10 Ağustos 1920’de, yani bundan tam yüz yıl önce Paris’in bir banliyösünde Birinci Dünya Savaşı’nın mağlup devletlerinden Osmanlı Devleti’yle bir antlaşma imzalandı: Adı, Sevr Antlaşması’ydı.
Toplumsal Tarih dergisi bu ayki kapağını 100’üncü yılında Sevr Antlaşması’na ayırdı.
Kapak dosyasına Boğaziçi Üniversitesi’nden tarihçi Prof. Dr. Zafer Toprak “Mondros’tan Sevr’e, Sevr’den Lozan’a” adlı yazısıyla; İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nden Dr. Murat Aydoğdu ise “Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın Sevr Antlaşması’na Karşı Tutumuna Dair: Söylentiler ve Gerçekler” adlı makalesiyle katkı vermiş.
Dr. Aydoğdu’nun makalesi, Sevr Antlaşması’na karşı tutumu ile ilgili tartışmalar bulunan son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın 1935 yılında Perşembe adlı bir dergide yayımlanmış hatıralarına dayanıyor.
Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın hatıralarına göre Sevr Antlaşması’nın hikâyesi 11 Mayıs 1920’de başlıyor:
Antlaşma metni ilk olarak 11 Mayıs 1920’de Paris’in Quai d’Orsay Caddesi’nde bulunan Fransa Dışişleri Bakanlığı’nda Ahmet Tevfik Paşa başkanlığındaki heyete verilmişti.
Osmanlı’nın son sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa, Sevr Antlaşması’nı alıp Versay’da bulunan Reservoir Oteli’ndeki odasına çekilip inceledi. Antlaşma, şöyle diyordu:
Çatalca Osmanlı’da, Silivri Yunanistan’da; Adana Osmanlı’da, Antep, Urfa ve Mardin Suriye’de kalacaktı. İzmir ve çevresi resmen Osmanlı, fiilen Yunanistan egemenliğinde olacaktı. Beş yıl sonra İzmir ve çevresindeki Mahalli Parlamento, bölgenin Yunanistan’a katılmasını talep edebilecekti. Rusya sınırına dokunulmamıştı, ama kurulacak Ermenistan’a toprak verilecek ve bu sınırı ABD çizecekti. Antlaşmadan bir yıl sonra, eğer Kürtler ayrı bir devlet kurmak isterlerse, Osmanlı buna rıza gösterecekti. Boğazlar, ayrı bir bayrağı, bütçesi ve örgütü olan bir komisyon tarafından yönetilecek, Osmanlı jandarması işgal kuvvetlerine bağlanacaktı. Gayrimüslim cemaatlere okul veya sosyal, dini kuruluşlar açabilme hakkı tanınacak, Türkiye’nin tüm mali kararları, Müttefiklerin kuracağı bir komisyonla denetlenecekti. Osmanlı’nın ticaret filosunda yer alan gemilerden 1600 tondan fazla hacimli olanlar Müttefiklere teslim edilecek, Türkiye’de en fazla 700 padişah muhafızı, 35 bin jandarma ve 15 bin jandarma takviye gücünden oluşan bir ordu bulunabilecekti. Top gibi ağır silahlar yasaklanacak, yalnızca makineli tüfek kullanılabilecekti.
Ahmet Tevfik Paşa, bu şartların istiklal ve devlet mefhumuyla bağdaşmayacağını düşündü. Kendisini ertesi gün otelinde ziyaret eden aile dostu Hikmet (Nisan) Bey’e şunları söyledi:
“İşte oğlum, benim vazifem burada bitti. Bize verilen şerait, sulh şeraiti değil, memleketin idam fermanı. Bu fermanı bile bile imzalayacak vezirlerden değilim. Şurada üç günlük ömrüm varsa, onu vicdan azabı çekmeden ve namım lekelenmeden yaşamak ve ölmek isterim.”
Ahmet Tevfik Paşa, derhal İstanbul Hükümeti’ne antlaşmanın içeriğine dair bir telgraf çekti. Telgraf basında yayımlandı ve Osmanlı’nın tüm Müslüman toplumu bu antlaşmaya itiraz etti.
İstanbul Hükümeti, 22 Temmuz 1920’de toplanacak ve bir karar alacaktı. Toplantıdan iki gün önce Yunan birlikleri Tekirdağ, Ereğli ve Sultanköy’e denizden asker çıkarttı, Kral Alexander Averof zırhlısı ile Tekirdağ’a ulaştı. Arkalarında İngiliz savaş gemileri vardı.
Bu şartlarda Saltanat Şûrası, Yıldız Sarayı’nda toplandı. Ahmet Tevfik Paşa, o günü şöyle anlatıyor:
“Sultan Vahdettin salona girdi, ancak işitilebilen bir sesle Meclis’i açtı, çekildi, gitti. Ondan sonra bir çok sesler işitildi. Fakat ne oldu, ne dendi, ne söylendi, zannetmiyorum ki kimse bunun layıkı ile farkına vardı. Müzakere bitti dediler, dağıldık. Ve ancak akşamüstü haber aldık ki bu Mecliste muahedenin imzasına karar verilmiş ve kararın iradesi de alınmış… Ben iptidadan beri söylediğimi boşuna tekrar ediyor ve Damat Ferit’e diyordum ki: Bu muahede imza edilemez. İmza etmektense bırakalım galipler, bunu zorla tatbik etsinler. Mukabele edebilirsek ederiz, edemezsek edemeyiz. Fakat imza etmeyiz… Asla böyle bir muahedeyi kabul ve imza etmemeliyiz. Halbuki bir heyet yola çıkmış, Fransa’ya gitmiş ve 10 Ağustos 1920’de Sevr Sarayı’nda muahedeyi imzalamıştı.”
Damat Ferit Paşa, Şûra’ya katılanları kabul etmeleri yönünde baskı altına almış, imzaya onay verenlerin ayağa kalkması gerektiğinde Sultan Vahdettin de ayağa kalkmıştı.
Bir tek toplantıya katılan Artvinli Topçu Feriki Rıza Paşa, padişahın ayağa kalkması üzerine ayağa kalmış ama “Ben müstenkifim (çekimser)” diyerek yerine geri oturmuştu.
Sevr’in imzalanıp imzalanmayacağının tartışıldığı bu toplantıya katılan ve onay veren bir diğer üye Mehmet Tevfik Bey (Biren) o günü şöyle anlatmıştı:
“Bu müzakere neticesinde edinilen kanaat, eğer Muahedename teklif edildiği şekilde kabul edilmezse, İstanbul’un dahi elden gidebileceği merkezinde idi. Padişahla beraber ayağa kalkan cemaat tekrar yerine oturmuştu. Böylece Muahedenamenin büyük ekseriyetle kabulü takarrür etmiş oldu. Bense, tamamen kayıtsız şartsız bir şekilde muvafık rey vermiş vaziyetteydim ve bu keyfiyet canımı ziyadesiyle sıkmış bulunuyordu.”
Sevr’i reddetmek için Anadolu’daki direniş hareketine tamamıyla güvenmek gerekiyordu, fakat Şûra’nın üyeleri bu mücadelenin başarıya ulaşacağından emin değildi.
Sultan Vahdettin ise Sevr’in onaylanmasına karşı çıkmadı. Padişahın tek isteği, bu antlaşmanın önce diğer taraf devletlerin parlamentosunda kabul edilmesiydi. İlk kendisinin onaylamasının “Anadolu’daki kıvılcımlara petrol dökmek” anlamına geldiğini düşünüyordu, fakat İngiliz, Fransız ve İtalyan parlamentoları o sırada tatildeydi.
Nihayetinde 10 Ağustos 1920’de Damat Ferit Paşa tarafından yetkilendirilen Rıza Tevfik, Hadi Paşa ve Reşat Halis’ten oluşan Osmanlı heyeti Sevr’i imzaladı.
Kaynak:
Murat Aydoğdu, Son Sadrazam Ahmet Tevfik Paşa’nın Sevr Antlaşması’na Karşı Tutumuna Dair: Söylentiler ve Gerçekler, Toplumsal Tarih, sayı 320.
Zafer Toprak, Mondros’tan Sevr’e, Sevr’den Lozan’a, Toplumsal Tarih, sayı 320.