil…
Velhasıl yaşadığımız seçimi şöyle özetlemek mümkün: Kemalizmin yönetemeyeceğinin anlaşıldığı ve Yeni İttihatçı tasavvurun ortaya çıktığı bir tarihsel momentte (sivil ve devlet kanadıyla) iktidar kültürel sınıflaşmanın verdiği imkanı yeniden kimlikleşme ve mobilizasyon amacıyla kullandı ve başarılı oldu. Muhalefet ise alternatif (demokrat zihniyete kapı açan) bir tasavvur geliştiremediği ölçüde helalleşme ve ‘zorunlu’ milliyetçilik çerçevesine sıkıştı, Kemalizmi hala taşıdığı için yabancılaşmayı aşamadı ve yetersiz kaldı.
Eklemek gerek ki, Kemalizmden uzaklaşma ile demokrat zihniyete kapı açma aynı madalyonun iki yüzü olmaya devam ediyor. Laikler Kemalist kaldığı sürece toplumun İttihatçılığı seçme ihtimali daha yüksek. Çünkü (laikler için anlamak zor ama) sıradan insanların gündelik hayatları çerçevesinde bakıldığında İttihatçılık Kemalizme kıyasla ‘daha demokratik’ olarak algılanmaya yatkın. Yabancılaşma etkisi yaratan (Batıcı, modern, ‘bilimsel’) yargılara dayanmadığı, keyfilik ve rızayı buluşturduğu ölçüde insanları özne gibi hissettirdiği için.
Laik kesim kimliğini Kemalizme borçlu olduğu ölçüde İttihatçılığı anlamakta zorlanıyor. Milliyetçiliği savunurken bile İttihatçı gözüyle ne denli yapay kalındığını fark edemiyor. Helalleşmenin, bir fikir olarak takdir edilesi olsa da sosyolojik içselleşmeyi yansıtmadığını teslim etmekte zorlanıyor.
Laik kesim kültürel bir sorunun siyaseten çözülebileceğini sanmaya devam ediyor. 1923’de dindarların laikleşeceği varsayılıyordu… 2023’de de kültürel (yeniden) kimlikleşme sürecindeki dindarları siyasi mesajla ikna edebileceğini varsayıyor.
Ne var ki laik kesim kendisini değiştirmeden ‘ötekini’ ikna edemez. Kılıçdaroğlu kişi olarak bu yönde büyük mesafe katetti. Alınan yüzde 48’i onun başarı hanesine yazmak lazım. Ama genelde laik kesimde henüz bir ‘geçmişle, gerçekle ve kendisiyle yüzleşme’ işareti yok.
Kabul etmek gerek ki yaşanan an itibariyle bu haksız bir rekabet. Kültürel muhafazakarlar ve dindarlar da böylesi bir yüzleşmeden çok uzak. Ancak Cumhuriyet’in ilk yüzyılının büyük bölümünde rekabetçi olmayan koşullardan yararlanan ve o koşulların devamı yönünde ağırlık koyan laik kesimin herhalde şimdi haksız rekabetten şikayet edecek hali olmaması lazım.
Ayrıca pragmatik açıdan da ortada bir gerçek var: Laik kesim ülke yönetimi üzerinde etkili olmak istiyorsa söz konusu yüzleşmeyi yapmak, ideolojik prangasından kurtulmak ve toplumu kuşatabilen farklı seçenekleri, gelecek tasavvurlarını ortaya koymak durumunda.
Bitirirken meselenin daha iyi anlaşılmasına hizmet etmek umuduyla, bu seçimde yapılan birkaç yanlışın altını çizmek istiyorum…
İlki savunma sanayii ile ilgili: Muhalefet ‘biz de savunma sanayiinin gelişmesinden yanayız, niye karşı olalım ki’ şeklinde bir dil geliştirdi. Tek itirazları savunma sanayiinin rekabetçi olmamasıydı. Bu doğru bir eleştiri ama ideolojik olarak fazlasıyla ‘modernist’ bir tınıya sahip. Oysa ortada apaçık akılsızca alınmış kararlar var…
Örneğin TCG Anadolu yerinden dikine havalanabilen ve iniş yapabilen uçaklar için yapılmış. Yani F-35’ler için. Ne var ki Türkiye bunları alamıyor çünkü Rusya’dan S-400 savunma sistemi almış durumda… Öncelikle Türkiye’nin bir uçak gemisine ihtiyacı var mı acaba? Bunu geçelim, F-35 alamıyorsan uçak gemisi yapıp içine helikopter ve İHA doldurmanın kendimizi kandırmak olduğu açık değil mi? Bunu da geçelim, S-400 sistemini kullanma ihtimalimizin neredeyse olmadığı, üstelik bunun teknolojisinin de alınamayacağı belli olduğuna göre biz bu ‘haltı’ niye yaptık diye sorulması gerekmez mi?
Diğer deyişle TCG Anadolu operasyonel zemini irdelenmemiş, ‘hamasete hizmet eden’ bir harcama, dolayısıyla bir israf. Muhalefetin bu israfı sergilerken savunma sanayiine sahip çıkarak ‘doğru’ yatırım ve harcamaları savunması, böylece toplumun ‘gurur’ arayışına yanıt getirmesi gerekir. Dış politikası kısa vadeli bakışı ve keyfiliği aşamamış bir yönetimin savunma sanayiini bir toplumsal yüke ve riske dönüştürme ihtimalinin sergilenmesi şart. Ama bunu ikna edici şekilde yapabilmeniz için alternatif bir vizyon geliştirmeniz lazım, ki bu da alternatif bir dış politika, onun da ötesinde alternatif bir dünya analizi ve Türkiye tasavvuru gerektirir.
İkinci örnek ‘AKP’nin 21 yılı’ söylemi. Bu klişe muhafazakar camiadaki iticiliği bir yana, gerçekçi ve adil olmayan bir yaftalama. Çünkü AK Parti’nin ilk on yılı bu ülkenin gördüğü en demokratik hedeflerin peşinden gidildiği ve bunların gereğinin (devlet kurumlarının engellemelerine, Gülenci oportünizme ve laik dirence rağmen) hayata geçirilmeye çalışıldığı dönem oldu. Bu döneme sahip çıkmayan bir muhalefetin inandırıcılığı yok… Son on yıla (özellikle 2015 sonrasına) karşı bir duruş, ancak daha öncesindeki on yılı takdir edebilmekle ikna edici olabilir. Bu nüansı gözetmeyen bir muhalefet hala ‘laik cemaatçi kültürü’ ve onu besleyen özellikleriyle Kemalizmi aşamamış demektir.
Üçüncü örnek ‘çözüm süreci’ diye adlandırılan, Kürt meselesinin ‘konuşarak’ aşılması girişimi. Bu AK Parti’nin en desteklenesi, sahip çıkılası girişimiydi. Bugün iktidar koalisyonunun niteliği Kürtlerle bir barış arayışını engelliyor. Meydan muhalefete kalmış durumda ama muhalefet iktidar dilini neredeyse aynen tekrarlıyor. Çünkü Kürt meselesinde ‘çözüm sürecini’ meşru kılacak ideolojik bağlamı, gelecek tasavvurunu üretebilmiş değil. Dolayısıyla toplum nezdinde demokratlığı taşıma açısından sağlam bir dayanak oluşturamıyor. İktidarın çizgisine yanaşarak iktidarı yenebileceğini sanmak, seçmeni tanımamak demek…
Tersten bakalım: Erdoğan bugün çözüm sürecinin kapısını açsa ve örneğin PKK ile görüşmeye başlasa toplumun tavrının olumlu olacağından kuşkunuz olmasın. Mesele siyaseti yürütenlerin güvenilirliği ve bunun için sizin ‘ne yaptığını ve niçin yaptığını bilen’ bir siyasi özne olmanız gerek. ‘Oy neredeyse oraya meyletme’ ters tepen bir yaklaşım, çünkü içi boş… Bu boşluk muhalefeti demokratlıktan öteye savurduğu ölçüde, topluma anlamlı bir alternatif sunma imkanı da bırakmıyor.
Nihayet muhalefetin önündeki eşiğin boyutuna ve niteliğine işaret etmek adına ‘anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen’ maddelerine ilişkin birkaç söz…
‘Olgun’ bir toplumun anayasasında ‘değiştirilmesi teklif edilemeyen’ madde olamaz. Kimliğinden, kendi içindeki farklılaşmaların (hep söylendiği üzere) ‘zenginlik’ olduğundan emin olan toplumlar her türlü değişiklik önerisini tartışmaya açma cesaretini gösterirler. Eğer o ilk dört maddenin kerametine inanılıyorsa yapılacak şey değişiklik teklifini engellemek değil, toplumu var olan maddelerin gerekliliğine ikna etmektir.
Toplumlar önceden belirlenmemiş bir dinamikle değişiyor. Anayasalar bugün, şu anda yaşamakta olan insanların nasıl yaşamak istediğine göre şekillenmek zorunda. Onlarca veya yüzlerce yıl önce yaşamış birilerinin tahayyülünü veri alarak bugünün insanlarına hayat biçmek herhalde ‘demokratik’ diye vasıflandırılamaz.
Muhalefet eğer İttihatçılığa karşı bir alternatif geliştirmek istiyorsa, bu alternatifin Kemalizm olmadığını bir an önce idrak etmek durumunda.
Demokrat zihniyette, kapsayıcı kuşatıcı derinlikli ve gerçekçi bir Türkiye tasavvuru sunulmadıkça bu toplum şöyle veya böyle bir tür İttihatçılığı tercih etmeye devam edecektir.
Öte yandan demokratlığın seçim kazanma şansının fazla olmadığı ileri sürülebilir. Ancak bunun gereği iki yıl önce idrak edilse belki de şimdi inandırıcı bir seçenek oluşabilir, seçim kazanılmasa bile iktidarın demokratlıktan fazla uzaklaşmaması yönünde (ciddiye alınması gereken) ağırlık konabilirdi.
Yok ‘biz demokratlıkla başa çıkamayız, maazallah bölünürüz, dolayısıyla biz de İttihatçı olalım’ denecekse, hayat gösteriyor ki o zaman Erdoğan’ı (veya bir benzerini) seçmek bu toplum için çok daha ‘doğal ve normal’…