Kobani meselesi, Irak’ın Kobani kentinde YPG güçleri ve orada yaşayan Kürtlerle IŞİD’in kuşatması karşısında yaşanan çatışmanın, esasen Rojava olarak bilinen Kuzey Suriye bölgesinin bir tür çatışma alanı haline gelmesi ve infilak etmesinin doruk noktalarından biriydi. Kürtler aktif olarak örgütleniyor, IŞİD karşısında Türkiye’nin yardım kapılarını açmasını arzu ediyorlardı. Ancak bu gerçekleşmedi. Bunun üzerine Güneydoğu şehirlerinde bir dizi gösteri meydana geldi, yaklaşık 50 insan hayatını kaybetti.
Bu da aslında Türk siyaseti ile Kürt siyasetinin bir anlamda sert bir karşılaşma anıydı. AK Parti iktidarı bu olayları bir kalkışma olarak değerlendirdi. Genç insanları Kürt siyasetçilerin tahrik ettiğini, sokağa sürdüğünü iddia etti. Sorumlu ilan edilen kişilere dava açıldı. Bugün verilen kararın çerçevesine böyle bakmak gerekir.
Belirtilmesi gereken diğer bir husus da şu:
Türkiye’nin siyasi iktidarının iki önemli ideolojik davası bulunuyor. Bunlardan biri Gezi ve Kavala davasıdır, diğeri ise Kobani davasıdır. Dün, Gezi davasında yeniden yargılanma talebi reddedildi.
Kobani davasına odaklanalım. Bu dava, Türk devletinin veya siyasi iktidar bloğunun ana korkularından birini yansıtan davalardan biridir. Kürtlerin güçlendiği, isyana yöneldiği, özerklik ilan edebilecekleri ve Türkiye’yi bu şekilde etkileyebilecekleri korkusunun en üst seviyeye çıktığı anlardan birinin dava olarak dışa yansımasıdır. Bu korku, Türkiye’nin Kürt hareketiyle Rojava arasında organik bağlar oluşmasıyla birlikte Kürtlerin bağımsız bir alan oluşturma umudunu besledi, ancak aynı zamanda Türkiye ve diğer birçok devletin bölünme ve dağılma korkularını artırdı.
Bu korkulara bir başka faktör daha eklendi o tarihlerde. O da Gülen ayaklanmasıydı. Gülen ayaklanması, büyük bir devlet krizine, vakumuna yol açtı. Devletin kaybı, iflası gündeme geldi. Darbe girişimi, Kobane olayları, daha sonra Hendek hadiseleri gibi olaylarla birlikte düşünüldüğünde, önce bahsettiğim korkuyu alevlendirmekle kalmadılar; aynı zamanda Türkiye’de yeni bir siyasi ittifakın ortaya çıkmasına yol açtılar.
Bu siyasi ittifak, daha önce kavga eden, birbirleriyle mücadele eden askerlerle muhafazakarların ittifakıydı. Bu ittifakın temel bağlayıcısı, MHP’nin milliyetçi unsurlarıydı. Dolayısıyla, 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de ortaya çıkan rejimin ana niteliğini ve yapısını belirleyen iki temel korkudan biri Kürt korkusuydu ve bu korkunun somutlaştığı yer Kobani’ydi.
Kobani davası, bu anlamda devletin ve ideolojik bloğun ideolojik bir davasıdır. Siyasi bir iddianın, bir söylemin ve kanun yoluyla doğrulanmak, hatta kodifiye edilmek istenin bir anlatının ifadesidir. Gezi davası da benzer bir şekilde Türkiye’deki mevcut siyasi iktidara yabancı ellerin karıştığı bir darbe girişimi olarak anlatıldı iktidar tarafından. Somut olarak Osman Kavala ve birkaç kişi elebaşı, düşman olarak tanımlandı.
Dolayısıyla bu davalarda verilen kararlar iktidarın gözünde dediğim gibi kendi ideolojik söyleminin ve anlatısının doğrulanması davasıdır.
Kobani davasını bu şekilde değerlendirmek gerekir. Kobani davasından başka bir şey beklemiyordum. Başta bu nedenle beklemiyordum. Çünkü bunun çözülmesi, mevcut ittifakın çözülmesi ve Türkiye’deki siyasi iklimin tamamen değişmesi anlamına gelirdi. Maalesef bu gerçekleşmedi.
Beklentiler ters istikametteydi. Bu da son derece doğaldır. Umut da son derece tabiidir. Ben de topluma inanan ve değişime inanan biriyim, ancak analitik olarak baktığımızda, bugünkü koşullarda 15 Temmuz’da oluşan darbe ikliminin yapısı, şartları ve ana mekanizması henüz eskimiş değil. Evet, buna karşılık başka bir iddia var. İşte 31 Mart’ta ortaya çıkan yeni bir siyaset ve toplum iddiası var.
Bu iddianın ardından gelen yumuşama tartışmaları, partiler arasındaki görüşmelerin bunu desteklemesi de bu yönde ilerliyor. Dolayısıyla iki ana mekanizma var siyasi hayatta: Bir tarafta yenilenmeye açık bir Türkiye, diğer tarafta ise eski yapılarını koruyan bir Türkiye var. Maalesef, Gezi davası ve Kobani davası, bu eski yapıların korunma çabasının tam bir ifadesidir, verilen mahkumiyetler de buna işaret ediyor. Yani, Demirtaş sadece siyasetten men edilmekle kalmıyor, aynı zamanda Türkiye’de yasal Kürt siyasetinin bir terör faaliyeti olarak nitelendirildiği bir iktidar söylemi tarafından da etkileniyor. Tabii ki, bu durumun yargıtayı ve Avrupa’daki değerlendirmeleri gibi başka boyutları da var, ancak bu oldukça ağır bir karakter taşıyor.
O zaman biz bu normalleşme tartışmalarını neden yapıyoruz? Yani Erdoğan normalleşemeyecekse neden normalleşmeden bahsediyor?
Bu yumuşamadan neyi kastettiğimiz önemli. Yumuşama rejimin otoriter uygulamalarının yumuşaması mı? Yoksa siyasi gruplar arasında konuşma dilinin yumuşaması mı? Anladığım kadarıyla ikincisini kastediyor Erdoğan. Yumuşama etrafında daha insancıl, daha samimi görünme arzusunun ötesinde bir güdüsü olduğunu sanmıyorum Erdoğan’ın. Erdoğan, zaten seçimlerden sonra yol haritasını belirlemişti. Hangi istikamete gideceklerini ilan etmişti. Ve çok önemli iki dava, Gezi davası ve Kobani davası, bunu açık bir şekilde teyit etmiş oldu.
Tekrar ifade edecek olursam, AK Parti açısından bakacak olursak, bir tarafın bu tür bir yumuşama hamlesini kendi lehine çevirmek, genel kamuoyundaki imajını düzeltmenin ötesinde bir durum değil. Dolayısıyla, ne yumuşama beklentileri rejimin değişeceğini, yumuşayacağını bize söylüyor, ne de seçimlerden sonra Türkiye’de oluşan, işte artık bir otoriterlikten AK Parti de çıkar belki beklentisi karşılığını buluyor.
Kaldığımız yerden devam ediyoruz, ama dediğim gibi, iki dinamik – yeni siyaset ve eski siyaset – arasında çarpışmalar olacaktır. Kaldı ki, bu normalleşme hikayesini de, göreceksin, üç aya, beş aya, üç haftaya, beş haftaya kalmadan, tamamen rafa kalkacağı muhakkaktır…