Türkiye siyasal rejiminin nitelikleri ve devlet biçimi ile ilgili tartışma son yıllarda belirgin bir hal aldı. Tartışma belirgin; ama tartışmanın içeriği bilimsel analizler ve analitik modellemeler üzerinden zenginleştirilmek yerine kısa vadeli kurumsal dönüşümlere odaklanan betimleyici ifadelerle, abartılı ideolojik itham veya taltiflerle sınırlandırıldı. İkisi de aynı derece ideolojik (bilim-dışı düşünce) ve özcü (sabit kategorilerle düşünme) olan bu iki yaklaşımın ithamlar ucunda “totaliterizm”, “diktatörleşme” veya “faşizm” varken taltifler ucunda “güçlü ülke”, “bölgesel aktör” veya “yerli ve milli kuvvet” var. Herhangi bir tarihsel dönemde filiz veren kurumsal dönüşümleri kapitalizmin gelişme aşamasındaki dinamiklerden ve sınıfsal güç ilişkilerinden vareste ele alan analizler, Türkiye’deki siyasal rejimi ya olduğundan daha demokratik ya da olduğundan daha otoriter gösterir.
Sabırsız okuru bekletmeden yazının tezini açıklayayım: 14 Mayıs’ta Cumhur İttifakı’nın meclis çoğunluğunu elde etmesi ve 28 Mayıs’ta Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması, Türkiye’nin daha fazla otoriterleşmesi, “diktatörleşmesi” veya “faşizmin kurumsallaşması” ile sonuçlanmayacaktır. Erdoğan’ın veya Türkiyeli başka bir muktedirin karşı karşıya olduğu meydan okuma, politik varlığını rejim düzeyinde kurumsallaştırmayı gerçekleştiremeyecek olmasıdır. Çünkü Türkiye’deki siyasal iktidarlar, dayandıkları toplumsal sınıfları aktifleştirerek bir ağırlık oluşturmazlar; bilakis, siyasal ve toplumsal üretici güçleri pasifleştirerek bir denge siyaseti izlerler. Bu yüzden Türkiye’de hiçbir zaman devrimci koşullar oluşmaz, biteviye restorasyon koşullarında kotarılır her şey. Bu da, iktidarların ömrü uzadıkça güçlerinin berkitilmesi ile değil güçlerinin yetersizlikleri ile yüzleşmek zorunda bırakır onları.
Kanaatimce Türkiye’nin gerçek ve somut durumunu en iyi tanımlayan kavram, Samuel Huntington tarafından üretilmiştir: Bölünmüş ülke (torn country). Medeniyetler çatışması tezi üzerinden hem tüketilen hem de dövülecek kum torbasına çevrilen Huntington’un bu kavramı, Türkiyeli entelektüeller tarafından tahkir edici ve itibarsızlaştırıcı bulunduğu için anında reddedildi. “Bölünmüş ülke” kavramı, Türkiye’nin coğrafî bütünlüğünü ilga eden yıkıcı bir tınıya sahip değil. “Bölünmüş ülke” olmaktan kasıt, iç ekonomi-politik alanda (ve uluslararası arenada) belirli ve açıkça tanımlanmış bir istikamet üzere olmamaya tekabül eder.
Bölünmüşlük gerçeği Türkiye siyasal sisteminin hâlihazırdaki hegemonya krizini ve bu hegemonya krizinin uzantısı olan devlet krizini açıklıyor. Bu somut durum, Türkiye’nin sadece kırılgan bir demokrasiye sahip olmasıyla sonuçlanmadı, aynı zamanda kırılgan bir otoriterliği de üretti.
Türkiye siyasal arenasında güç devşirmenin yolu, yeni ittifaklar ve yeni bozuşmalardır. Ya hep ya hiç! mantığına gereksinim duyulmaz bu arenada; biraz varlık biraz yokluk mantığı baskın gelir. İktidar yüzüğünü parmağına geçiren partiler, ideolojik bir programa sahip değiller; dayandığı toplumsal ve sınıfsal tabanlar bizatihi ideoloji-altı bir konum işgal ederler. Bu yapısal koşullardan ötürü Türkiye, bir tekerrür ülkesidir. Tarih ileriye doğru akmaz, döngüsel işler: Rejimin ve kurumların değişimi gerçekleşmez; tekerrür eden şey, kurumsal restorasyondur. Süreğen kurumsal kırılganlık, Türkiye’nin ne demokratikleşmesine ne de dikta düzeyine varacak bir otoriterleşmesine olanak verir. Bu sebeple Türkiye, demokrasi ile diktatörlük arasında sınır uçlarına yerleşmeden salınıp durur. Türkiye’nin siyasal tarihi demokratikleşme sürecinin kırılganlığı ve başarısızlıkları toplamından ibaret değildir sadece, aynı zamanda kırılgan diktatörleşme süreçlerinin ve başarısız otoriterleşme girişimlerinin toplamıdır.
Peki nereden kaynaklanıyor bu kırılganlık? Türkiye neden bu enisonu sıfır toplamlı oyuna yazgılı bir konumda kalıyor sürekli?
Türkiye Devleti, Meclis biçiminde Nisan 1920’de kuruldu. Devlet, salt yasal ve siyasal bir güç olarak kurulduktan 3 yıl 5 ay sonra, Ekim 1923’te, bir hükümet şekline kavuştu: Cumhuriyet. Devlet ile Cumhuriyetin arasına giren bu 3 yıl 5 aylık boşluk, Türkiye’nin ilk üstyapısal krizi idi. Cumhuriyeti önceleyen devlet, aynı zamanda, tayin edici olduğundan iktidar mücadeleleri Devlet’e referansla gerçekleşti. Muhalefet mücadeleleri ise, Cumhuriyet’e referansla yapıldı. Devlet aygıtına sahip iktidar bloku, iç rekabetini ve ayrışmasını bürokratik kadrolara yerleşmek çerçevesinde yaparken; devletin dışına ya da marjinlerine itilen muhalefet iç rekabetini, taleplerini ve hedeflerini farklı cumhuriyet tasavvurları üzerinden gerçekleştirir: Laik Cumhuriyet, Demokratik Cumhuriyet, Jakoben Cumhuriyet ve sâir. Cumhuriyet tasavvurları devletin içinde değil Devlet’in gölgesinde yapıldığı için bu tasavvurlar politik bir niteliğe kavuşmadı; hep kültürel ve etik bir nitelik arz etti. Gölgeboyu uzadığında demokrasinin göstergeleri ve sivil toplumcu müzakere ve diyalog öne çıktı; gölgeboyu kısaldığında, otoriterleşmenin göstergeleri ve politik toplumcu baskı ve keyfilikler kendini dayattı.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti hep bir lafız olarak kaldı, zira “Devlet” ile “Cumhuriyet” arasındaki ayrışma her tarihsel dönemde nüksetti. Bu ayrışma, demokratikleşme sürecini de diktatörleşme sürecini de bütünlükten mahrum tikel unsurlara ve muktedirin keyfiliklerine dönüştürdü. Demokrasi tam manasıyla vaki olmaz, demokratikleşme sürecinde demokrasinin bazı semptomları kendini dışavurur sadece; ya da tersi: Diktatörlük tam manasıyla gerçekleşmez, otoriterleşme sürecinde otoritenin soğuk ve katı görünümleri kendisini dayatır. Bir durumdan değil, bir süreçten bahsedilebilir ancak: Demokratikleşme süreci veya Diktatörleşme süreci. Her iki süreç de kırılgandır; ikisi de fiziksel değişimlere yol açar ama “Türkiye” maddesi iç yapısını değiştirmeye ve orijin noktasındaki boşluğu telafi etmeye kifayet etmez.
Türkiye’deki kapitalizmin gelişme hızı ve süreçleri dönem dönem bu ayrışmadaki mesafeyi yakınlaştırmayı başarsa da bir bütünleşme kuramamakta. Piyasa aygıtı da devlet aygıtının organik kriziyle biçimleniyor. Piyasanın özerkliğine rağmen piyasadaki egemen sınıf bileşenleri hem devlet aygıtındaki kadro mücadelesinin iç gerilimlerine göre konum alır hem de bu gerilimlerde rol üstlenir. Burjuva sınıfı içindeki ayrışma ve çatışma süreçleri ile devlet aygıtı içindeki ayırşmaların nasıl örtüştüğünü cari ekonomik tabloyu kısaca analiz ederek somutlaştırabiliriz. İktidar, iki sermaye fraksiyonunun çıkarlarına aynı anda cevap vermek için iki farklı ekonomik programı aynı anda uygulama soktu. Dolayısıyla iki farklı sermaye birikim modeli mevcuttur.
İlki, tekstil, mobilya, deri üretimi, gıda ve inşaat sektörleri gibi emek yoğun sektörlerde gerçekleşen sermaye birikim modelidir. Mutlak artık-değerden çıkar sağlayan bu model, niteliksiz emek (çoğunlukla göçmen emeği) talep eder ve ücretlerde asgari ücreti üst limit olarak belirler. Bu sektörlerde sendikalaşma düşük seviyelerdedir. Sendikalaşma, bu sermaye fraksiyonunun tahammül edemeyeceği bir politik etkinliktir. İhracata dayalı stratejiler benimseyen ve uluslararası piyasalara entegrasyonu yüksek düzeyde seyretmeyen bu sektörler. fiyat rekabetçiliğine dayanır. Bu nedenle fiyat istikrarı politikası yerine rekabetçi kuru, yüksek faiz politikası yerine düşük hatta negatif faiz uygulamalarını talep eder. Temel yönelimi TL’nin değersizleştirilmesi ve ücretlerin baskılanması olan bu kesim için Merkez Bankası’nın bağımsızlığının zaruret arz etmez; kural temelli politikalar yerine tercih hakkı politikalarına dayanan bir devlet vizyonuna sahipler. Devlet 2016’dan bu yana, Kredi Garanti Fonu üzerinden kalp masajı yapılarak büyük çoğunluğunu KOBİ’lerin oluşturduğu bu firmaları hayatta tutuyor. Bu firmalar ekonomik olarak batma seviyesine yaklaşmış durumda olmasına rağmen siyaset müdahalesi ile ayakta kalıyorlar. Faiz artış politikaları uygulanması durumunda, bu firmaların batması hızlanacak ve işsizlik kitlesel bir boyut kazanacaktı.
İkincisi, finans ve bankacılık ve ana metal sanayii, madencilik, savunma sanayii gibi üretimde ithal ara mal kullanan sermaye yoğun sektörlerde gerçekleşen sermaye birikim modelidir. Göreli artık-değerden çıkar sağlayan bu model, nitelikli emek talep eder ve asgari ücretin üzerinde ücretler sunar. Bu sektörlerde sendikalaşma mevcuttur ama bu sendikalar “sarı sendikacılık” olarak nitelenen bir yönelime sahiptirler. Bu sektörler de ihracata dayalı stratejiler benimser ama birinci gruptakilerden farklı olarak uluslararası finansal piyasalara doğrudan erişim kapasitesine sahiptir. Verimlilik artışı ve kalite stratejileri gibi fiyat dışı rekabetçi stratejileri benimserler; bu nedenle fiyat istikrarı ve yüksek faiz talep ederler. Bu sermaye fraksiyonunun devlet vizyonu, Merkez Bankası gibi kurumların bağımsızlığına, teknokrasiye, tercih hakkını keyfilik olarak benimsedikleri için kural temelli yönetime ve mali konsolidasyona dayanır.
İşçi sınıfına karşı mutlak manada hakimiyet kurmuş ama kendi içinde çatışan fraksiyonlara sahip burjuva sınıfının arayışları devlet aygıtının organik krizini aşamaz, o krize göre cepheleşir. Hatta bizzat iki farklı devlet vizyonunu, iki farklı ekonomi politikasını ve iki farklı kurumsal rejimi arzular. Çünkü sermaye birikim süreci saf ekonomik bir gelişme değildir; siyasal iktidarın ekonomi politikaları ile farklı sermaye birikim modelleri oluşur. Çünkü devlet sadece alt gelir gruplarına yönelik sosyal yardım programlarını uygulamakla ve doğrudan gelir desteği vermekle, memur kesimine düzenli aralıklarla zam yapmakla yetinmez; aynı zamanda burjuva için rant üretir ve rantın dağılımında etkin rol oynar. Sermaye gruplarından birini yekdiğerine tercih eden ödül-ceza mekaniğiyle piyasa ilişkilerinin sınırını çizer. Diğer bir deyişle, piyasa aktörleri de “Türkiye Devleti” ile “Türkiye Cumhuriyeti” arasında yampiri yampiri yürür. Ekonomik aygıtı ve piyasa mekanizması, Mehmet Şimşek ile Nureddin Nebati’yi aynı bedende taşır: Biriyle sonuna kadar gitmez diğerinden asla vazgeçmez. Dolayısyla üretim ilişkilerinde devrimci hamleler geliştiremez ve toplumu yeni bir aşamaya çıkartamaz.
Türkiye’de devlet birden fazla egemen sınıfı temsil eder ama bu egemen sınıfların ortak çıkarlarını temsil etmez; zira bu kesimlerin ortak çıkarları yoktur. İktidar bloku içersinde yer alan yedi partinin birbirleriyle uyumsuz siyasal vaziyet alışları ve örtüşmeyen ideolojik arkaplanları seçim süreci boyunca bastırılmıştı, 28 Mayıs akabinde farklılıklar ayyuka çıktı. Bu farklılık devletin organik krizini göstermesinin yanında iktidarın siyasal performansını da etkileyecek. 14 Mayıs seçimlerinden hemen sonra AK Parti milletvekili olduğunu paranteze alan Tuğrul Türkeş’in “milliyetçi lig” kurulması çağrısını hatırlayın. Dahası, 28 Mayıs gecesi Külliye balkonunda el ele tutuşup zafer fotoğrafı çektiren 7 liderin oldukça farklı hedef ve programları var. Erdoğan’ın kendi gücünü sağlamlaştırmanın yanında en büyük kaygısı yerel seçimlere hazırlanmak olarak ilan edildi. İktidarın “Türkiye Yüzyılı” hedefi Oğan’ın dilinde “Türk’ün Yüzyılı” oldu: Bu kelime farklılığı, Türkiye’nin dış politikasında farklı vizyonların çekişmeli rekabetine tekabül edecek. Bahçeli, “Türk ülküsünü” vurguladıktan sonra gelecek projeksiyonu sundu: “Önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir, her şey değişecektir. Öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez.” Değişimin işaret fişeği, birlik ve beraberlik görüntüsüne paralel olarak atıldı. Oğul Erbakan’ın arzusunu partisinin Gençlik Kolları Başkanı bir tweet ile duyurdu: “Milli Görüş lideri 5 yıl sonra devralacağı Cumhurbaşkanlığı Külliyesinde…” Yapıcıoğlu’nun ulusal ölçekte bir misyonu yok; ona düşen bölgesel muhafazakârlık üzerinden cemaat biçimini almış varoluşunu siyasallaştırmak ve parti biçiminde var olmaya evriltmek. Sağcı koalisyon içindeki tek solcu olan Aksakal, iktidar bloku nimetleriyle liberal solu toparlama amacında. Destici, balkondaki muzafferlerin yanında seçim mağlubu gibi durmamak için hangi konum üzerinden iktidara eklemleneceğine karar verecek.
Devletin şimdiki biçimi, olağanüstü devlet biçimidir. Olağanüstü koşullarda devleti idare etmek mevcut organik krizi bastırma işlevi görmez; o krizi idare etme imkânı verir. Organik krizin idaresi çeşitli yoğunluklarda iç mücadele ile atbaşı gider. Bu mücadele içinde yer almayanlar; başka bir ifadeyle, devletin ve cari siyasetin dışına itilenler, içerik bakımından çocuksu, biçim bakımından abartılı bir diktatörlük veya faşizm vurgusu yaparlar.
Türkiye’de, bidayetinden beri hegemonya kurulmamıştır ve, ân itibariyle, bir hegemonya yoktur; yalnızca bir hegemonya stratejisi mevcuttur. Devlet aygıtının hâkimleri tarafından uygulanan bu hegemonya stratejisi, milliyetçilik ve güvenlikçilik eksenlerinin birbirini dikey olarak kestiği noktada Cumhur İttifakı adı altında kurumsallaşmıştır. Muhalefet aktörlerinin karşıt hegemonya stratejileri yoktur, çünkü hiçbir zor aygıtına sahip değiller. Dahası, kendi içlerinde rekabete giriştiklerinden ötürü toplumsal rıza üretmeleri mümkün olmadı. İktidar bileşenleri bu oyunda, tek kale maç oynayan oyuncuları andırıyor. Hegemonik olmaya çalışan iktidar blokunun zor unsurları (asker, polis, mahkemeler vs.) belirgin olmakla birlikte rıza unsuru hiçbir şekilde mukavvim değildir.
Hegemonya stratejisinin ideoloji ayağı sakattır; bu sakatlık, asabi bağırışlarla ve orijinal küfürler icad edilerek giderilmeye çalışılır. Bu öfke ve küfür seanslarında kendisini epik ve trajik, düşman diye bellediği kesimleri düşkün ve kurnaz olarak tesmiye etme girişimleri, çoğu zaman, dil sürçmeleri ile farsa ve komediye dönüşür. Bu muzip sürçmeler, düşmanın kurgusal ve yapay olmasının bir sonucudur: Hasbi ve harbi bir ideolojik dayanaktan mahrum bu ajitasyon, dili dolandırır ve atılan küfürleri kendine doğru yontar. Bütün yüce söylevler ve ulusal tazimler, komik bir kitle gösterisine dönüşür. Celâlli olmaya çalışan ama çokça coşkun bir gösteri. Düşmana yakışıtırılan gayrıahlâkî ve galîz sıfatlar kadar yüksek dozda Türkçülük ve mukaddesatçılık içeren hamasî söylemler de kitle çoşkusu yaratmaktan öteye geçememektedir. Düşman diye bellenen kişilerin düşmanlığına inanan bir kitle yoktur.
Bu kitle için “düşman”, maslahat icabı düşman olmuştur ve zalim bir eğlence maksadıyla düşmana nefret kusulmaktadır. Ayinlerine katılan mürit huşusu içinde “düşman” ve “hain” diye çağrılan kişileri tahkir etme gösterisi bir katarsis yaratmaz; bilgisayar oyununda “terörist” öldürme hazzına benzer bir haz üretir. Tutarlı ve mukavvim bir ideoloji yokluğunda her şey gaddar bir oyuna dönüşür, herkes kıyıcı birer cellat rolüne girer. Oyunun en çoşkulu yerinde “idam, idam” diye bağırmak kendini role kaptıran figüranın cezbesidir. Başoyuncudan figürana kadar herkes, eğlenceli birkaç saat, çoşkulu bir gösteri peşindedir.
Bölünmüş ülkenin karmaşık topografyasında oyun oynuyorlar; roller keyifli, düşmanlar yalancıktan düşmandır. Öyle ki “düşman”, “terörist”, “vatan haini” diye kodlanan kişi ve kesimler, yarın yeniden makbul müttefikler haline gelebilirler: Kahramanlara, iyi insanlara dönüşebilirler… Herkes bunun farkındadır; “düşman” diye gösterilen putun helvadan olduğu ve öfkeli vaazların çoşkuyu artırma amacına matuf olduğu, taa baştan kabul edilen bir gerçektir.