Hannah Arendt’in yakın zamanda çıkan kitabı, Politikanın Vaadi (Sel Yayıncılık)’ni okurken sık sık aklıma geldi, seçime doğru giderken gerçekte politikanın bize ne vadettiği sorusu. Temel bir derdimiz var çünkü: düşünceyle eylemi buluşturamıyoruz. Gerçek manada düşünen insanlarla eyleme geçiren politikacılar hiçbir zaman aynı kişiler olamıyor. Olamadığı gibi arası da giderek açılıyor. Hatta birbirlerinin düşmanı gibiler! Bu mesafe açıldıkça düşüncenin sıradan insanlar üzerindeki etkisi de her gün biraz daha fazla kayboluyor. Sıradan bir insan için düşünen insanlar politikacıların işlerine taş koymaktan başka işi ve işlevi olmayan fuzuli varlıklar gibiler! Böyle olunca da politika kendi gerçeğini üreten bir iktidar alanına dönüşüyor. Yalanı gerçek kılabilen bir tanrısallık kazanıyor.
Öyleyse politika bize ne vadediyor gerçekten? Sayısız vaatler arasından gerçek anlamda aradığımız ne? Hayatımızı böylesine derinden etkileyen bir alan olarak politikanın büyük vaadi ne olabilir? Onun anlamı ne tam olarak?
Bunlar elbetteki toplumların ne aradığına ve politikadan ne beklediklerine bağlı olarak belirli değişkenlikler gösterebilecek sorular. Ne var ki hepsinin derininde şu ortak beklenti yatıyor: gücün ve imkânların doğru ve adil bir biçimde, eşit şekilde herkesin iyiliğine kullanılabilmesi. Bu nasıl mümkün olabilir peki? Kadim soru budur. Diğer bir deyişle, düşünce ve eylem, düşünenlerle eyleme geçip hayata geçirenler aynı kişiler olabilir mi?
Arendt, Sokrates’ten başlatarak, bunun mümkün olamadığını ve dahası olamayacağını söyler. Sokrates, düşünce insanıyla eylem insanını birleştirmeye çalıştığı için ölümle cezalandırılmıştır. Sonrasında sayısız düşünür, eylemden uzak durmadıkça düşünceye gerçek anlamda bağlı kalamayacağını anlayarak kendi kabuğuna -ya da fildişi kulesine!- çekilmek zorunda kalmıştır.
Fildişi kule metaforu, başlangıçta hayata karşı kayıtsızlık ya da gerçek meselelerden kopukluktan çok düşüncenin eylem karşısındaki tahrifatına karşı oluşturulmuş bir savunma mekanizmasıdır. Hayatın yanılgılarına karşı soylu bir karşı koyma, hakikat düşüncesini hiçbir şey için feda etmeme tavrıdır. Fildişi kule, düşüncenin toplumda hayat bulamadığı yerlerdeki son kaledir!
Dolayısıyla denebilir ki politikadan büyük beklenti, düşünceyle eylemin birlikteliğidir. Fakat bir kez daha, bu mümkün değildir. Çünkü, saf anlamıyla düşünce ancak hakikat arayışına tam anlamıyla bağlı olunduğunda ortaya çıkar. Oysa politik eylem, hakikate değil kitle halinde insanlara bağlılığı esas alır. Bu bir bakıma -Arendt’in ayrımıyla- insanla insanların mücadelesi gibidir. “Politika insani çoğulluk olgusuna dayanır. Tanrı insanı yarattı ama insanlar insan ürünüdür, yeryüzü ürünüdür, insan doğasının ürünüdür.” (s.87). Başka bir ifadeyle, düşünmek ne kadar tekilse, politika da o kadar çoğuldur. Düşünce ne kadar gerçeğe bağlıysa eylem de o kadar insanlara yani topluma bağlıdır. Biri daha tanrısal öteki ise bütün zaafları, noksanlıkları, hırsları ve alışkanlıklarıyla insanidir.
Tam da bu nedenle, özellikle gerçekle bağı sorunlu toplumlar Tanrı tarafından bir kurtarıcı gönderilmesini beklerler. Bu gibi yerlerde politika yozlaştırıcı ve kirleticidir. Gerçekliği olmayan sözlerin, eyleme geçemeyecek düşüncelerin yeridir. Sayısız önyargılarla beslenen, ideolojilerin ve dünya görüşlerinin egemenliğindeki bir gerçek-dışılıktır.
Bu durumun bir sonraki aşaması, eylemin deneyimden koparılmasıdır -ve de buna bağlı olarak anlamın yok olması! Yani, önce düşünce ile eylem birbirinden ayrılır, gerçeklikle olan ilişki politik amaçlarla yer değiştirilir ve hemen sonrasında eylem deneyimden bağımsız hale getirilir. Hiç kimse politik bir eylemin gerçek manada aktörü değildir artık. İnsanların yaşadıklarından çok ideolojik kalıplar belirleyicidir ve sonrasında eyleme geçenler gerçek kişiler değil ideolojik birer aracı haline gelen deneyimsizlerdir. Gerçekten yaşayanla eyleyen hiçbir şekilde aynı kişi değildir. Ona dair hiçbir şey anlamlı değildir!
O nedenle, bu alanda gerçek yargılar değil önyargılar her zaman daha belirleyicidir. Önyargı, anlamdan yoksun yargılarımızdır. Ve tam da bu yüzden burada neredeyse her şey göstermelik bir biçime dönüşmüştür: “Yargılayan bireyi, karşı karşıya geldiği gerçekliğin her cephesine kendini açmaktan, onunla özenli bir şekilde yüzleşmekten kurtarmak önyargının işleviyse, o halde dünya görüşleri ve ideolojiler bu işte o denli başarılıdır ki, tüm gerçekliğe karşı göstermelik tedbir alarak bizi her türlü deneyimden bir şekilde korurlar.” (s.95).
Politikanın genellikle bir araç olmasını bekleriz; hayallerimize ve amaçlarımıza giden yolda belki de en önemli araç… Ne var ki hiçbir şeyle yüzleşilmeden yapılan, yalanı gerçek kılabilme gücüne kavuşmuş olan politika kendisini araç olmaktan çıkararak amaç haline getirir. Özgürleştirmediği gibi insanları kendisine bağımlı hale getirerek kendisi için çalıştırır. Bu haliyle politika hayatın da yalanlamasıdır; her türlü hayat talebi hiç gerçekleşmeyecek olsa da hep gerçekleşecekmiş gibi bir hisle durmaksızın kabul ettirilir.
Politikanın araç olmaktan çıkıp amaçlaştığı yerlerde, diğer her şey iktidarın aracı haline gelir ve araçsallaşır. Bir şey daha olur; hiçbir şey, insanların kendi seçimlerine bırakılmaz. Demokratik seçimle seçme ilişkisi yerini iktidarın kendi kendini seçmesine bırakır. Hayat bir zorunluluklar toplamı haline gelir. Gerçek manada politika, zorunlu olunmayan kararlarla hayat bulur. Bu nedenle her zaman için birden fazla seçenek ve seçme şansı olmalıdır. Ne var ki düşünceden ve tecrübeden koptuğunda seçenekler de yok olur. Maddi zorunluluklar ve fiziksel zor gücü esas belirleyici haline gelir. “İster açlık veya aşk gibi insan doğasının inkâr edilemez bir ihtiyacı anlamında ister insanların toplu halde yaşayabileceği zaruri bir kurum anlamında olsun, zorunluluk politikanın tam da olmadığı şeydir. Bilakis, politika maddi zorunluluklar ve fiziksel kaba kuvvet alanının son bulduğu yerde başlar. Bu haliyle politikaya öyle az yerde, öyle nadiren rastlanır ki, tarihsel açıdan konuşursak, yalnızca birkaç muhteşem devir onu tanımış ve gerçeğe dönüştürmüştür.” (s.109).
Bu nedenle, derinlikli ve gerçekle temas eden bir politik alan oluşabilmesi için zorunluluklardan kurtulmak, her türlü zor ve zorlamaya karşı özgürleşmek elzemdir. Özgürleşme, politikanın sonucu değil onun hakikatle ilişkisinin kopmaması için gerekli olan zorunlu güvencedir ama aynı zamanda da bütün içeriğiyle politiktir. “Kritik olan, özgürlüğün kendisini bir gaye, politik araçlarla ulaşılabilecek belki de en yüksek gaye olarak değil, politik olarak anlamaktır; her daim politik mekanı koruyacak veya kuracak veya genişletecek araçlar olsalar da ne baskının ne de kaba kuvvetin kendi başına kesinlikle politik bir nitelik taşımadığını fark etmektir. Bunlar politika açısından tali fenomenlerdir, yani politikanın kendisi değildirler.” (s.118).
Zordan ve zorunluluklardan kurtulmadıkça özgürleşemez ve politikayla düşünceyi birleştiremeyiz. Diğer yandan özgürlüğün politik içeriği zorla ve zorunlulukla iç içe var olur ve hayat bulur. Bu bir çelişki gibi görünse de gerçekte insanların düşünmesini zorunlu kılan bir gerekliliktir. Politikada sayısız çelişki vardır ve bütün bunlar ancak düşünceyle çelişki olmaktan çıkan bir tutarlılık kazanır. Arendt bu noktada bir çözüm olarak önyargılardan sıyrılmayı fazlasıyla önemser (çünkü bunun için de düşünmek gerekir!). Önyargı esasında yargısız yargıdır ve hem düşünceden hem de deneyimden yoksunluk taşır. Her türlü önyargı terk edildiğinde düşünmek ve deneyimlemek zorunlu hale gelecek, insan yeniden yargı hakkını kendinde gördükçe ideolojiler ve dünya görüşlerinin kalıplarından sıyrılarak gerçeğe temas edecektir. “Fayda sağlayacak tek şey önyargıların yerine yargıları yerleştirmeye çalışmaktır. Nitekim böyle yaparak önyargılarda saklı yargılara, ardından da yargılarda saklı bulunan, yargıların ilk olarak kaynaklandıkları deneyimlere kaçınılmaz olarak geri yollanırız.” (s.136).
Dolayısıyla belirtmek gerekir ki politika nihai amaç olamaz. Politika hayata anlamını veren şeylerin belirleyiciliğinde olmadığı sürece nihai bir amaca dönüşür ve insanları kendi kendilerine yabancılaştırır. “Öyleyse politikada amaçlar ve hedefler ile anlam arasında fark gözetmemiz gerekir. Bir şeyin anlamı, amacının aksine, daima şeyin kendisinde saklıdır, bir etkinliğin anlamı da ancak o etkinlik devam ettiği sürece varolabilir…amaçlara gelince tam tersi geçerlidir; bir amaç ancak onu husule getirmiş etkinlik sonuçlandırılınca gerçeklik halini almaya başlar.” (s.173-174).
Anlamlı bir seçim temennisiyle, İyi Pazarlar.