Dış politika çoğu ülkede seçimler üzerinde etkili olmamaktadır. Tabii bunun istisnaları vardır. Özellikle Batı ülkelerinde sınır aşırı askeri maceralar özellikle iyi sonuç vermediklerinde seçimlerde mevcut yönetimin aleyhine kullanılmakta ve seçim sonuçlarını olumsuz şekilde etkileyebilmektedir. ABD’nin nispeten yakın tarihinde bunun örnekleri mevcuttur. Mesela 1968 seçimlerinde Başkan Johnson’un aday dahi olmayı düşünmemesinin bir nedeni Vietnam bataklığından çıkacak iradeye sahip olamamasıdır. 1979 seçimlerinin Ronald Reagan tarafından kazanılmasının önemli etkenlerinden biri, Başkan Jimmy Carter’ın Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin muhasarasını sonlandıramamış olmasıdır. Hatta Reagan’ın seçim kampanyası sırasında İran’lı mollalara mahpus ABD diplomatlarını serbest bırakmamaları telkininde bulunduğu ve bu işten kendisine koz yaratmak istediği iddia edilir.
Askeri harekatlar başarılı olduğunda mevcut iktidarlar bunun faydasını görüyorlar tabii. Mesela zamanın Birleşik Krallık Başbakanı Thatcher binlerce kilometre ötedeki Falkland adalarını Arjantin saldırısından 1982 yılında kurtardığında elde ettiği başarı iki dönem daha iktidarda kalmasına yardımcı olmuştur.
Bizdeki seçim kampanyalarında dış gelişmelerin netice üzerinde önemli bir etkide bulunması çok nadirdir. 1974 Kıbrıs harekatının Başbakan Bülent Ecevit’in CHP’sinin 1977 yılındaki seçimlerde tarihinin en yüksek oranına ulaşmış olmasında büyük etkisi olmuştur. Yıllar sonra Öcalan’ın ülkemize ABD tarafından teslim edilmesinin bu defa DSP lideri olan Ecevit’in 1999 seçimlerinde en büyük oy oranına ulaşmasında belirleyici bir etkisi olmuştur.
Yeni başlayan seçim kampanyasında dış politika konuları ve özellikle AB ile ilişkiler en azından şimdilik pek gündemde değildir. İktidar zaten bu konuda yeni atılımlara girecek konumda değil. Yaratılan garip yönetim sistemimizde bakanlar milletvekili olamayacaklarına ve ayrıca Cumhurbaşkanı da tüm bakanları değiştireceğini söylediğine göre, Dışişleri Bakanı artık “topal ördek” konumundadır. Önümüzdeki haftaları seçim bölgesinde geçirmesi beklenebilir. TBMM’deki Dışişleri kökenli veya bu alanda birikimi bulunan üyelerin hiçbirisinin mensup oldukları partilerin listelerinde yer almamış olmaları, bu listelerde de sadece bir yeni milletvekili adayı gözükmesi kampanya sırasında dış politikaya önem verilmeyeceğinin işareti sayılabilir belki.
Parti liderleri arasında şimdiye kadar sadece Sayın Kılıçdaroğlu dış politika ile bağlantılı konulara değinmiştir. Bir açıklamasında vatandaşlarımızın Temmuz ayından itibaren Şengen ülkelerine vizesiz seyahat etmelerini sağlayacağını vaat etti. Başka bir açıklamasında ise Suriye’li göçmenleri ülkelerine geri göndereceğini iddia etti. Her iki konu da ülkemiz ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkileri yakından ilgilendirdiği için bu vaatlere biraz daha yakından bakmakta fayda olabilir.
Son yıllarda AB ile ilişkiler her iki tarafın isteksizliği nedeniyle buzdolabına kalktı. Türkiye’de hukuk devleti ve demokrasinin iktidardan yediği darbeler ve ayrıca dışarıda takip ettiği -dış dünya tarafından saldırgan diye nitelenen- politika yüzünden hem katılma müzakereleri dondurulmuş hem de Gümrük Birliğinin güncellenmesi çalışmalarına bir türlü başlanamamıştır. Seçimlerin yaklaşmakta olduğu gerçeği karşısında AB, tüm Batı dünyası ve hatta diğer ülkeler gibi bir bekle gör havasına girmiş, seçimler yapılmadan iktidara mesafeli bir tavır benimsemiş, aynı zamanda da iktidarın halkımızın pek sevdiği bir şekilde ayırımcılık, düşmanlık vs gibi suçlamalarına yol açabilecek davranışlardan dikkatle kaçınmıştır. Yine de muhalefeti merak ettikleri, iktidar değiştiği takdirde nasıl bir politika izleyeceği konusunda merakları oldukları ve mümkün mertebe bu konuda bilgi sahibi olmaya çalıştıkları anlaşılmakta olup, bu normaldir. Ne yazık ki muhalefetin de kendi hedeflerini dış dünyaya ve özellikle Avrupa’ya tanıtmak için çok büyük bir gayret içine girdiği söylenemez. Yine de Millet İttifakı’nın yayınladığı Ortak Politikalar Metni bu konuda önemli ip uçları sağlamıştı. Kıbrıs, Doğu Akdeniz, Ege sorunlarında diyalogu yeniden başlatacaklarına, içeride de Avrupa standartlarına yaklaşmak için gerekli reformları yapacaklarına dair tüm ittifak üyelerini bağlayan taahhütler metinde yer almaktadır.
Bunun ötesinde Sayın Kılıçdaroğlu’nun vizelerin Temmuz ayından itibaren kalkacağına dair vaadi gerçekten önemlidir. Gerçi Altılı Masanın diğer bir mensubu olan Sayın Davutoğlu da vizelerin bundan tam yedi yıl önce kalkacağına dair bir vaatte bulunmuş ve bunu AB ile yapılan Geri Kabul Anlaşmasına dayandırmıştı. O tarihlerde Türkiye’nin vizelerin kalkması için yerine getirmesi gereken kriterlerin AKP için fazla ağır gelmesi nedeniyle vaat edilen adımlar atılamamış, vize durumu da iyileşmek yerine bozulmuştur. Uyulması AKP için belki en zor kriter Terörle Mücadele Kanununun Avrupa standartlarıyla uyumlaştırılmasıdır ki bu yapılabildiği takdirde Türkiye çok farklı bir ülkeye dönüşecek, örneğin gazeteciler yazılarından dolayı, barışçıl göstericiler de eylemlerinden dolayı teröre destek vermekle suçlanamayacaktır. Hatta, İsveç’in NATO’ya girmesine onay vermemiz şartı haline getirilmiş olan aranan bazı kişilerin iadesi talebi de otomatik olarak gündemden düşecek, çünkü terörle mücadele kanunu AB’nin istediği gibi üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyi standartlarına uyarlanırsa bunlara isnat edilen suçlar büyük ölçüde belki de tamamen ortadan kalkacaktır. CHP’nin iktidara gelmesi halinde İsveç’in NATO üyeliğine itirazının sona erdirileceği yolunda partinin yetkili temsilcisi Ünal Çeviköz tarafından son zamanlarda verilen demeç, en azından partinin fikren böyle bir hazırlık içinde olduğunun işareti sayılmalı ve memnuniyetle karşılanmalıdır. Diğer kriterler de demokratikleşme ve hukuk devletine dönüş çerçevesinde kolaylıkla uyulabilecek niteliktedir. Polis işbirliği tanımadığımız Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni de kapsaması bakımından sıkıntı yaratabilmekle beraber bu engeli bertaraf etmek tarafların iyi niyeti ve hayal gücünün çalıştırılmasıyla imkansız değildir.
Ancak tabii bunlar birkaç ayda yapılabilecekler şeyler değildir. Siyasetçilerin işlerine geldiğinde kamuoyunun da çok bilgi sahibi olmadığı konularda bol keseden vaatlerde bulunması ne yazık ki alışılmış, hatta gelenekselleşmiş davranışlarımızdan biridir. Vizelerin kalkması için gerekli reformların yapılması çok uzun bir çalışma ve diyalog ile güvenin tesisini gerektirecektir. Ayrıca AB Türk vatandaşlarına vizeyi kaldırmayı gündemine aldığı 2016 yılında ülkemizden AB ülkelerine iltica talepleri çok düşüktü. Bu da vize sorununun açıklanmayan fakat belki de AB açısından vazgeçilmez bir şartıdır. Demokratikleşme ve başarılabilirse rasyonel ekonomik politikaların uygulanmasıyla ilticacı talebinin bugünkü çok yüksek -2022 yılında 50.000- düzeyinden aşağıya çekilmesi gerekecektir ki bu da bir hayli vakit alacaktır. Ancak o arada zamanında AB Komisyonunun teklif ettiği ve mevcut iktidarın kabul etmediği şekilde kolaylaştırma süreci başlatılabilir. İlk önce büyük sıkıntı yaşayan nakliye sektöründen başlayarak şoförlerin karşılaştığı vize engellerinin hafifletilmesi, bilahare yine büyük sıkıntılar ve masraflarla boğuşmak durumunda kalan öğrenciler için de başka ülkelerin AB ile yaptığı şekilde bir kolaylaştırma süreci başlatılabilir ve adım adım nihai hedef olan vizelerin tamamen kalkmasına doğru gidilebilir. Yeni gelecek iktidara karşı bir iyi niyet gösterisi içinde olmak isteyeceğinden şüphe olmayan AB’nin böyle bir yola gitmek isteyeceğini tahmin etmek mümkündür.
Tabii bu arada gerçekleşmesi pek mümkün olmayan Suriye’li mültecilerin topluca veya kısım kısım ülkelerine geri gönderileceklerine ilişkin vaatlerde bulunmaktan kaçınmak da şüphesiz yararlı olacaktır. İç savaşın büyük ölçüde rejimin zaferiyle sonuçlandığı gerçek olmakla beraber, rejimin kendisine muhalif olarak gördüğü mültecileri geri almak konusunda iştiyak içinde olduğu söylenemez. Tersine, onları geri almamak için elinden geleni yapacaktır. Mültecilerin kaçtıkları köylere ve şehirlere rejim taraftarlarının yerleşmiş olması gerçeği karşısında oralara geri dönmeye hevesli oldukları söylenemez. İktidarın kendisine yakın Suriye’li güçlerin kontrolü altındaki bölgelere mültecileri kaydırma planı da fos çıktı. Mülteciler haliyle döneceklerse kendi öz topraklarına gitmek isteyeceklerdi. Bunun mümkün olmadığı bir ortamda başka yere gitmeleri için bir geçerli neden gözükmemektedir. Bunu zorla yapmaya çalışmak ise uluslararası hukuka aykırı olup, hukuk dışılığına son vermek azminde olan bir yönetimin işe yeni hukuksuzluklarla başlamayacağını ummak isterim.
AB ile ilişkilerin normalleştirilmesinin bir diğer gereği Yunanistan ile ilişkiler ve Kıbrıs ile Doğu Akdeniz sorunlarında yapıcı bir politika izlenmesidir. Gerçi Yunanistan ile ilişkilerde mevcut iktidar döneminde dahi son zamanlarda bir yumuşamaya şahit oluyoruz. Her iki ülkede de nerede ise aynı zamanda seçimlerin gerçekleşecek olmasına rağmen seçim ortamlarında gelenekselleşmiş hamasi söylemlere en azından şimdilik rastlanmamaktadır. Mavi Vatan doktrini, Ege adalarının silahlandırılması, aidiyet sorunları vs en azından şimdilik sumen altına itilmiş, nerede ise üç yıldır Doğu Akdeniz’in tartışmalı sularında araştırma faaliyetlerine son verilmiştir. Bu sorunların kolayca çözülmesi mümkün olmamakla beraber buzdolabında kalmaları AB ile ilişkilerin daha fazla zehirlenmesini engelleyecektir.
Kıbrıs sorunu da olası yeni yönetimin kolaylıkla çözebileceği bir sorun değildir. Ancak en azından Millet İttifakı’nın ortak metninde ima edildiği gibi masaya tekrar oturmak için KKTC’nin bağımsızlığının tanınması şartı üzerinde ısrar edilmemesi olumlu bir başlangıç noktasıdır. Naçiz kanaatime göre, Kıbrıs sorununun çözümü Ada AB’ye katılmadan önce mümkündü. Fırsatı kaçırdığı için 2001-2002 dönemindeki iktidarın vebali büyüktür. Türkiye’nin AB üyeliği gündemde olmadığı sürece de mevcut durumun değişmesi için bir sebep görmüyorum. Yeni gelecek yönetimin de bu sınama ile karşılaşacağı kesin olmakla beraber, çözüme ulaşması pek kolay gözükmüyor.
Dolayısıyla yeni gelecek bir yönetimin AB ile ilişkilerde hızlı bir ilerleme ve düzelme gerçekleştireceğini ummak kanaatimce yanlış olur. Mevcut güvensizlik havasının dağılması yıllar alacaktır. Katılma müzakerelerinin yeniden başlaması içeride gerekli reformlar yapılsa dahi aşılması pek olası görünmeyen Kıbrıs engeline takılacaktır. Kaldı ki son yıllarda İslami hüviyeti gittikçe güçlenen, Batı değerlerinden aynı süratle uzaklaşan ülkemizde seçimlerle meydana gelebilecek iktidar değişikliğinin ne kadar kalıcı olabileceğine ilişkin tereddüt ve şüphelerin AB ülkeleri içinde yaygın olması beklenebilir. Dolayısıyla küçük adımlarla ve sabırla gidilmesi gerekecektir. Tabii siyasi iktidarlar hızlı netice isterler. Ancak yapılan geçmiş hataların boyutu o kadar büyük ki izleri kolay kolay kaybolmayacaktır. Bir de tabii bugünkü AB’nin 24 yıl önce ülkemize adaylık statüsünü veren AB’den çok farklı olduğu ve genişlemenin artık tamamen ivme kaybettiği, hatta terk edilmiş bir hedef olduğu da gözden kaçmamalıdır.
Bu yazıda iktidar değişikliğinin AB ile ilişkilerimizi ne şekilde etkileyebileceğini irdelemeye çalıştım. Tabii iktidar değişmezse Türkiye ile AB birbirlerinden gittikçe uzaklaşmaya devam edecek ve ilişkiler tamamen kopmasa dahi artık bütünleşme hedefi ve ortaklık ilişkisi zaman içinde tamamen kaybolacaktır. Zaten iktidarın yeniden seçilmesi halkın çoğunluğunun böyle bir hedefi olmadığının ve ülkemizin geri dönüşü olmayacak şekilde İslamlaşmakta olduğunun göstergesi olarak okunacaktır. Dolayısıyla seçmenlerin, oylarını verirken konunun bu boyutunu da göz önünde tutmaları şüphesiz isabetli olur.