Muhaliflerle, özellikle de koyu kıvamlı laik çevreyle temaslı bir hayatınız varsa, mutlaka şu soruya muhatap olmuşsunuzdur: “Bunca yıl sonra, hem de bu ağır krize rağmen adam yine de %40 destek buluyor. Nasıl hâlâ bu kadar oy alabiliyor?”
Bu, sadece akıl erdirilemez bir gizemin altında yatanı anlamaya dönük bir merak sorusu değil. Şaşkınlığın yanısıra, iktidar seçmenine karşı kızgınlık ve aşağılama duygusu da taşıyor. “Cehaletin, irrasyonalitenin bu kadarı olmaz” demeye getiren bir tınısı var. Bu klişe soruyu soranların hepsinin değil ama hatırı sayılır çoğunluğunun, 20 yıl önce de AKP’yi kategorik tehdit görenlerden; onun seçmen profiline o günlerde de derin antipati besleyenlerden çıkması şaşırtıcı değil. Türkiye’nin yaşadığı büyük değişimin sosyolojik, politik dinamiklerini; içinde durdukları mahallenin bu süreçte oynadığı (ve oynayamadığı) rolü sorgulamayan, anlayamayan bir kesim bu. Boğazlarına kadar haklı çıkmışlık ve kızgınlık duygularıyla yüklüler. Neredeyse iktidardan daha çok yetmez-ama-evet’çilerden nefret edecek kadar dar bir delikten bakıyorlar tarihe. Haklılık ve kızgınlık duygularına, öğrenilmiş çaresizlik eşlik ediyor. “Bunlar seçimi kaybetseler de gitmezler” cümlesini de en çok onlardan duyuyoruz.
Erdoğan’ın yıllarca kimlik karşıtlığı üzerine kurduğu kutuplaştırıcı siyasetten şikâyet ediyorlar. Haksız değiller. Fakat aynı oyunun öteki ucunu temsil ettiklerinin de farkında değiller. Şimdi hâlâ iktidarı desteklemesine akıl erdiremedikleri seçmenleri cahil, irrasyonel ilan ederken, aslında onların bu bağlılığının akıl değil duygu ürünü olduğunu ima etmiş oluyorlar. Çok da yanlış sayılmaz; gerçekten iktidar seçmeninin önemli bölümünün Erdoğan’la kurduğu çok derin bir gönül bağı var. Bu bağın nasıl oluştuğu; bu süreç üzerinde, sosyolojisiyle, medyasıyla, siyasetçisiyle laik mahallenin ne tür etkilerde bulunduğu aslında çok diş kamaştırıcı bir tartışma konusu. Fakat bu yazının dikkati başka yerde.
Bu yazının esas sorusu şu: Evet, Erdoğan seçmeninin motivasyonu ağırlıklı olarak kimlik karşıtlığından besleniyor, güçlü bir duygusal bağlılığı ifade ediyor. Kötüye giden bunca şeye rağmen kulağını muhalefete açmayan, eli o tarafa gitmeyen bir sosyolojiyle karşı karşıyayız. Peki; bundan şikâyet eden, kızgınlık besleyen laik muhaliflerin hepsi gerçekten rasyonaliteyi mi temsil ediyor? Hakikaten kimlik duygularını aşabildikleri bir düşünce dünyasından mı konuşuyorlar?
Birçoğunun sadece karşı mahalleye değil, kendi iç dünyalarına da kör baktıklarına dair yeterince işaret var. Akılla karar verdiklerini düşünüyorlar. Duygularının dürtücülüğünü sorgulamıyorlar. Bu söylediğimi test etmek hiç zor değil. İki üç soru yeterli…
Bu muhaliflere “bugün Türkiye siyasetinin sizce en tartışılmaz, en şampiyon önceliği nedir” diye sormayı teklif ediyorum. Neyi başarırsanız başarın, bir tek şeyi başaramazsanız eğer, diğerlerinin hiçbir değeri olamaz; nedir bu? İlk test sorusu bu. Bu sorunun açık ara tek cevabı var: seçimlerde iktidarın mağlup edilerek gönderilmesidir.
Ne TİP’in bağımsız kimliğinin göze sokulmasının, yüzde bir mi, üç mü, beş mi aldığının önemi olabilir bu öncelik karşısında, ne de olanca kızgınlık ve önyargıyla Sadullah Ergin’i dinlemeye bile tahammül gösteremeyip protest tercihlere savrulmanın. Bu tür eğilimlerin rasyonaliteyle açıklanması mümkün mü? Aklın kimlik duygularına feda edilmesinin açık örneği değilse bu, nedir?
Birçok aklı başında muhalifin duygusal nedenlerle dişini sıkıp sessizce geçiştirdiği şu buz gibi gerçeği hak ettiği açıklıkla söylemek gerekir: TİP bu olağanüstü dönemeçte lastik patlatmıştır. Oluşan konjonktürü, kendi parti kimliğini öne çıkartmanın, popülaritenin kışkırttığı hayallerle partiyi gövdelendirmenin fırsatı olarak görmüştür. TİP’in önceliğiyle Türkiye’nin önceliği çelişiktir. (Bunun da kaskatı ortodoks ideolojisiyle dolaysız ilişkisi vardır. Bu da başka bir yazının konusudur.)
Bilinenleri yeniden hatırlatmakta fayda var. Mevcut seçim yasasına göre, ittifak içindeki partiler ortak liste çıkartmadıkları ölçüde, aldıkları oylar (D’Hondt sistemi nedeniyle boşa gitmek de değil; daha da kötüsü) o seçim bölgesindeki en büyük partinin şansını arttıracak. O oyların, içinde bulundukları ittifak partilerine faydası değil zararı olacak. Üstelik bu partiler bağımsız listeyi tercih ettikleri için, kendi adaylarını ittifakın tek listesinden göstermiş olsalardı çıkartabilecekleri milletvekilinden daha az vekil çıkartacaklar. Dahası, belki de hiç çıkartamayacaklar. İktidarın seçim yasasını değiştirmesi de zaten, bu durumdan yararlanma hesabına dayanıyordu.
Dolayısıyla, TİP’in ayrı liste çıkartmasının, milletvekili sayısı bakımından kendisine avantaj sağlaması mümkün gözükmediği gibi, alacağı oylar en büyük partinin vekil sayısını arttırması tehlikesini yaratıyor. (D’Hondt sisteminin seçimlerde yol açacağı sonuçlar üzerine yapılan aydınlatıcı simülasyonlar var. Üzerine çok emek sarf edildiği anlaşılan bir çalışmayı Medyascope’ta “Seçim 2023 Meclisi kim alacak? İl il simülasyonlar ne gösteriyor?” başlığıyla bulabilirsiniz.)
O halde yeniden sorarsak: eğer tartışmasız öncelik iktidarın seçimlerde mağlup edilmesiyse, bu ayrı liste tercihinin rasyonalitesi nerede? “Bir oy Kılıçdaroğlu’na bir oy TİP’e” … Bu slogan protest bir duygunun tatmin edilmesi uğruna risk almaya bir çağrı değil mi?
Bütün saha çalışmalarının güçler dengesini bıçak sırtında gösterdiği bir seçimde, özellikle de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalması durumunda, parlamento çoğunluğunun iktidardan alınmasının hayati önemi tartışma götürecek bir konu mu? 14 Mayıs’ta parlamento çoğunluğunu kazanmış bir Erdoğan mı ikinci turda daha şanslı olur, kaybetmiş bir Erdoğan mı? Ayrıca, başkanlık kazanılsa da parlamento çoğunluğunu iktidara bırakmak çok büyük bir bedel değil mi?
“Aklı” Muharrem İnce’ye kayanlara ise sıra gelmedi farkındaysanız. Yazamadım; çünkü o kümede iktidarı yenmenin öncelikli olduğuna ilişkin bir rasyonalite işlediğini de pek sanmıyorum. “Batsın bu dünya”cı ruh halindeler. Ne hazin ki hepimizin geleceğini de belirleme ihtimalleri var. Fikirsiz bir fırsatçı bu alanı gördü; taşra kurnazlığıyla üstünde sörf yapmaya çalışıyor. Umarım sahile varmadan söner, cürmünün üstünde tehlike yaratan bu dalga.
Başa dönersek… Bunca yıkıma rağmen hâlâ Erdoğan’ı destekleyen kitlelerin akıldan uzak durduklarını; kör bir kimlik duygusuyla davrandıklarını düşünüp kızan ve şaşıran muhaliflere, kendi tercihlerini nasıl oluşturduklarını sorgulamalarını öneririm.
Seçimler burun farkıyla kaybedilirse, yine “makarnacı akılsızlara” kızıp köpürmek pek işe yaramaz…