Olağanüstü önem taşıyan bir seçime gidiyoruz. Tam da bu seçimlere uygun, alışılmışın dışında kampanyalar izliyoruz.
İktidar cephesinde yeni bir şey yok diye düşünenler olabilir. Düşmanlaştırıcı, hırçın kimlik söylemine yabancı değiliz; bu doğru. Fakat bu cephede de doz aşımı göze batıyor.
Ben, gençlerin sokaklarda vuruştuğu lanetli yıllardan beri sayısız seçim kampanyası yaşadım. Milliyetçi Cephe iktidarlarını; Demirelleri, Erbakanları, Türkeşleri gördüm. Özallı yıllardan geçtim. Mesut Yılmaz’ı, Tansu Çiller’i, Muhsin Yazıcıoğlu’nu izledim. Hepsini bırakın, Devlet Bahçeli’nin 90’lı yıllarda kullandığı siyaset dilini biliyorum. Çok sert rekabetlere tanık oldum ama bu seçimlerde iktidarın kullandığı üslup ve yöntemlerin yanına yaklaşan bir kampanya görmedim.
Cami avlusuna kürsü kurup muhalefetin yuhalatılmasını; “kimsenin mezhebi bizi ilgilendirmez”le başlayıp elde seccade meydan meydan dolaşılmasını, “hapishanelerin kapısını kırıp Apo’yu serbest bırakacaklar; Diyanet’i kaldıracaklar” suçlamalarını; Şampanya, şükür namazı karşılaştırmalarını; kendilerini milli mücadeleci karşısındakileri işgalci ilan etme densizliklerini; üstüne de, milyonlarca insanın anayasal hakkını kullanarak ortaya koyacağı siyasi iradeyi “darbe” olarak niteleyen tüy dikmeleri gördükçe, hiç mi ölçü olmaz, sınır konmaz diye düşünüyor insan. Demek ki kaybetme endişesi böyle bir şey.
İktidarın kampanyası, dinleyenlerinin, takipçilerinin vicdanına emanet olsun.
Millet İttifakı üzerine tartışmak daha anlamlı.
Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu kampanyaya gerçekten güçlü katkı sağlıyorlar. Yavaş, alışılmış siyasetçilerden ziyade işini iyi yapan bir yönetici ağırlığı taşıyor. Sorumluluğunu aldığı insanların temel sorunlarını anlayan, yaratıcı çözümler üreten, adil, dürüst bir icraat adamının inandırıcılığına sahip. Dinleyenlerin gözünde onu güvenilir kılan çok kendine özgü bir yönü daha var Mansur Yavaş’ın: Siyasetçilerin beden dilinden sızan hırslı, tutkulu kişilik özellikleri ona hiç uğramamış gözüküyor. Onu dinleyene kadar, hırs unsurunun siyasetçilerin iletişim başarısında vazgeçilmez olduğunu düşünürdüm. Tabii dozunda kalıyorsa… Yavaş’ı izledikçe tam tersinin de çok etkili olabildiğini fark ettim. “Bu adam yalan söylemez, atıp tutmaz, sözünde durur; ikbalde gözü yok” dedirten bir hakikilik duygusu veriyor izleyenlere.
İmamoğlu’nda da neredeyse ikonik bir pop star havası var. “Sahnesi iyi” desem yanlış anlaşılır ama anlatması güç bir etki yaratıyor topluluklar üstünde. Ayrım yapmadan kucaklayan, birleştirici, kimlikler üstü, kendinden emin, enerjik, çalışkan, coşkulu siyaset adamı profili. Ben benzerini görmedim daha önce.
Bu etkili muhalefet sahnesinin asıl mimarı ise Kılıçdaroğlu. Gerçekten çok büyük bir iş yaptı. Ecevit’in açtığı sivil, sol popülist parantezi kapatıp devletçi otoriter laik ideolojiye oturan Baykal CHP’sini adım adım sivilleştirdi; Kemalist aşırılıkları törpüledi, muhafazakâr değerlere saygılı, etnik kimlik taleplerine duyarlı demokratik bir anlayışa yöneltti. İniş çıkışlarla, zaman zaman (dokunulmazlıkların kaldırılması gibi) hatırı sayılır yanlışlarla ilerledi bu süreç. Fakat belli ki yakın tarihi, muhafazakâr toplumun önemini, CHP’nin tarihsel yanlışlarını doğru okuyan bir ekip oluşturdu ve yeni çizgisinde ısrar etti.
Cumhuriyet endoktrinasyonuyla yetişmiş, kaybetmenin öfkesiyle kemikleşmiş, içine kapanmış koskoca bir sosyolojiyi kırıp dökmeden; yıkıcı kopuşlara yol açmadan demokratik yeni bir istikamete taşımak, -çok kullanılan metaforla- transatlantiğe manevra yaptırmaktan daha zorlu bir iş. Yolunu tamamladığını söylemek için erken ama artık eskiye dönüşün mümkün olmadığı da aşikâr.
Bu hayati seçim kazanılacaksa, bunda Kılıçdaroğlu’nun emeğini listenin başına yazmamız lazım.
Kılıçdaroğlu kapsayıcı, sakin ama kararlı lider tavrıyla, Erdoğan’ın hakaretamiz, çatışmacı, toplumu geren stilinden kendisini ayrıştırıyor. Kendimi de başa yazarak söylüyorum; birçok insan tarafından yakın zamana kadar karizma zafiyeti, otorite yoksunluğu gibi algılanan özellikleri, Erdoğan’ın hırçınlığı, kibri karşısında artık giderek yeni tip bir siyaset tarzı olarak takdir görmeye başlıyor. Gösterişten uzak, kişisel hayatında mütevazı ama hedeflerinde iddialı, güler yüzlü, birleştirici, sabırlı duruşun, haşmetli dekorlar önünde prompter’dan döktürülen belagatten daha etkileyici olabildiğini tecrübe ediyoruz hep birlikte.
“Doğru zaman doğru insan” Erdoğan’a ne kadar yakışmıyorsa, Kılıçdaroğlu’na o kadar yakışıyor…
İlk kez oy kullanacakların önemli bir kısmının geleneksel siyasetçi profiline, eskimiş sözlere tepki gösterdiği söyleniyor. Doğrudur. TİP ve İnce’nin bu arayıştan beslenebileceği değerlendiriliyor. Bu okumalar haklıysa, ortada trajikomik bir durum var demektir. Bir yanda fikirsiz, miadı dolmuş söylemlerle ikbal arayan, asabi, demagog, hizipçi bir siyasetçi; öteki tarafta, Soğuk Savaş yıllarından kalma ortodoks Marksist-Leninist ideolojiye yaslanan, Sovyetler Birliği örneğini sosyalizm olarak tanımlayan, dağılmasını insanlığın kaybı gören anakronik bir parti. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırıp sömürüye son vermeyi taahhüt ediyor. Proletarya diktatörlüğünün ismini değiştirip sosyalist demokrasi yapmış. Ama içerik aynı; “emeğin sömürüsünü savunanlara” devrimden sonra hayat hakkı olmayacakmış. Kurulacak düzene itirazı olanlar, sınıf düşmanı, karşı-devrimci… Çoktan kapanmış totaliter bir sayfanın ezberleriyle dolu bir parti programı…
İktidarın karşısında olmak “yeni” olmaya yetiyor mu?
Kılıçdaroğlu, Yavaş, İmamoğlu geleneksel; İnce’yle TİP “yeni nesil” siyasetin temsilcileri… Öyle mi?
Diyeceksiniz ki imaj hakikati döver.
Ben yine de gençliğin bu kadar şaşı bakmayacağını umuyorum…