“Farklı düşünsel geleneklerden gelen kadınların bir aradalığı hâlâ şaşkınlıkla karşılanabiliyor. Oysa erkeklerin farklı siyasi çizgilerden gelip herhangi bir konuda —ekonomi, güvenlik, dış politika ya da spor— birlikte düşünebilmeleri çok da sorgulanmıyor. Kadınlar ise, doğrudan hayatlarına dokunan, bedenlerine, yaşam haklarına, güvenliklerine ilişkin bir meselede bile birlikte düşündüklerinde, bu çoğu zaman bir tehdit ya da siyasi tehlike olarak görülebiliyor. Bu kitapta bir araya gelen kadınlar, tam da bu algıyı sorgulayan bir zeminde buluştu.”
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Öğretim Üyesi Zeynep Kevser Şerefoğlu Danış Cinsiyet Nöbeti’nin ortaya çıkış hikayesini bu ifadelerle anlatıyor.
Danış ve birlikte toplumsal cinsiyet, feminist teori, feminist sanat eleştirisi alanlarında çeşitli projeler yürüttüğü öğrencisi Hale Albayrak editörlüğünde yayınlanan Cinsiyet Nöbeti, kimi Türkiye feminist hareketinden kimi İslamcı yapının içinden gelen, kimi aktif siyasette kimi ise akademisyen çok sayıda kadını cinsiyet temelli eşitsizlikte birleştirmesi açısından alanında bir ilk.
Kitap, cinsiyet kimliği, toplumsal cinsiyet eşitliği, toplumsal cinsiyet adaleti gibi kavramlar ile bu kavramlar etrafında şekillenen literatürün Türkiye’deki karşılıkları üzerine düşünen metinlerden oluşuyor. Emel Topçu, toplumsal cinsiyet ve gender gibi temel kavramları analiz ederken, Özlem Akyol mimarlıkta cinsiyet ve beden kavrayışlarına değiniyor. Emine Tonta Ak geç dönem Osmanlısında kadın üzerine eğilirken, Esra Özdil Gümüş İstanbul Sözleşmesi tartışmalarını gündeme getiriyor. Kısacası kitap, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, oradan da günümüze kadar toplumsal cinsiyetin nasıl bir serüvenden geçtiğini anlatıyor.
Üç yıllık çokça istişare, tartışma ve linç dolu bir süreç sonunda hazırlanan kitap, editörlerinin deyimiyle “küçük bir devinim yaratma amacı taşıyor.”
Danış ve Albayrak ile “Cinsiyet Nöbeti” ve umut ettikleri devinim üzerine konuştuk.
“Cinsiyet Nöbeti” ifadesi oldukça güçlü çağrışımlara sahip. Bu kavramı seçerken neyi hedeflediniz?
Danış: “Cinsiyet Nöbeti” ifadesi, gerçekten de ilk bakışta biraz tedirginlik, biraz da merak uyandırıyor. Aslında tam da bu duyguları çağırmak istedik. Bir yandan toplumun bize biçtiği rolleri sorgusuzca yerine getirmemizi beklediği bir düzende, herkesin birbirini gözetlediği, denetlediği o hâl var; bir “nöbet” gibi gerçekten. Şunu açıkça görüyoruz ki, kadınlar nasıl giyindiğinden nasıl konuştuğuna, nerede bulunduğundan ne zaman güldüğüne kadar sürekli bir “nöbet” altında yaşıyor. Çoğu zaman bu nöbet, kadının bedenine, sesine, kıyafetine, kamusal alandaki varlığına ve ev içindeki rolüne dair tutuluyor. Toplum, kadının ne yaptığına değil, kim olduğuna, nasıl biri olması gerektiğine odaklanıyor. Bir davranışı değil, bir hâli denetliyor. Kadın hem temsil ediliyor hem de temsil etmek zorunda bırakılıyor; bu yüzden hep göz altında, hep kontrol edilmesi gereken bir konumda kalıyor.
Ama nöbet sadece kadınların başında tutulmuyor. Erkekliğin de kendine özgü nöbetleri var. Erkek, “erkekliğini” kanıtlamak zorunda hissediyor; güçlü olmalı, duygularını gizlemeli, rekabette önde olmalı. Çünkü erkeklik de diğer erkeklikler tarafından sürekli izleniyor, denetleniyor, sınanıyor.
Ve bazen, en ağır nöbeti kimse bize dayatmasa bile kendimize biz tutuyoruz. İçselleştirdiğimiz normlar, suskunluklar ve beklentilerle kendimizi gözetliyoruz. Anne, eş, çalışan, akademisyen ya da başka bir kimlik içinde, bir bakıma sürekli kendi üzerimizde nöbetteyiz. İşte bu yüzden bu kitapta sadece toplumu değil, aynı zamanda kendimizi de konuşuyoruz.
Albayrak: Bu kitabın ne diyeceği en başından beri merak konusuydu. Politik pozisyonu ne? Nerede duruyor? Ne iddia ediyor? Biz de tam bu merakı diri tutacak, başlığından itibaren okurun algısını yerinden edecek bir ifade seçtik: Cinsiyet nöbeti. Öyle bir kavram ki, ilk bakışta neye işaret ettiği anlaşılmıyor. Başlıkta kendini hemen ele vermeyen bir ifadeyle karşılaşmak, okuru kitabı okumaya ve anlamaya yönlendiriyor.
Nöbet, bir yandan “geçirilen” bir şeydir; istemsiz, sarsıcı, dayatılmış bir hâl. Ama aynı zamanda “tutulan” bir şeydir; uyanık kalmak, tetikte olmak ve belki de direnmek. Bu çift yönlü anlam, Türkiye’de cinsiyet meselesini konuşurken içine düştüğümüz gerilimi çok iyi yansıtıyor. Ne tam anlamıyla edilgeniz ne de tamamen fail. Arada bir yerde, hem kırılgan hem dirençli, hem yorulmuş hem de uyanık. Bu nedenle başlık olarak sadece makul değil; aynı zamanda teorik ve politik olarak da isabetli bir tercihti.

Kitabın alt başlığında “Cumhuriyet’in Yüzüncü Yılında Toplumsal Cinsiyet Tartışmaları” ifadesi yer alıyor. Hem “toplumsal cinsiyet” kavramını bu şekilde açıkça kullanmayı, hem de yüzüncü yıl vurgusunu yapmayı özellikle mi tercih ettiniz?
Danış: Evet, her iki ifadeyi de özellikle ve düşünerek seçtik. “Toplumsal cinsiyet” kavramı, son yıllarda farklı çevrelerde farklı şekillerde alımlanıyor. Kimi zaman fazlasıyla dar bir anlama indirgenebiliyor ya da tek bir bakış açısıyla ilişkilendirilebiliyor. Oysa biz bu kavramı, çok daha geniş bir tartışma alanını açmak için kullandık. Kadın ve erkek olma hâlinin sadece bireysel bir deneyim değil, aynı zamanda toplumsal yapılar, roller, beklentiler ve kültürel kodlarla şekillendiği gerçeğine dikkat çekmek istedik. Bu kitapta da tam olarak bu meseleleri, farklı konumlanışlardan gelen kadınların ortak bir zeminde konuşabildiği bir tartışma alanına dönüştürmeye çalıştık.
Yüzüncü yıl vurgusu ise hem bir toplumsal hafıza çağrısı, hem de yeni bir değerlendirme imkânıydı bizim için. Cumhuriyet’in kadınlara vaat ettikleriyle, bu vaatlerin nasıl karşılık bulduğunu yeniden düşünmek, belki bazı ezberleri gözden geçirmek istedik. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana kadınlara dair birçok şey söylendi, vaatlerde bulunuldu, reformlar yapıldı. Ama bu reformlarla birlikte kadınların yaşamlarına yön veren başka türden “nöbetler” de tutuldu. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana kadınlara çeşitli haklar tanındı ama bu süreç aynı zamanda kadınların hayatına dair çok katmanlı bir denetim mekanizmasını da beraberinde getirdi. Kadınlar hem kamusal alanda hem özel hayatta pek çok gözün gözetimine maruz kaldı. Kadınlar yalnızca desteklenmedi, aynı zamanda şekillendirildi, yönlendirildi, temsil ettirildi. Dolayısıyla yüzüncü yılı sadece bir kutlama olarak değil, nöbetin kim tarafından, kimin üzerinde tutulduğunu yeniden düşünme fırsatı olarak ele almak istedik.
Albayrak: Bu tercih, sadece güncele dair bir çerçeve vermekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal bellekte yer etmiş kimi tarihsel varsayımlara da doğrudan bir müdahaleyi içeriyor. Türkiye’de özgürlüklerin, eşitlik arayışlarının ve kadın hareketinin sanki Cumhuriyet’le birdenbire başlamış gibi kodlanması, oldukça yerleşik bir anlatı. Oysa kadınların eşitlik mücadelesi, çok daha geriye, ev içi direnişlerde, mahalle içinde, kamusal alanın dışında ya da kıyısında yürütülen sayısız gündelik ve siyasal eylemliliğe uzanıyor. Bu mücadelelerin çoğu feminist literatüre girmemiş olabilir ama yok saymak da kadın hareketine büyük bir haksızlık olur.
Dolayısıyla bu kitabın alt başlığı, hem Cumhuriyet’in kadınlara sağladığı kazanımları küçümsemeyen bir saygı duruşu, hem de Cumhuriyet’i kadın özgürlüklerinin sıfır noktası olarak gören indirgemeci yaklaşımlara karşı açık bir düzeltme girişimidir. Tarih yazımıyla hesaplaşmadan eşitlik mücadelemizi anlamak mümkün değil. Biz bu nöbetin, bu yüzleşmenin tam da yüzüncü yılda gözümüze bu kadar sert çarpmasını tesadüf değil, tarihsel bir zorunluluk olarak okuyoruz.
“Cinsiyet Nöbeti”, toplumsal cinsiyet literatüründe yazılmış diğer eserlerden farklı olarak neyi ortaya koyuyor?
Danış: Toplumsal cinsiyet literatürü, özellikle son otuz yılda oldukça zenginleşti ve kuramsal çeşitliliğiyle dikkat çeken çok sayıda önemli eser üretildi. Cinsiyet Nöbeti’ni bu literatür içinde özgün kılan şey ise, toplumsal cinsiyet meselesini tekil bir kuramsal pozisyondan değil, çoklu düşünsel geleneklerden beslenen bir kolektif çabayla tartışmaya açmasıdır.
Kitap, dini referansı olan çevrelerden gelen kadınlarla, feminist kuramla düşünen ve yazan isimlerin; sivil toplumda, akademide ve siyasette aktif farklı kadınların ortak emeğiyle ortaya çıktı. Bu çeşitlilik, yalnızca temsil düzeyinde değil, kuramsal tartışma biçimlerinde de kendini gösteriyor. Toplumsal cinsiyet, eşitlik ve adalet kavramları etrafında yapılan tartışmalar, farklı epistemolojik zeminlerden konuşan kadınların karşılaşmasını mümkün kıldı.
Bu karşılaşmalar, çoğu zaman akademik metinlerde rastlanmayan türden bir diyalog ve yüzleşme imkânı yarattı. Kavramların yeniden tanımlandığı, kimi zaman yerleşik kabullerin sorgulandığı, hatta ortaklıkların yeniden keşfedildiği bir düşünsel alan açıldı.
Ayrıca bu kitap yalnızca metinsel üretime dayalı bir çalışma değil; beş ay boyunca süren çevrimiçi tartışmaların, karşılıklı dinlemelerin ve kolektif müzakere süreçlerinin bir ürünü. Bu da metne sadece kuramsal değil, aynı zamanda deneyimlenmiş, hissedilmiş ve pratiğe dayanarak şekillenmiş bir karakter kazandırıyor. Bu açıdan bakıldığında Cinsiyet Nöbeti, teori ile deneyimin kesişim noktasında konumlanan, diyaloğu merkezine alan çoğulcu bir tartışma zemini öneriyor.
Albayrak: Türkiye’de feminist düşüncenin üretim alanı, tarihsel olarak hem daraltılmış hem de sürekli yeniden genişletilmek zorunda kalmış bir mücadele sahası. Bu anlamda, mevcut literatür hem akademik üretimin sınırlarını hem de bu sınırların nasıl aşıldığını gösteren değerli örneklerle dolu. Ancak Cinsiyet Nöbeti’ni özgün kılan şey, Zeynep hocamın da altını çizdiği gibi, farklı ideolojik, sosyo-kültürel ve politik zeminlerden gelen akademisyenlerin, entelektüellerin ve sivil aktörlerin bu kadar yoğun bir kutuplaşma ikliminde mümkün kıldığı çoğulculuk ve karşılaşma imkânıdır.
Katılmalarını arzu ettiğimiz birçok değerli akademisyenle de burada bir araya gelmek isterdim. Davetlerimizi ilettik, metinlerde yer almalarını arzu ettik ancak Türkiye’nin güncel entelektüel konjonktürü ve politik gerilimi bazı buluşmaları şu an için imkânsız kıldı. Umuyorum ki, bu kitap vesilesiyle kurulan zemin, bir gün o mesafeleri de aşabilecek kadar kapsayıcı ve güvenli bir tartışma alanına dönüşür.

Peki bu çeşitliliğin bir aradalığını sağlayan ortak sorunsallar neler? Hangi ilkeler, ortaklaşma zeminini mümkün kıldı?
Danış: Farklı düşünsel geleneklerden gelen kadınların bir aradalığı hâlâ şaşkınlıkla karşılanabiliyor. Oysa erkeklerin farklı siyasi çizgilerden gelip herhangi bir konuda —ekonomi, güvenlik, dış politika ya da spor— birlikte düşünebilmeleri çok da sorgulanmıyor. Kadınlar ise, doğrudan hayatlarına dokunan, bedenlerine, yaşam haklarına, güvenliklerine ilişkin bir meselede bile birlikte düşündüklerinde, bu çoğu zaman bir tehdit ya da siyasi tehlike olarak görülebiliyor. Bu kitapta bir araya gelen kadınlar, tam da bu algıyı sorgulayan bir zeminde buluştu diyebilirim. Ortaklaştığımız en temel sorunsal, cinsiyet temelli eşitsizliğin hayatın her alanında yeniden ve yeniden üretilmesi oldu. Bu eşitsizlik kimi zaman hukuki bir hakka erişimde, kimi zaman kamusal alandaki temsilde, kimi zaman da çok daha gündelik düzeyde, mesela bir kadının sokakta yürürken hissettiği güvensizlikte karşımıza çıkıyor.
Bizi bir arada tutan ilkelere gelince… Belki çok temel ve aslında bir araya gelme ihtiyacını doğuran ilkelerdi bunlar: saygı, dinleme, kendini yeniden düşünmeye açıklık ve adaleti herkes için istemek. Kimse kimseye dönüşmesini beklemedi ama herkes birbirine temas etti. Bence bu, hem entelektüel hem de insani olarak çok kıymetli bir şey.
Albayrak: Bence bir araya gelmenin en gerçekçi ve anlamlı zemini, iktidarın sadece bir merkez ya da rejimden ibaret olmadığını; aksine, farklı dönemlerde, farklı biçim ve aygıtlarla yeniden üretildiğini görebilmektir. Foucault’nun da vurguladığı gibi, iktidar yalnızca baskı uygulamaz; aynı zamanda normları, doğruları ve düşünmenin sınırlarını şekillendirir.
Bir araya gelmiş olmak, tam anlamıyla düşünsel bir ortaklık kurmak anlamına gelmeyebilir. Aynı şekilde, bir arada olmamız aynı politik düzlemde durduğumuzu da salık vermez. Cinsiyet Nöbeti’ndeki metinlerde ortak olan şey, tek bir pozisyon değil; gücün hangi biçimlerde çalıştığını, hangi araçlarla sınırlar çizdiğini sorgulama imkânına açık olunması. Ortaklık burada politik bir uzlaşmadan değil, tartışmanın önünü açan entelektüel eleştirel tutumdan doğuyor.

Kitapla birlikte “küçük bir devinim” yaratma niyetinden bahsediyorsunuz. Bu devinimin sınırlarını ve hedefini nasıl tanımlıyorsunuz?
Danış: “Küçük bir devinim” ifadesini kullanırken, aslında hem ölçülü hem de umutlu olmak istedik. Büyük iddialardan değil, gerçek bir etki potansiyeli olan küçük bir başlangıçtan bahsediyoruz burada. Bu kitap, sadece teorik tartışmaları bir araya getirmek için değil, bu tartışmaların dilini, zeminini ve karşılaşma biçimlerini değiştirmek için de ortaya çıktı.
Biz bu devinimi öncelikle düşünsel bir açılım olarak görüyoruz, evet. Çünkü fikir değişmeden hiçbir şey değişmiyor. Dolayısıyla kitabın, birbirini dinlemeye istekli kadınlar arasında yeni bir bağ kurabileceğine, farklılıklarıyla birlikte düşünebilecek zeminleri çoğaltabileceğine inanıyoruz.
Bu devinimin sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş değil — bilerek öyle. Çünkü hareketin kendisi, katılanların niyetiyle ve katkısıyla biçimlenecek. Ama hedefimiz net: eşitlik ve adalet arayışında kutuplaşmadan, dışlamadan, birbirimizi iptal etmeden birlikte konuşabilmenin yollarını genişletmek. Kitap, bir son değil, bir başlangıç gibi. Belki yeni karşılaşmaların, yeni tartışmaların, hatta yeni dostlukların habercisi.
Albayrak: Bu devinimi yalnızca düşünsel bir açılım olarak görmek istemem; çünkü düşüncenin kendisi zaten politik olanı biçimlendiren en güçlü alan. Ama bir yandan da fikir beyanı ile eylem arasına kalın duvarlar örülmüş durumda. Biz o duvara çarpa çarpa konuşuyoruz. Eğer bu kitap bir hareketin başlangıcı olacaksa, bu hareket önce o duvarı görünür kılmakla başlamalı. Dolayısıyla devinimin sınırlarını çizmek yerine, bize dayatılan sınırları açığa çıkarmakla ilgileniyorum.
Ayrıca düşüncenin be devinimin “steril” bir alana itilmesi yalnızca söylemle değil, bu düşüncenin dolaşıma girdiği yapılarla da yakından ilişkili. Kitap boyunca zihnimi en çok meşgul eden sorulardan biri de buydu: İktidar biçimlerine yanıtlarımızı yine o iktidarın aygıtlarıyla mı veriyoruz? Düşüncelerimizi taşıyan yayın mecralarının, yayınevlerinin, üretim sürecindeki tüm aktörlerin ne kadar kadın haklarına duyarlı, ne kadar eşitlikçi, ne kadar emek süreçlerine saygılı olduğu sorusu göz ardı edilemez.
Bir kitabın yalnızca içeriği değil, nasıl üretildiği de politik bir meseledir. O üretim sürecinde herhangi bir hak ihlali yaşandı mı? Bu kitap için emek veren herkesin emeği tanındı mı? Yayıncıların, karar vericilerin kadınların sınırlarına ve haklarına ne kadar saygılı olduğu konuşulmadan gerçek bir eşitlikten, gerçek bir devinimden söz edemeyiz. Tüm bu sorular, tartışmanın dışında değil, tam da merkezinde yer almalı. Umarım bu sorularla hesaplaşmayı biliriz.
Kitaba gelen ilk tepkiler nasıldı? İlerleyen süreçte hangi türden tepkileri öngörüyorsunuz?
Danış: İlk tepkiler bizi gerçekten cesaretlendirdi. Kitabı eline alan pek çok kişi, “Böyle bir buluşma gerçekten mümkün müydü?” diye sordu. Çünkü farklı düşünsel geleneklerden gelen kadınların bu kadar açık, dürüst ve saygılı biçimde bir araya gelerek konuşabilmesi hâlâ birçok insan için şaşırtıcı. Tam da bu yüzden, kitabın aslında görünür olmayan ama çok derinden hissedilen bir ihtiyaca temas ettiğini gördük.
Tabii ilerleyen süreçte farklı türden tepkilerle karşılaşacağımızı da öngörüyoruz. Özellikle sosyal medyada sıkça rastlanan “Peki ama tam olarak ne diyorsunuz?”, “Bir cümlede özetler misiniz?”, “Şu konuda net tavrınız ne?” gibi talepler kaçınılmaz. Bu, artık meselenin doğasında var. Ayrıca, kendi birikimini kutuplaşma üzerinden inşa eden bazı çevrelerin bu birliktelikte başka anlamlar aramaları, “büyük fotoğraf”lar görmeye çalışmaları da muhtemel. Bu tür refleksler, ne yazık ki kadın çalışmalarının farklı dönemlerde ve coğrafyalarda hep karşılaştığı klasik tepkilerden biri.
Ama şunu unutmamak gerek: Bu kitap da, yazarları da sadece konfor alanlarında dolaşmıyor. Tam da bu nedenle bazen rahatsız edici oluyor, bazen sorgulatıyor ama çoğu zaman yeni düşünme yolları açıyor. Ve bizim için bu, çok kıymetli. Bu kitabın ardından yeni tartışmaların, belki de yeni karşılaşmaların, yeni dostlukların doğacağına inanıyoruz. Hedefimiz de tam olarak bu: Konuşmaya devam edebilmek.