“Uçan halı” sadece binbir gece masallarının sihirli binek aracı değil. Musevilikte ve Hristiyanlıkta kral, İslam’da ise hükümdar-peygamber kabul edilen Süleyman’ın da uçan halısı olduğu Yahudi kaynaklarında rivayet edilir.
Rus ressam Viktor Vasnetsov’un 1880 yılında yapmış olduğu uçan halı tablosu ise bu rivayetleri görsel bir şölene dönüştürür.
“Uçan halı”, modern edebiyatta, filmler ve video oyunlarında da okuyucu veya izleyicinin hayal gücünü hâlâ zorlar.
Hayalperest bir ülkenin vatandaşları olarak “uçan halı” efsanesinin bizlere hâlâ büyüleyici ve efsunlu geldiği bir gerçektir. Hatta bazen hayal olduğunu bile bile ondan somut fayda çıkarmaya çalışırız.
Bunun son örneği Kemal Kılıçdaroğlu’nun bastığı seccade… Kılıçdaroğlu “Vallahi de billahi de kastım yoktu, görmedim!” dese de muhataplarınca bu yemini kabul görmedi. Öyle ya, bundan âlâ malzeme mi olurdu?
İktidar, ortaklarıyla birlikte seçimi üç temel strateji çerçevesinde yürüttü.
İlki, yaklaşık 20 yıldır doldurduğu heybesi üzerine kurulu bir stratejiydi.
Heybesi “Karadeniz Doğal Gazı”, elektrikli otomobil “TOGG”, uçak gemisi “TCG Anadolu”, “Altay Tankı” ve savaş uçağı “KAAN” gibi yerli ve milli projeler ile doluydu.
TOKİ vasıtasıyla kazma vurmadığı yer kalmamıştı.
Uzak yakın demeden her yeri “Şehir Hastaneleri” ile donatmış, ihtiyaç var mı yok mu demeden mega bir market gibi havalimanı zincirleri kurmuştu.
Üniversite kurmak sadece bir talebe bağlıydı: “Yeter ki iste!”
Yurdu demir ağlarla örenlere inat o da dört bir yanı karayollarıyla örmüştü. Kazdığı tüneller, kazmayla dağları delen Ferhat’ın efsanesini bile yerle bir etmişti.
Aslında yapılan bu kadar somut hizmetin karşısında, yanlışlıkla basılan bir seccade ne kadar fayda sağlayabilirdi ki?!
İktidarın ikinci stratejisi “hamaset ve husumet” üzerine kuruluydu. Zaten düşman yaratarak kutuplaşmak beka meselesinin bir gereğiydi. Yoksa böyle bir endişe havada kalacaktı ki gereği de yapıldı.
En etkilisi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dan geldi. Soylu 14 Mayıs seçimlerini “siyasi darbe girişimi” olarak nitelendirdi.
Binali Yıldırım’dan ise “Bu seçim, işgalcilere karşı istiklal mücadelesi seçimidir,” şeklinde sakinliğiyle bağdaşmayan bir çıkış geldi.
Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar daha da ileri gitti: Kayseri’de bir grup genç “Vur de vuralım, öl de ölelim!” deyince, “Merak etmeyin, onun da sırası gelecek!” diyerek karşısındaki gaza gelmiş gençlere eylemli bir söylemle selam çaktı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın zaten iki kelimesinden biri “Kandil”… Karşısında olan herkesin “Kandil” ile irtibatından dem vuruyor.
Söylemler kısmen de olsa Erzurum’da etkisini gösterdi; provoke edilen bir grup, Ekrem İmamoğlu’nun yapmaya çalıştığı mitinge taşlı saldırıda bulundu.
Madem muhalefet bu kadar açık ara “hain”, yanlışlıkla basılan bir seccadenin seçmen nezdinde hiçbir hükmünün olmaması gerekirdi.
Ancak Erdoğan ve Cumhur ittifakı üçüncü stratejisini bu minvalde yani “seccade” üzerinden kurgulayarak yürüttü.
Tam konu bayatladı derken seçime birkaç gün kala Cumhurbaşkanı Erdoğan Erzurum mitinginde seccadeye yeniden can suyu verdi: “14 Mayıs’ta seccadeye ayakkabı ile basanlar değil, kıblesi Kâbe olanlar sevinecek.”
Erdoğan öncesinde de Sultanahmet Camii açılışında, cami avlusunda minik bir miting yapmış ve “Muhalefet ne diyor, gelince Diyanet’i kaldıracaklarmış. Yerine inanç bilmem ne başkanlığı kuracaklarmış,” demişti. Bu sözlerinin ardından cami avlusunda muhalefeti yuhâlâyan seslere tanık olmuştuk.
Cumhur İttifakı’nın küçük ortaklarından DSP Genel Başkanı Önder Aksakal tamamen partisinin genetiğine aykırı bir yerden çıkış yaptı: “İnşallah 14 Mayıs’ta vatanımızı küffara teslim etmeyeceğiz” dedi. Eminim böyle bir söylemin ağzına yakışmadığını sonradan kendisi bile fark etmiştir.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ise iktidara oy vereceklere adeta cennet kapılarını açtı: “14 Mayıs’ın akşamı ya şampanya patlatıp bunu sabaha kadar kutlayanlar olacak ya da alnını secdeye koyup Rabb’ine hamdedenler.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konudaki son noktayı İstanbul mitinginde koydu. “Benim milletim ayyaşa sarhoşa meydanı bırakmaz!”
Demek ki hâlâ yanlış giden bir şeyler vardı ki uçan bir seccadenin sihrine ihtiyaç duyulmuştu.
Çünkü ekonominin girdiği darboğaz “Gülek Boğazı”nı geçmişti!
Geçmişte dostlar arasında gönül bağını kuvvetlendiren güllü ve çiçekli gönderilerin yerini kuru soğanlı paylaşımlar almıştı.
Tavan yapan fiyatlardan dolayı protesto amaçlı yumurta ve domates fırlatmak bile her babayiğidin harcı değildi.
Kişi başına milli gelir 12 bin dolardan 9 bin dolara düşmüştü. Tabii doların 20 binlerde olduğunu unutmayalım. Malumunuz üzere iktidar bugüne kadar hiç test edilmemiş, kendine has ve “nas”a dayalı bir ekonomik modelle bunu başarmıştı (!).
Ev sahibi-kiracı ilişkisi desen, Türk-Yunan ilişkilerine dönüşmüştü. Bu davalara bakan “Sulh Hukuk Mahkemeleri” bunalımın son noktasında. Dava açmaya görün! İstanbul’da açacağınız bir davanın ilk duruşması ortalama 8-9 ay sonrasına verilirse bence şükretmeniz gerekir.
Hak ihlalleri denince sadece “Kavala”yı telaffuz etmek yeterli olur sanırım. FETÖ borsası deseniz bir dönem İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’na rakip konumuna gelmişti.
İstinaf mahkemesinden beraat alan bir sanık doğal olarak tahliye edilince itiraz üzerine bir başka istinaf mahkemesi beraat eden bu sanığı tekrar tutuklamıştı (Metin İyidil davası). Tekrar belirtmekte yarar var: Beraat eden bir sanığın tutuklanması sadece hukuka değil, fizik kurallarına bile aykırı bir olaydır.
Yeni sistemle birlikte müsteşarlıkların kaldırılması ve yerini seçimle gelen bakan yardımcılarına bırakması devletin kurumsal hafızasını yok etmişti. Mesela depremde geç gösterilen reaksiyonun nedeni böyle bir hafıza kaybından kaynaklanmış olabilir miydi?
GATA’nın kapatılması TSK’nın can kolonlarının kesilmesine eş değerdi. İktidar bu konuda sonradan pişman olsa da bu kurumun yeniden canlandırılması çok da kolay değildi. Mehmet Akif Ersoy sanki bu günleri görerek döktürmüştü mısraları:
“Gel yıkalım şu Süleymaniye’yi desen iki kazma kürek iki de ırgat gerek.
Hadi gel yapalım geri şunu desen bir Sinan gerek bir de Süleyman.”
Aslında 6 Şubat depremi normal bir ülke olsa iktidarı da aynı şiddette sallayıp yerle bir etmişti. Çünkü Haziran 2018 genel seçimlerinden hemen önce yürürlüğe konan imar barışı adeta bir felaket çağrısıydı. Evveliyatında meydana gelen maden kazaları, insan kaynaklı felaketler bile (onlar, doğal afet dese de) bu depremin gölgesinde kaldı.
Kısacası daha neler neler…
Yani iktidar ve ortakları haklıydı. Daha farklı şeyler yapılmalıydı. Görülen tepkisizliklere karşılık, bir seccade, seçmenin “can damarına basmak” olabilirdi. Çünkü toplumun sosyolojik ve psikolojik kodları, yanlışlıkla basılmış olsa da bir seccadeden uçan veya uçuran bir seccade çıkarma potansiyeline sahipti. Üstelik temeli niyet okumaya dayalı böyle bir yöntemin ispat yükü karşı tarafa aitti.
Peki, medet umulan bu seccadeden bir “uçan seccade” çıkar mı?
Bence evet! Bu seccade her hâlükârda uçacak ve uçuracak!
Birinci ihtimalde, iktidar seçimi kazanarak sadece yerden değil, “uçan seccade” sayesinde bu kez havadan da kontrolü ele geçirecek. Yani havadan ve karadan… Bu aynı zamanda bugüne kadar yaptıklarının bir onayı olacağından, sonrasında totaliterliğe ve sertliğe dair yakıştırılacak hiçbir sıfatın da önemi kalmayacak.
İkinci ihtimal, iktidar seçim kaybedecek; “uçan seccade” onu ve ortaklarını ancak gidebildiği yere kadar götürecek.
Çünkü “uçan halı” gibi “uçan seccade”nin de ne yakıtı ne de direksiyonu var. Gidilecek istikamet veya havada kalma süresi sadece o anki rüzgârın inisiyatifine ve insafına bağlıdır.