Kahramanmaraş merkezli iki büyük depremin ardından enkaz kaldırma çalışmaları daha başlamamışken enkaz ve yıkıntı atığının kaldırılması ve sürecin yürütülmesi konusundaki öneri ve uyarılarını sosyal medyadan kamuoyu ile paylaşan Prof. Mustafa Öztürk’le konuştuk.
Gözlemlerinize göre deprem sonrasında ivedilikle yapılması gerekenler yapıldı mı?
Afet sonucu bölgede oluşan atık miktarının yüz milyon tonla iki yüz milyon ton arasında olduğunu söylemiştim. Bunu düzeltiyorum, deprem bölgesinde iki yüz milyon tonun üzerinde, hatta üç yüz milyon tona yakın afet sonucu yıkıntı atığı oluşmuştur. Yıkıntı atığı dediğimizde içinde neler var; molozlar var, pencere var, camlar var, buzdolabı, çamaşır makinesi var. Asbest var. Deprem sonucu kullanılamayacak hâle gelen ne kadar madde varsa bunlara biz yıkıntı atığı diyoruz. Bu atıklar iki noktadan hesaplanır, bir nüfusa göre, ikincisi yıkılan binaya göre. Üç yüz milyon ton dememin sebebi; iki yüz otuz bin civarında bina yıkıntısı var, iki yüz otuz bin bina yıkıntısına baktığımız zaman, ortalama üç yüz milyon ton civarı atık oluştuğunu görüyoruz. Bu atıklar içerisinde eğer asbest ve benzeri tehlikeli maddeler varsa tehlikeli atıklar sınıfına girer.
Büyük bir afet sonucu değil de normal bir yıkımda önce seçici yıkım yaparız. Ne demek seçici yıkım; bir binayı yıkarken önce binanın penceresini, camlarını, kapılarını, radyatörlerini sökeriz, bir kenara koyarız. Sonra binayı yıkarız ama burada afet olduğu için, binaların çoğu riskli olduğu için seçici yıkım yapmak mümkün değil. Öncelikle enkazları, molozları ve diğer yıkıntı atıklarını yerinden kaldırmak lâzım. İlk etapta yapılması gereken buydu, sonrasında yollar açılmalıydı. İkincisi ağır hasarlı binalar yıkılır ve onun malzemeleri kaldırılır.
Üçüncü olarak; insanların bankalara yatırmayıp evlerinde biriktirdikleri döviz, altın ve benzeri mücevheratı, değerli yatırımları var. Enkaz kaldırma çalışmaları yapan kişilerin yeddi emin, güvenilir insanlar olması gerekiyor ve sonraki süreçte bu insanların gelir giderleri takip edilmeli. Çünkü özellikle Yalova depreminden sonra bu şekilde anormal zenginleşen insanlar var. Bu sistem ciddiyet ister, hemen kaldıralım, hemen götürelim gibi çalışılmaz. Burada akıllı, sağlıklı müzakere ederek çalışacaksın ve sağlıklı yöneteceksin. Bu konuda en iyi uygulamayı yapan Japonya’dır. Yeni Zelanda, İtalya, Amerika gibi ülkeler bu işleri akıllı ve sağlıklı yönetiyorlar.
Deprem olduktan sonra ilk yapılacak işlemlerden biri de atık geri dönüşüm tesisleri kurmaktır. Basit bir örnek vereyim, atığın depolanacağı günlük beş yüz ton kapasiteli alanlar oluşturulmalıydı; bu alanlar su toplama havzası, göl, göletler olamaz ve hâkim rüzgâr yönündeki yerleşim bölgeleri olamaz. Buralara yasaklı bölgeler diyoruz. Yani sanayi tesisleri de olamaz, oradaki hayatı da sıfırlar. Çünkü bina yıkıntılarında oluşan tozlar rüzgâr estiğinde o bölgedeki yaşamı sıfırlar. Başka bir afet oluşmasın diye bu maddeler yerinden kaldırılır.
Mesela sulak alanlar, doğadaki en önemli yerlerden biri. Özellikle altını çizerek söylüyorum, yutak alanları dediğimiz, karbondioksiti havadan alıp suya veren ve ormanlardan daha fazla filtre eden çok ciddi sulak alanlarımız var. Atıklar bu sulak alanlara verilmemeliydi ama maalesef Hatay’da ve başka yerlerde verildi. Ben bu verileri, bu raporu tüm ilgili otoritelere, paydaşlara ulaştırdım. Bizim gönderdiğimiz raporlar ilgili arkadaşlarımız tarafından nasıl yönetiliyor, nasıl karar veriliyor onu bilmiyorum.
Daha önce de Çevre Bakanlığında çalışmış, deneyimli bir müsteşar olarak ilgililerine gönderdiğiniz raporlar “Nasıl yapalım ya da biz şu sistem üzerinde çalışıyoruz” gibi bir karşılık buldu mu?
Benim şöyle bir özelliğim var; bilgiyi önce ilgili idari birimlerle paylaşırım, sonra da kamuoyuyla paylaşırım, alırlar, kullanırlar orası çok ilgilendirmez. Beni kamuoyunun tepkisi ilgilendirir. Ben bir kere müsteşar değilim artık, bir emekliyim. Bu sahaları bilen uzman biriyim, iyi bildiğimi de iddia eden biriyim. Dolayısıyla bu konular çözülebilirdi ama, maalesef…
Şimdi bunun altını çizerek söylüyorum; şu anda ana yollardaki hasarı görüyoruz, ara sokaklarda yıkılan binalar çok daha fazla ve çok daha fazla yıkıntı atığı var. Kiremitler, tuğlalar meselâ çok önemli hammaddeler; bunlar doğru yönetilseydi şimdi kıymetli bir hammadde stoğumuz olurdu. Biz hemen bina yapmaya başladık ama önce ne yapacaktık, elimizdeki enkazı kaldıracaktık çünkü çok büyük bir afet var.
Bu arada bir çalışma daha yaptım, içme suyu nasıl olmalı, atık su nasıl olmalı onu da ayrıca konuşuruz.
Şimdi yıkıntı atığı bir yere getirildi, elle ayıklama yapılacak; tahtalar, demirler, bakırlar, radyatörler, buzdolapları, çamaşır makinesi, aklınıza gelen değerli ne kadar malzeme varsa dönüşüm tesisinde ayıklanır ve geri kazanılır. Çünkü yarın kıymetli madde olarak karşımıza çıkacak önemli maddelerden bazıları bunlar. Ondan sonra moloz dediğimiz, betonarme dediğimiz, çoğu çökse de betonla çeliğin iç içe girdiği kısım var; parçalayıcı (shredder) dediğimiz makineyle parçalanır, demiri alınır. Kıymetli bir maddedir demir; belki milyarlarca lira değerinde böyle kıymetli maddeler var. Bunlar gelişi güzel sağa sola atılamaz. Parçalayıcıdan çıkan demirin haricinde iki madde daha var: Bir, yeni bir beton yapımında kullanılacak agrega var (beton, harç ve benzeri yapımında çimento ve suyla kullanılan kum, çakıl, kırma taş gibi taneli farklı mineral yapıya sahip inorganik malzemeler). İki, toz halinde, istenirse çok sağlıklı bir şekilde ham maddeye dönüştürülebilir, geri dönüştürülebilir malzeme var.
Hatta daha ileri gideyim, bazı yerlerde beton yapımında dahi bunları kullanabiliyorsunuz ama etüdünü yapmadan olmaz. Bu malzemeleri ayrıca çöp depolama alanlarında günlük örtü malzemesi olarak kullanabilirsiniz. Geri kazanamadığın atıkları oralarda depolarsın, üstünü sürekli ıslak tutacaksınız veya çok büyük bir alan olsa da brandayla örteceksiniz.
Yıkıntı atıkları aslında atık değil mi?
Sıfır atık işte burada uygulanabilirdi. Herkes boş boş konuşuyor, sıfır atık diyor, şov yapıyorlar. Bir tane değil, on tane şehirde mesela Maraş’ta, Adıyaman’da, Adana’da, Gaziantep’te bu alt yapı kurulabilirdi. Yıkıntı atığı geri dönüşüm tesislerinin kurulacağı alanlar o bölgelerde bol vardır.
İçme suyu borularının yapıldığı, kanalizasyon sisteminin altına döşendiği bir yatak var. Bu kanalizasyon sistemleri, içme suyu sistemi ciddi hasar gördü. Buralar tamir edilirken sert yataklar yapmak lazım. Bu toz haline getirilmiş maddeler buralarda yatak olarak kullanılabilirdi. Ayrıca bu malzemeler agregalarda, çimento, hazır beton üretiminde kullanılabilirdi. Diğerleri zaten dediğim gibi çok değerli maddeler, radyatörler demirler, bakırlar, alüminyumlar, tahtalar, suntalar vesaire; bunlar da geri kazanılırdı. Bunlar çok değerli hammadde olarak değerlendirilirdi. Ama biz neyi seçtik, kolayı seçtik, çevreyi kirletmeyi seçtik. Ne yaptık; bir yere dökmeyi tercih ettik. Dökerken de aşağıda sulak alan var mı, içme suyu göletleri var mı, aşağıda tarım alanları var mı? Bunları hiç göz önüne almadık.
Haberlerden gördüğüm kadarıyla sulak alanlara dökülen atıklar var.
Evet, ilk suyun kenarına boşaltılmış Hatay’da, sonradan kaldırıldı ama şimdi de denize yirmi metre mesafede bir alana dökülüyor. Tekrar ediyorum, yıkıntı atıklarını sulak alana dökemezsiniz; göl, göletlerin çevresine dökemezsiniz. Niye; buradaki maddeler yağmur suyuyla taşındığı zaman tarım alanlarını betonlaştırır. Yağmur yağdığı zaman buradan bir miktar madde kayar ve buradaki tarım alanlarını sıfırlar, tarım alanlarını öldürür. Özellikle söyleyeyim oradaki ekolojik dengeyi yok eder. Karşımızda böyle devasa üç yüz milyon tona yakın bir madde var. Bu doğru yönetilmeliydi.
Anladığım kadarıyla şu ana kadar yapılan enkaz/atık kaldırma sürecinin doğru yönetilmediğini düşünüyorsunuz.
Aynen öyle diyorum.
Bu aşamadan sonra sürecin düzgün yönetilebilmesi için yapılması gerekenler nedir?
Şimdi, bir yere hasar verirken bir kat zarar verirsiniz ama o hasarı kaldırmak için on kat maliyet çıkarırsınız. O bölgeye verdiğiniz hasarı kaldırmanın maliyeti, milyarlarca dolar eder. Bunun altını çizerek söylüyorum; doğru yönetmezseniz bu tip atıklar tehlikeliyi de geçtik, verdiğin yeri oksijensiz hâle getirir, karbonsuz hâle getirir ve tarım toprağının, suların içerisindeki tüm görünmeyen mikroorganizmaları anında öldürür. Bu aşamadan sonra geri kazanmaya kalktığınızda onlarca yıl harcamanız gerekir. Bölgede, afet öncesi çıkan yıllık evsel atık miktarı altı buçuk milyon ton. Ama bir anda depremlerle birlikte üç yüz milyon tona yakın bir yıkıntı atığı veya moloz oluştu. Yaklaşık üç yüz milyon ton atığı kaldırmak öyle oyuncak değil.
Bu atıkların döküldüğü yerlerde önümüzdeki süreçlerde yaşanabilecek en büyük sorunlardan biri, oluşacak ciddi bir hava kirliliği; rüzgâr estiğinde kalkan tozlar hâkim rüzgâr yönüne göre, bölgede yaşayanların, çalışanların soluduğu havayı kirletir; toprağa dökülür, toprağın kimyasını bozar, kimyasını öldürür. Dolayısıyla akılsız yönetim sonucu ülkeye bu kadar maliyet getirmemeliydi, müzakere edilmeli, tartışılmalıydı. Bunlar küçük belediyeler de değil, büyükşehir belediyeleri. Kilis’i, Osmaniye’yi anlarım ama bir Gaziantep, bir Kahramanmaraş, Urfa, Adana, Hatay gibi şehirlerin yönetimlerinin böyle çalışmaması gerekirdi ama maalesef! Bundan sonra… Zaten atıkların henüz yüzde yirmisi kaldırıldı, onların döküldüğü alanlarda sorun devam eder ama kalan yüzde seksen yıkıntı atığının kaldırılması doğru yönetilirse belki çözüm olur.
Afet sonrası su şebekelerinin nasıl etkilendiğini ve iyileştirme, sağlıklı suyun sağlanma sürecini konuşabilir miyiz?
Bir zamanlar İstanbul’da bir ilçenin adı Sağmalcılar’dı biliyor musunuz, sonradan Bayrampaşa oldu. Sağmalcılar’da bir içme suyu kulesi vardı; bu kuleye yanlışlıkla atık su bağlantısı yapılmış. Yaklaşık elli kişinin üzerinde insan öldü. On bine yakın insan aniden hastalandı. Ama hemen değil birkaç gün sonra hastalanıyor insanlar. Ortaya çıkınca ayıbı kapatmak için de Sağmalcılar’ın adı Bayrampaşa olarak değiştirildi.
Bir kere afetin yüzeye vurduğunu görüyoruz, evler, binalar yıkıldı; afet bir de yerin altına vurur ve içme suyu sistemine, kanalizasyon sistemine ciddi hasar verir. Japonlar içme suyu altyapı sistemleriyle övünüyor. Bir kere içme suyu boruları dokuz şiddetindeki depreme dahi dayanıklı olmalıdır. Altını çizerek söylüyorum, yataklar sert olacak, sıvılaşmadan, kaymadan etkilenmeyecek. Biraz önce söylediğim yıkıntı atıklarından çıkan tozları iyice sıkıştırarak buralarda kullanırsan; sokakta bulduğun müteahhide değil de işi uzmanına, ehline güvenle yaptırırsan… İşi bizim adamımız demeyle yaptırırsanız o iş çürük oluyor, sağlıksız oluyor.
Hele kanalizasyon sistemi, boruları döşe, üstünü kapat gibi çok basit bir mantıkla yapıldığı için hasarın boyutu artar. Kanalizasyon sisteminde pompaların olduğu yerde terfi merkezleri vardır: Atık su bir yere gelir, oradan pompayla atık su arıtma merkezine gönderilir. İçme suyunda da biliyorsunuz su kulelerinden şehrin şebekesine dağıtılır. Şebeke suyunun en uç noktasında, bakiye klor dediğimiz dezenfektan maddesi bir litre suda sıfır beş miligramdan yukarıda, mikrobiyolojik bakteri sıfır olmak zorunda. Bakiye klor oranı hemen orada analizi yapılır, oran tespit edilir. Mikrobiyolojik bakteri oranı da laboratuvarda belirlenir ve gereği yapılır. İçme suyu şebekesinde sağlıklı bir içme suyu temin edilene kadar vatandaşa şebeke suyu kullandırılamaz. Aksi halde salgın hastalıkların yayılmasına neden olabilir.
Belediyelerin tankerleri yoksa çevredeki Konya, Antalya, Mersin, az hasar gören Adana gibi illerden ve hatta tanker sahiplerinden kiralanarak dezenfekte edilip yerleşim bölgelerine sürekli içme suyu sağlanır. Temel kriter beş yüz metre yürüyüş mesafesinde her vatandaş içme suyunu temin edebilmeli ve kolaylıkla alabilmeli. Burada bir tane musluk değil, bir tankerde en az beş tane musluk olacak. Vatandaş sıraya girmeden, gece gündüz demeden suyunu alabilmeli. Vatandaş, çadırlarda kalanlar da dahil her aile günde iki yüz litre su tüketir. O zaman ne olur; çöken kanalizasyonda atık su birikmesi olur. Atık su birikmesinden dolayı korkunç hidrojen sülfür ve benzeri koku kirliliği oluşur. Hidrojen sülfürün zerresi dahi sizi öldürür. Bundan dolayı hem içme suyu hem atık su olaya entegre bakacaksınız.
Şimdi diyorlar ki “şebekeye su verin…” Kardeşim içme suyu şebeke sistemi kontrol edilmeden su verilmez, verildi. Diyelim ki şebeke sağlam, kanalizasyon sistemi de sağlam olmadığı müddetçe gene şebekeye su verilmez. Peki o arada ne yapacağız; içme suyu, atık su sistemi tamir edilecek, bakımı onarımı yapılacak. Bu arada birincisi her bir vatandaşın günde on beş litre içme suyuna ihtiyacı var. Bu suyu ona kesinlikle vereceksiniz. Her aileye en az iki tane yirmi litrelik bidon vereceksiniz. Şehrin muhtelif yerine bir km çap içerisinde dezenfekte edilmiş su tankerleri getireceksiniz. Pet şişelerle su verilmez, çok çağ dışı bir metot. Çevreyi başka türlü kirletiyorsunuz.
Artık bu deprem olan yerlerde de depreme dirençli yeraltı suyu depoları yapacaksınız. Japonlar bunu yapmış, Tokyo’nun göbeğinde iki yüzün üzerinde içme suyu tankları var, tankerler suyu getirip oraya boşaltıyor. Vatandaşlar da oradan çekçekleriyle suyu alıyor. Yirmi litreyi taşıması biraz zor olur diyor, vatandaşa çekçek de veriyor. Peki hocam tuvalet suyu ne olacak? Şimdi çadırlara tuvalet yapılıyor. Allah aşkına çadırlarda tuvaletlerde kullanma suyu vermezsen insanlar hasta olur. O zaman tuvaletlerde aşağıda biriken atık suyun toplanması için seyyar tankerlerle sistemler oluşturuluyor. Kirli su oradan alınıyor, ilgili yerlere taşınıyor.
Üçüncü olay; insanlar yıkanmalı. Hele depremde yıkanma şartlarını çözeceksiniz; seyyar içme suyu, seyyar tuvalet suyu verme ve taşıma ve seyyar yıkanma. Bizim gibi muhafazakâr bir ülkede daha dikkatli, daha mahremiyete uygun oluşturacaksınız. Dördüncü olay da çamaşırhanelerin kurularak temizlik imkânlarını oluşturacaksın. Anladığım kadarıyla bazı büyük firmaların da katkılarıyla çamaşırhaneler önemli miktarda temin edildi. Ama hâlâ yıkanmayan insanlar var. Bu kirli elbiselerle insanların durması ve yıkanmaması insan sağlığını olumsuz etkiler.
Akıllı yönetim diyorum. Liyakat sahibi insanlarla bu işin yapılması afetleri minimize edebilirdi. 2014’te Yeni Zelanda’ya arkadaşları gönderdim. Meselâ Yeni Zelanda yenileme yapıyor; adamlar önce sağlam zemin arıyorlar. Filan emretti, dağa yapalım yok öyle bir şey. Dağ dahi sağlam olmayabilir, ben bilemem. Bunun çeşitli çalışmaları var; zemin etütleri, incelemesi yapılır, zemin belirlenir, güçlü, sağlam binalar inşa edilir. Meselâ biraz önce İslahiyeli, Cerrahpaşa’da profesör bir arkadaşım diyor ki bizim bir, iki katlı binalarımız sapasağlam. O zeminlere bakın, çok eski binaların yıkılmadığı zeminlerin ne kadar sağlam olduğuna bakın. İşi aceleye getirmemek, sağlıklı bakmak, sağlıklı düşünmek lâzım.
Ben Hataylıyım, bizim bölgede binalar iki, üç katlı olduğu için deprem diğer yerlere oranla daha az hasar meydana getirdi. Ama Samandağı, Defne… Hatay’ın içi çöktü zaten. Düşünebiliyor musunuz; zamanında Asi nehrinin iki yakasına elli metre mesafede yerleşim yasaklanmış, “bu elli metrenin içinde yerleşim yasak!” denmiş. İşte yargılanacaksa bu yasağı delenler yargılanmalı! Maraş’ta bugün tarım alanını yerleşime açan o belediye başkanları, o imzayı atan mühendisler… “Ben efendim memurdum, ekmek parası.” Yok kardeşim, onu bunu bilmem. Onun için bunlara menfaat odaklı değil, teknolojik odaklı, bilim odaklı, akıl odaklı yaklaşmamız lâzım.
Müsteşarken bana da geldiler, çeşitli iş adamları, hocalar, profesörler geldiler, filan yeri açalım dediler. Çağırdım işi bilen arkadaşları, araziyi incelemeye gönderdim. İki ay inceleyip geldiler dediler ki “Efendim bu arazi heyelan alanı. Hatay’ın yüzde 52’si heyelan alanı.” Arkadaşım geldi, o da profesör. Bugünlerde televizyonlarda ahkam kesiyor, “Hocam nasıl olur!” diyor. Kardeşim, kusura bakmayın benden izin yok, işin uzmanı ben değilim. Bu arkadaşlar işi en iyi bilen jeoteknik, jeoloji uzmanları.
Türkiye bundan kurtulmalı. Siyasetçinin, belediye başkanının elinde imarla ilgili güç olmamalı. Sonuçlarını şimdi yaşıyoruz işte. Sadece içme suyu, kanalizasyon, doğalgaz, elektrik hatları için belki on milyar doların üzerinde bir masrafla karşılaşacağız. Yanlış sistemden, yanlış yönetim mantığından dolayı hasarın yüz milyar doların üzerinde etkisi olacağı kanaatindeyim. Ve bunu da Türkiye’deki hepimiz ödeyeceğiz.
Afet öncesinde İstanbul için neler yapılabilir; meselâ su tankerlerinin yeri şimdiden belirlenebilir mi?
İstanbul’da belirledik; İstanbul’da nerede yıkıntı atığı, nerede geri dönüşüm tesisleri kurulacak, altı bölge belirledik. Kadir Bey zamanında İBB’de görevliydim, davet etmişti. O çalışmayı yaptım ve bir rapor hazırladım. Şu anda da zaten İstanbul’da ne kadar atık çıkıyor biliyor musunuz; yılda kırk sekiz milyon ton yıkıntı atığı çıkıyor ama bunların çoğu metro yapımı vesaireden dolayı hafriyat, toprak vb. Yani burada altı adet su tankeri konulacak yerleri belirledik, bunların iki tanesi yapıldı ama diğerleri ne durumda ya da kurulan o iki tanesi şu an ne durumda bilmiyorum. Buna benzer çalışmalar, belirlemeler bütün deprem riski yaşayan illerde yapılmalı.
Binaların sağlamlığı benim uzmanlık alanım değil. İstanbul depremi sonrasında yıkıntı atıklarını nerelerde toplayabiliriz, nerelerde bu atıkları geri kazanırız, ne gibi geri kazanım tesisleri kurulması lâzım; yeri belirledik. Bu raporlar İBB’nin arşivinde de var. Rapor çalışmasında sadece moloza/yıkıntı atığına bakmadık. Yüzeyde yaklaşık elli cm kalınlığında çıkan bitkisel toprağın nasıl yönetileceği, aşağıda çıkan hafriyatın nasıl yönetileceği, sonra yıkılan yapıların sadece bina değil, diğer yapıların da nasıl yönetileceği, bu geri dönüşüm tesislerinde nelerin bulunması gerekiyor bunlara baktık.
Meselâ biz o zaman dedik ki İstanbul’a dışarıdan bitkisel toprak almayın, hâlihazırda çıkan bu toprakları değerlendirin. Bu analizler çok kolay, basitçe yapılan analizler. Hem toprağı kirletmeyin hem de İstanbul’da çıkan atığı değerlendirin. Çünkü kullanılabilir, bitkisel toprak beş yüz yılın sonunda kaliteli ve sağlıklı hâle geliyor. Onun içerisinde milyonlarca mikroorganizma var. O tarım toprağının içerisinde milyonlarca mikroorganizma var. Hayattır yani toprak! Toprağın olmazsa ölürsün.
Biz şimdi deprem bölgesinde toprağı öldürdük, betonlaştırdık. Toprağı betonlaştırırsanız yağmurla rüzgârla yavaş yavaş akar, çözülerek tarım arazilerine, sulak alanlara, denizlere, göllere, derelere karışır ve ciddi hasar verir. Hatta bir grubu da yeraltı suyuna kayar ama orada toprağın geçirgenliği önemli. Bu hafriyatlar geçirgenliği de azaltabilir, o bölgelerde yağmur suyunun da sele dönüşmesine katkı verebilir.
İstanbul’da zemin etüdünü çalışan bir hocamız on beş milyon ton yıkıntı atığı olacak diyor, alakası yok! İstanbul’da eğer altmış bin konut yıkılırsa minimum yüz milyon ton atık çıkacak. Arada dağlar kadar fark var. Nüfusa göre hesaplanmaz, burada hesabı binaya göre değerlendiriyoruz. İstanbul’da veya civarında Maraş’taki, Elbistan’daki şiddette bir deprem olursa Kocaeli’ndeki, Yalova’daki sanayi bölgelerinde ciddi hasarlar meydana gelir. O zaman ben Çevre Daire Başkanıydım İstanbul Büyükşehir’de, Tüpraş’ta yangın çıktı ve ciddi oranda petrol yayılmaya başladı. Petrolün yayılmasını önlemek için bariyerlerle derhal müdahale ettik. İlk defa size söylüyorum bunu o gün kimseye de sormadık, hiç kimseden de izin almadık gittik. Felaket yayılıyor, bizde imkân var, dedik. Hatta yağ sıkım makinelerinin bir kısmını da İzmir’den firmalardan satın aldık. Yağları aldık, kirliliğin yayılmasını önledik ve böylece Marmara’da kalıcı çevre faciasını önledik.
Son sözlerim şu olacak: Türkiye şunu kavramalı artık. “Benim adamım” yok burada, akıl var. Bizim bir AFAD’ımız var, bir de Kızılay’ımız. Akıl çalışacak, liyakat sahibi çalışacak. Yirmi birinci yüzyılda hâlâ “benim adamım”la çalışılmaz. Artık nerede hata yapıyorsak, nerede yanlış yapıyorsak her şeyimizi masaya yatırmamız lâzım. Meselâ Kahramanmaraş’ta yerleşimi açanların hepsi sorgulanmalı. Hepsi hesap vermeli. Bilmem ne partiliymiş, beni hiç ilgilendirmez. Kardeşim orası yerleşime açılsın talimatını veremezsin. Burada karar verecek kişiler zemin etüdünü yapan, işi bilen uzmanlar. “Efendim burası yerleşime açılamaz!” derse açılmaz. Talimatla iş yapılmaz, yaparsan çürük yaparsın. Müzakere her şeyi çözüyor. Tartışacaksın, karşı taraf sana karşı çıkacak, sen de savunmanı yapacaksın ama orta bir nokta bulunacak. Müzakere edilen yerlerde sağlıklı çözümler üretilir. Japonlar bir yıl tartışıyor, bir günde yapıyorlar. Bize hiç tartışmıyoruz, on yılda yapıyoruz, olmaz! Önce müzakere, sonra uygulama.
***
Prof. Dr. Mustafa Öztürk
23. dönem dönem Hatay milletvekili ve 2014-2018 Çevre ve Şehircilik Bakanlığı müsteşarı, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu üyesi.
İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi Kimya Mühendisliğinden mezun, doktorasını İTÜ Çevre Mühendisliği Bölümü’nde tamamladı. Yıldız Teknik Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümünde Anabilim Dalı Başkanlığı ve Çevre Mühendisliği Bölüm Başkan Yardımcılığı görevlerini yürüttü.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma ve Geliştirme Daire Başkanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Gayri Sıhhi Müesseseler Kurulu Başkanlığını yaptı. Çevre ve Orman Bakanlığı’nda Çevreden Sorumlu Müsteşar yardımcısı olarak görev aldı ve AB izleme çalışmalarında odak noktası olarak projelerinin kıdemli yürütücülüğünü üstlendi.