Uzun söze gerek yok… Bu seçimle ilgili tahminlerimde iki yanlış yaptım. Tomurcuklanan bir olgunun derinleştiği zehabına kapılırken, gözümün önünde duran bir başka olguyu küçümsedim.
Tomurcuklanan olgu iki yönlüydü: Birincisi, Türkiye’de orta alt sınıfların yeniden orta sınıflaşma arzusu görünür hale gelmişti. Geçim derdine ek olarak gündelik hayatın kısıtları özellikle gençlerin ve kadınların bir bölümünü itiraz siyasetine yöneltmişti. İkinci olgu ise muhafazakar kesimde cemaatçiliği aşma isteği duyan ve bu yönde irade beyanına açık alt grupların varlığıydı.
Bu eğilimler var ve muhtemelen güçlenmeye de devam edecek. Ama yeterli olmadılar. Anlaşılan o ki toplumun genelinde alt ve bazı (kimlikleşmiş) orta alt gruplar için ekonomik sıkıntılar göreceli olarak o kadar da önemli bir etkiye sahip değilmiş. Ayrıca bu kesimler özgürlük alanının daralmasını ya da adaletsiz uygulamaların artmasını da ‘kaygı meselesi’ yapmıyorlarmış.
Benim birinci yanlışım tomurcuklanan ‘iyi ve normal bir hayat arayışı’ olgusunun az veya çok genele şamil olduğunu varsaymak oldu. Türkiye’nin alt ve orta alt sınıfları içinde, kendini ifade ettiği için gözlemlenebilen bir toplumsal kesit yanında, bir de kendini ifade etmediği ölçüde gözlemden kaçan bir toplumsal kesit var. Ben gözlemlenen kesitin diğerini temsil ettiğini, benzer bir dinamiğin diğerinin içinde de işlediğini düşündüm. Ancak öyle olmadığı anlaşılıyor…
Yüzeyde tomurcuklanan arayışların toplumun derinliğinde kök salmamış olduğunu, ya da toplumsal bir kökten bağımsız olarak ortaya çıktığını anlıyoruz. Dünyaya entegre olmaya, küresel imkanlardan yararlanmaya, gündelik hayatın normlarını benimsemeye açık duran insanlar belki de söz konusu toplumsal derinliğe giderek yabancılaşıyor. Ne var ki yabancılaşma genellikle iki yönlüdür… Kimlikleşmiş alt ve orta alt sınıflar da muhtemelen ‘evrenselci’ değişim yanlılarına yabancılaşıyor. (Geriye dönüp baktığımda Erdoğan’ın LBGT söyleminin ve onu ‘aile’ ile kıyaslamasının, söz konusu yabancılaşmanın derinleşmesine hizmet ettiğini düşünüyorum.)
Velhasıl olumlu bir gelişme olarak algılanan gündelik hayatın ‘normalleşmesi’ ve gelişmiş ülkeler standardına ulaşma arzusu, galiba ülkeyi ortadan ikiye bölen büyük yabancılaşmaya hizmet eden bir unsur olmuş…
Bu nasıl olabiliyor? Ülke nasıl bir dinamiğin içinde ki, normalleşme isteği yabancılaştırıcı bir etki yaratabiliyor?
Cevap benim ikinci yanlışımda… Gözümün önünde olan ana dinamiği küçümsemiş olmamda. Ana dinamik Türkiye’nin Yeni İttihatçı ideolojiye sürüklenmesidir.
Yani devleti vatandaşın rehberi olarak tanımlayarak ona yönlendirici bir rol biçen, Türklüğü etnik temelde kemikleştirirken Sünni Müslümanlığı bu Türklüğün doğal parçası haline getiren, Batı karşıtlığını kimliksel ve ideolojik bir zemine oturtan, kendisini haksızlığa uğramış mağdur ve mazlum bir millet olarak tanımlayarak bu mağduriyeti gerekirse çatışmacı ve yayılmacı bir anlayışla telafi etmeye eğilim gösteren, geçmiş ve gelecek nezdinde ‘onur’ ve ‘hak’ arayışıyla ‘tam bağımsızlık’ türü ütopyalara gerçeklik payesi atfeden bir anlayış…
Bu unsuru atlamış olmam garip, çünkü neredeyse bir yıldır bu konuyu yazıyorum. Ne var ki ben gözümü daha ziyade siyasi iktidara ve onun devlet içi ortaklarına çevirmiştim. Oysa yazdığım makalelerde Türkiye halkının niçin ‘doğal’ bir itki ile kendisini İttihatçılığa yakın hissedeceğini anlatmıştım.
Dünyanın Birinci Dünya Savaşı öncesini hatırlatan bir ‘yeniden yapılanma’ atmosferi içinde olduğu görüşünün yaygınlaştığı, Cumhuriyet dönemi ideolojilerinin hepsinin işlevsiz (ülkeyi yönetmekte ve güçlendirmekte yetersiz) olduğunun derinden hissedildiği bir tarihsel momentteyiz. En kolay yol Cumhuriyet öncesine dönmek ve bu toprakların Müslüman insanına çok daha ‘doğal’ gelen İttihatçılığı ihya etmekti.
İktidar bunu yaptı ve görülen o ki toplumun önemli bir bölümü de çoktan aynı geçişi yapmıştı… Savunma sanayii ürünlerinin seçim malzemesi yapılmasının mantığı da buydu. İnsanlar uçak gemisinin önünde bu nedenle kuyruk oldular. Yani gurur duymak, kendilerini güçlü hissetmek, Batı’dan bağımsız olabilmenin tadına varmak için. Bu uçak gemisinde kullanabileceğimiz hiçbir uçağımızın olmaması onlar için ikincildi. Rasyonel bir savunma sanayii değil, güç gösterisi yaparak duyguları okşayan ürünler istiyorlardı.
Referandum türü bir seçim olmasa, aslında sonuçlar muhalefet için pek de kötü sayılmaz. AK Parti ve Cumhur İttifakı oyu az da olsa düştü, CHP ve Millet İttifakı oyu az da olsa yükseldi. Ancak halk şu anki ideolojik viraja onay verdi. Yeni İttihatçılık iktidarın topluma bir daveti olarak başladıysa da görünen o ki ‘mutlu’ bir buluşmaya işaret ediyor.
Önümüzdeki günlerde İslamı kuşatan bir milliyetçiliğin giderek yükselmesi, bu eksen etrafında milliyetçi partilerin yeniden inşası şaşırtıcı olmaz. Yeni İttihatçılık bir süre bu ülkeyi yönlendiren ideoloji olmaya aday… Nereye kadar? Muhtemelen aynen yüz küsur yıl öncesindeki gibi ‘duvara çarpana’ kadar…