Türkiye’de her dönem cemaatler ve tarikatlar seçimler öncesi renklerini belli ettiler.
Ama bu kararlar genelde cemaatlerin içinde kaldı, kulaktan kulağa yayıldı, kamuoyuna açıklanmadı.
Her siyasi görüşten insana açık olmak iddiasındaki bir tarikat ya da cemaatin zaten aksini yapması yakışık almazdı.
Bu hassasiyet son dönemlerde terkedildi.
Herhalde talepler üzerine her seçim öncesi iktidara yazılı açıklamalarla destek verildi.
Ama bu seçime kadar tarikat ve cemaatleri bir seçim kampanyasının ortasında bayrak sallar vaziyette hiç görmemiştik.
Ayetler, hadisler, siyerden kıssalar havalarda uçuşuyor, dua zincirleri kuruluyor, fetvalar veriliyor, muhalefetten neredeyse Mekkeli müşrikler gibi bahsediliyor.
Şeyh efendiler, abiler, seydalar sanki bir daha ülkenin yarısına hiç tebliğ yapmayacaklarmış gibi rahatlar.
Birinci tur öncesi hararetli destek açıklamaları yetmemiş olacak ki, ikinci tura giderken vaazlarda şeyhler açıktan propagandaya başladı, parmaklar sallanıyor, müminler ahiretle korkutuluyor.
İsmailağa Tarikatı’nın iki numaralı ismi Salih Topçu, resmi imamlık görevini yaptığı Sultan Selim Camii’ndeki Pazar sohbetinde açıkça cemaatinden ikinci tur için Erdoğan’a oy istemiş.
Ama bunu yaparken maaşında ve içinde bulunduğu camide hakkı olan ülkenin diğer yarısı için de pek iyi şeyler söylememiş:
“Senin attığın bir adımla eğer İslam düşmanları kutlama yapıp rakı içecekse içen sarhoş, onlara kutlama yaptıranlar da içmeyen sarhoş. İçen sarhoş 3 saatte ayılır, o içmeyen sarhoş ölene kadar ayılmaz. O yüzden zaten bizi anlamıyorlar. Allah için konuşuyorum, ahiretin için konuşuyorum. Senin imanına zararı var bu işin. Müminin kafirleri öfkelendirmesi, çatlatması boynunun borcudur. Gelecek hafta muhakkak oy kullanın. Nasıl yapacağımız zaten bellidir.”
Burada “çatlatılması istenen kafir”, “kutlama yapıp rakı içecek İslam düşmanı” galiba Biden ya da Netanyahu değil.
Muhalefete oy vermek de artık ahiretimizi yakmamıza neden olacak, imanımıza zarar verecek itikadı bir mesele haline gelmiş durumda. Tekfirin bir adım gerisine kadar gelindi.
Onun dilinin varmadığını ise diğer büyük Nakşi cemaat Menzil’in Konya’daki halifesi söylemiş:
“Bir anlık bir kızgınlıkla, nefsi bir şekilde hareket ederek olmaz. Senin kişisel çıkarına ters düşebilir, müminlerin genel maslahatı nerdeyse orada bulunmak lazım. O fuhşiyatı İslam toplumu içinde yaymaya çalışacaklarını söylüyorlar. Açıkça söylüyorlar. Onlara oy verilmez, haramdır, günahtır.”
Muhalefetin adayına oy vermek haram ve günah.
Çünkü “açıkça söylüyorlar” diyen şeyh efendiye malum olsa da söylemedikleri LGBT vaatleri yüzünden.
Yani şeyh efendi sadece günah ve haram uydurmamış, bir de gerçek dışı bir iddia üzerine konuşarak iftira gibi büyük günahlardan birini de işlemiş.
Ama herhalde dinen neyin caiz olup, neyin helal olduğunu onlardan iyi bilecek değiliz.
Fakat şeyhin konuşmasının esas dikkat çekici kısmı demokratik hakkını kullanan insanlara tekfir sopasını salladığı yerler değil.
Şurası:
“Bir anlık bir kızgınlıkla, nefsi bir şekilde hareket ederek olmaz. Senin kişisel çıkarına ters düşebilir, müminlerin genel maslahatı nerdeyse orada bulunmak lazım.”
Anlaşılıyor ki aslında şeyh efendi de kızacak şeyler olduğunun farkında.
Hatta iktidara oy vermenin bazı insanların şahsi çıkarlarına ters olabileceği görüşüne bile hak veriyor.
Ama tam o noktada duruyor.
Çünkü şahsi çıkarlarımıza ters olsa da ondan daha büyük olan ümmetin çıkarları var. Ona da ümmetin maslahatı diyoruz.
Bir çeşit Jakoben genel iradecilik ümmetin maslahatı.
Halk için halka rağmen, hatta İslami Kemalizm bile denebilir.
Özetle diyor ki; iktidara oy vermek hayat pahalığının sürmesi gibi senin çıkarına aykırı olabilir, ama sen kendi çıkarını düşünmeyeceksin, ümmetin genel çıkarı için oyunu vereceksin.
Ümmetten kasıt ise biraz karışık.
Mesela seyyid olan Kemal Kılıçdaroğlu ya da beş vakit namaz kılan Meral Akşener galiba ümmetin içinde değil.
Ya Medine’de Mescidi Nebevi’de ağlayarak namaz kılan darbeci Mısır devlet başkanı Sisi? Galiba o da değil.
Suudiler, BAE’liler, İranlılar da şüpheli.
Maslahatı gözetilecek ümmetin çıkarları da pek ortak görünmüyor.
Ümmetin maslahatı diyerek Erdoğan’a destek açıklaması yapanların gösterdiği iki somut gerekçe var:
Türkiye’nin milyonlarca Müslüman mülteciye ev sahipliği yapması.
Türkiye’nin ülkelerinden kaçmak zorunda kalan İslami hareketlerin mensuplarına bir sığınak haline gelmesi.
Gerçekten de mevcut iktidarın mülteciler meselesinde muhalefetten daha insani olduğu kesin.
Her ne kadar Avrupa’yı tehdit için mültecileri sınıra sürmüş (bu kavramı kullanarak) olsa da, 2015’den 2023’e sınırlarda yüzlerce mülteci öldürülse de, milliyetçi kadrolaşmanın en yoğun olduğu göç idaresi ve emniyet üzerinden binlerce mülteci sudan bahanelerle sokaklardan alınıp sınırdışı edilse de, geri iade merkezleri kötü muamelenin merkezlerine dönmüş olsa da ve bütün bunlara genel İslami, muhafazakar çevreler iktidara zarar gelmesin diye hiç sesini çıkarmamış olsa da, bu inkar edilmeyecek bir gerçek.
Özellikle de birinci turda mültecilerle ilgili yaratıcı ve insani projeler açıklayan Kılıçdaroğlu’nun ikinci turda yanlış bir taktiksel hamleyle “Suriyeliler gi-de-cek” çizgisine gelmesiyle bu fark iyice açıldı.
Halbuki Kılıçdaroğlu ve diğer siyasetçiler de biliyor olmalı.
Ekonomisini düzeltmek, dünyayla, özellikle de mülteci meselesi yüzünden Merkel gibi güçlü bir liderin bile siyasetten tasfiye edildiği Avrupa ile iyi ilişkiler kurmak isteyen bir iktidar Kılıçdaroğlu’nun vaat ettiğini yapamaz.
Mültecileri topluca otobüsle doldurup güvensiz bir ülkeye göndermenin adı tehcir olur, tarihe de bir ayıp olarak geçer.
Ama mültecilerin Türkiye’deki güvencesi de artık ne hukuk devleti ne de halkın ensarlığı.
Mültecilerin tek güvencesi Erdoğan’ın kendi partisi ve tabanına rağmen sürdürdüğü İslami iyi niyeti ve tabii Avrupa’nin Türkiye’de olan bitenlere artık çok fazla ses çıkarmamasına neden olan meşhur Geri Kabul Anlaşması.
Erdoğan’ı her şeye rağmen desteklemeye devam eden İslamcıların son tutundukları dal da mülteci meselesindeki tavır.
Ümmetin maslahatı parantezine mültecileri koyup, dinen ve ahlaken Erdoğan’ı desteklemeyi meşrulaştırabiliyorlar.
Seçimlerde insanları iktidar için oy vermeye mültecileri göstererek davet ediyorlar.
Ama uzun süredir bu ahlaki üstünlüğü, ülkedeki neredeyse bütün alanlardaki haksızlıklar, adaletsizlikler ve kötü yönetimin üzerini kapatan bir şal gibi kullanıyorlar.
Çünkü Türkiye’de ümmetin sadece Suriyeli ve Afgan evlatları yaşamıyor.
Türkiye’de bir de ümmetin 80 milyon Türkiyeli evladı yaşıyor.
İslamcılar, tarikatlar ve cemaatler unutsa da bu 80 milyon insan da ümmet. Onların da maslahatları gözetilmek zorunda.
İki yıldır dünyanın en yüksek 5’inci gıda enflasyon oranıyla sofrasından kesen milyonlar da ümmetin evlatları.
Hapishanelerde, istinaf mahkemelerinde, Yargıtay’da hukukun kırıntısını bekleyen insanlar da ümmetin bir parçası.
Yoksulluk ve hukuksuzluklar yüzünden Ağrı’dan Meksika sınırına gidip ABD’ye kaçak girmeye çalışırken yakalanan, Meriç Nehri’nden geçerken boğulan, Bulgaristan’a kaçıp Almanya’ya sığınma planları yapan, Belarus sınırından Polonya’ya geçmek için sınırda bekleyen, TUS’a hazırlanmayıp, Almanca öğrenmeye çalışan, Türkiye’deki beyaz yakalı işlerini bırakıp Kanada’da basit işler yapan insanlar da bu ümmetin bir parçası.
Bu seçimlerin sonucu ne Gazze’yi, ne Kudüs’ü ne Saraybosna’yı etkileyecek ama Erzurum’u, Mersin’i, Ağrı’yı doğrudan etkileyecek.
Satın aldıkları vatandaşlıkla Dubai’de yaşayan ve cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanan Kuveytli yeni TC vatandaşları, 75 yıllık demokrasisi olduğu için daha azıyla yetinmeyen Türkiye’deki muhalifleri eleştirmek için İngilizce makaleler yazan İslamcı Arap entelektüelleri de etkilemeyecek.
Ama bu ülkede yaşayan ve gidecek başka yeri olmayan, elinde tek güç oy hakkı kalan Türkiyeli Müslümanları etkileyecek.
Eğer ümmetin maslahatı gözetilecekse sadece Filistinlilerin, Suriyelilerin değil onların da maslahatı gözetilmeli.
Ama İslamcılar, cemaatler, tarikatlar için bunu yapmak kolay değil.
Onlar İslamcılıklarını da iktidara delege edip, rahatladılar.
İktidar düşerse Gazze düşer, Kudüs düşer demenin maliyeti sıfır.
Ama kötü yönetim böyle devam ederse bir depremde İstanbul gider, hayat pahalığı, işsizlik böyle devam ederse Erzurum’da, Diyarbakır’da genç kalmaz demek maliyetli ve zor.
Suriyelilerin haklarını herkese karşı savunmak değerli ve ahlaklı bir tutum.
Ama bunu Türkiyelilerin meselelerinin önüne perde yapmak insafsızca ve ahlaksızca…
Ayrıca bir mülteci için de en iyi Türkiye, ekonomisi iyi yönetilen, hukukun, demokrasinin, ifade hürriyetinin olduğu, dünyayla entegre bir Türkiye’dir.
Mültecileri ancak dünyanın ne dediği umurunda olmayan, içine kapanmış, insan hakları standartlarını atının terkisine atmış bir iktidar zorunlu tehcire maruz bırakabilir.
Bir hukuk devletinde ve gerçek bir demokraside bir mülteci bir gece evinden alınıp zorla otobüslere bindirilerek sınır dışı edilemez.
Edilse bile hukuken itiraz hakkı vardır, sivil toplum ayağa kalkar, özgür medya bunu ayıplar, kamuoyu sesini çıkarır.
Ama hukukun, medyanın, sivil toplumun olmadığı bir ülkede bunu yapmak bir kişinin iki dudağı arasındadır.
Yani hepimizin kaderi iç içe geçmiş durumda.
Ümmetin maslahatı Batı ile eşit ve iyi ilişkilere sahip, güçlü ekonomisi ve örnek bir demokrasisi, herkesin kendini güvende hissedebileceği bir hukuk devleti ve ifade hürriyetinin olduğu bir Türkiye’den yanadır.
Yoksa diğerinden İslam dünyasında çok oldu ve hala çok var.
Ümmetin Türkiyeli evlatlarının da Suriyeli evlatlarının da maslahatı da böyle bir Türkiye’den yanadır.
Ama ümmetin Türkiyeli evlatlarından beklenen sadece şahsi çıkarlarına aykırı olsa da ümmetin geri kalanının maslahatını gözetmeleri, şikayet etmemeleri, küsmemeleri, kırılmamaları sadece sabretmeleri ve dua etmeleri.
Belki bir gün onlara da maslahat sırasının gelmesini beklemeleri…
Güçsüz muhalefeti tekfire doğru giden şeyh efendiler, abiler, seydalar belki bir gün onların maslahatını da düşünerek iktidara bir çift söz söyleyecek cesareti toplarlar
Bunun için dua etmekten başka ne yapabiliriz…