Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIİzmir Grevi: Bir toplu iş sözleşmesinin ötesinde toplumsal bir yüzleşme

İzmir Grevi: Bir toplu iş sözleşmesinin ötesinde toplumsal bir yüzleşme

İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilerinin sürdürdüğü grev, yalnızca bir toplu iş sözleşmesi uyuşmazlığı değil; Türkiye’deki sınıf ilişkilerinin, kimlik siyasetinin ve orta sınıfın dönüşen ruh halinin çarpıcı bir ifşasıdır. Grevdeki işçiler ne ayrıcalık istiyor ne de astronomik bir ücret; yalnızca aynı işi yapan ve başka şirketlerde çalışan işçilerle eşit ücret talep ediyorlardı. “Eşit işe eşit ücret” ilkesi savunuluyordu. Toplu sözleşme masası bizzat belediye yönetimi tarafından devrildi. Ardından belediye, hem grev hakkını kriminalize eden bir söylem kurdu, hem de işçileri ve sendikayı hedef tahtasına oturttu.

İzmir Büyükşehir Belediyesi işçilerinin sürdürdüğü grev, yalnızca bir toplu iş sözleşmesi uyuşmazlığı değil; Türkiye’deki sınıf ilişkilerinin, kimlik siyasetinin ve orta sınıfın dönüşen ruh halinin çarpıcı bir ifşasıdır. Grev süreci, bir belediyede yaşanan emek mücadelesinin nasıl ülke çapında bir toplumsal kırılma başlığına dönüştüğünü gözler önüne sermiştir.

Anayasa’da, yasalarda ve uluslararası sözleşmelerde tanınmış bir hakkı kullanan işçilere yönelik tavırların, sermaye sahiplerini bile geride bırakacak derecede düşmanlıkla bezenmiş olması, içinde bulunduğumuz toplumsal ruh halinin vahametini ortaya koymaktadır.

Avrupa’da daha yakın zamanda grevler yapıldı. Avrupa’da grevler hayatı durdurur, kamu hizmetleri aksar ancak kamuoyu bu mücadeleye destek verir, dayanışma gösterir. Kamu hizmetleri aksadı ancak halk da dayanışma gösterdi. Çünkü bilirler ki grev günlük hayatı zorlaştırır. Grev üretimi durdurur, ekonomiyi etkiler. Grevin ne olduğunu, neye hizmet ettiğini bilirler. Grev, kapitalizmin çarklarına çomak sokar. Dolayısıyla grevlere karşı takınılan tutum, bir toplumun sınıfsal duruşunun ve sınıfsal karakterinin aynasıdır.

Bu grev aynı zamanda, yalnızca işçi sınıfı ile belediye yönetimi arasındaki bir gerilimi değil, muhalefet cephesinin AKP iktidarı karşısında yaşadığı zihinsel ve politik tahribatın da bir göstergesidir. Açığa çıkan diğer olgu da kendisini AKP karşıtı olarak tanımlayan geçmiş dönemlerde merkez sağa oy vermiş, yeni kuşakta ise zafer partisi ile İYİ Parti arasında gelip gitmiş ve CHP tabanında da özellikle ulusalcı damarı oluşturan bir kesimin kendi içindeki çelişkilerini, sınıfla ve emekle kurduğu mesafeli ilişkiyi de göstermektedir.  

Grev boyunca, sadece sınıfsal değil, aynı zamanda kültürel ve etnik kodlarla da şekillenen bir ayrıştırma dilinin kullanılması özellikle bu kesimler tarafından dile getirilmiştir. Bu dilin 12 Eylül rejiminin mirası olduğu unutulmamalıdır. Özgür Özel’in son zamanlarda özellikle Kürt Sorunu konusundaki açıklamalardaki birleştirici, anlamaya çalışan, çözüm üreten, yapıcı diline rağmen belediye yönetimi tarafından bu süreçte kullanılan bu ayrıştırıcı, yaftalayıcı, hedef gösteren dile ve üsluba yönelik herhangi bir eleştiri getirilmemesi de düşündürücü ve üzücü olmuştur. Öyle ki bu dilin muhatabı İzmir Büyükşehir Belediye emekçileriyken.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay ve ekibi, bu grev sürecine sosyal medya hazırlığı açısından oldukça profesyonel bir şekilde girdiği de görüldü. Keşke bu hazırlığı grev öncesi toplu iş sözleşmesi masası için yapsaydı. Şöyle ki; Tugay’ın sosyal medya paylaşımları milyonlarca görüntülenmeye ulaşırken, aynı hesapların Ekrem İmamoğlu’nun tutuklandığı günlerde yaptığı paylaşımların sadece binlerle sınırlı kalması dikkat çekiciydi. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’na destek amacıyla yapılan iki paylaşımın toplam görüntülenme sayısı 71 bin iken, grev süresince yapılan her paylaşım 3 ila 4 milyon görüntüleme almasının izahı sadece grev sürecinin etkisi olamaz. Zira ekrem İmamoğlu tutuklandığında bütün Türkiye ayağa kalmıştı.

Bu fark nasıl açıklanabilir?

Yanıt, sistemli bir algı çalışmasında gizli. Yüksek takipçili ve siyasi pozisyonları bilinen hesaplar aracılığıyla oluşturulan kamuoyu, grevdeki işçileri itibarsızlaştırmaya, sendikayı marjinalleştirmeye çalıştı. Sendikanın makul olmadığını söylerlerken belediyeyi makul ve makbul gösterdi.

Sosyal medyada başını alıp giden paylaşımlara bakınca; grevdeki işçilere yönelik kimlikleri, kökenleri üzerinden yapılan ırkçı söylemler; “Dersimlileri, Mardinlileri gönderin, öz İzmirlileri alın” gibi kışkırtmalar, özelleştirmeyi savunan paylaşımlar yapıldı. Bu rüzgarı arkasına almaya çalışan Tanju Özcan ve Yılmaz Özdil gibi figürler de sahne alınca durum vahim bir hal almaya başladı.

Bu söylemler, bazı kesimlerinde karşılık buldu. Özellikle konfor alanı daralan orta sınıf, ekonomik kriz ve sosyal güvencesizlik karşısında bir muhatap bulmakta zorlanırken, öfkesini grevdeki işçilere yöneltti. Yalan yanlış bilgilerle örülen trol ağı, “işçiler 80 bin TL istiyor” üzerinden söz kurarken, kimse “işçilere ne teklif edildi?” diye sormadı. Oysa grevdeki işçiler ne ayrıcalık istiyor ne de astronomik bir ücret; yalnızca aynı işi yapan ve başka şirketlerde çalışan işçilerle eşit ücret talep ediyorlardı. “Eşit işe eşit ücret” ilkesi savunuluyordu.

Buna karşılık belediye yönetimi, grevden birkaç gün önce altı aydır sunduğu %29’luk zammı bir yıllık teklife dönüştürdü. Sendika, taleplerinde revizyona açık olduğunu açıklamasına rağmen, toplu sözleşme masası bizzat belediye yönetimi tarafından devrildi. Ardından belediye, hem grev hakkını kriminalize eden bir söylem kurdu, hem de işçileri ve sendikayı hedef tahtasına oturttu.

Özellikle sosyal medya aracılığıyla hedef tahtasına oturttukları demagoji seviyesindeki söylemler şunlar oldu:

“Bu yaptığınız AKP’nin ekmeğine yağ sürmek.”

“Asgari ücret için neden eylem yapmadınız?”

“AKP’li belediyelerde neden grev yapmıyorsunuz?”

Bunlara uzun uzun cevap yazılabilir ancak kısaca cevap verelim. 19 Mart’ta ve sonrasında Ekrem İmamoğlu’nun tutukluluğuna karşı en büyük desteği veren işçi örgütü olan DİSK’e bunu söylediklerinin farkında değillerdi ya da bu desteği yok etmeye çalışıyorlardı.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu katkıya defalarca vurgu yaptığı da kamuoyunun malumudur.

Asgari ücretle ilgili en çok ses çıkaran örgüte “asgari ücret için neden ses çıkarmadınız” diyebilme cüretini göstermeleri de klavye başında “mücadele” etmenin rahatlığıydı.  

DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikasının çoğunlukla CHP’li belediyelerde örgütlü olduğunu AKP’li belediyelerde TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in örgütlü olduğunu da unutmuşlardı. Oysaki onların grev yapmıyor oluşu ya da yapamıyor oluşu AKP’li belediyelerde grev yapılamadığının yani demokratik hak ve özgürlüklerin gerçekleşmediğinin göstergesi değil midir? CHP’li belediyelerde işçinin grev yapması demokrasi ve işleyişi açısından olumlu değil midir?

Bu tutumlar, bu dil, bu kurgu sadece toplu sözleşme sürecini sabote etmekle kalmadı; İzmir’in toplumsal dokusunu zedeleyen, işçileri halkla karşı karşıya getiren, sınıf temelli mücadeleyi kimlik eksenli bir çatışmaya dönüştürmeye çalışan tehlikeli bir zemin de oluşturdu. Bu süreçte DİSK’e yönelik yürütülen kampanya da açık bir itibarsızlaştırma operasyonuydu. Oysa DİSK, siyasal iktidarın yıllardır hedefinde olan, emeği ve demokrasiyi birlikte savunan, bunun için bedeller ödemiş ve ödemekte olan bir mücadele geleneğinin adıdır.

Tüm bu olumsuzluklara karşın sendika yöneticileri ve grevdeki işçiler, süreci sağduyuyla ve itidalle yönettiler. Hiçbir provokasyona gelmeden, her açıklamada toplu sözleşme masasını işaret ederek sorumlu ve müzakereye açık bir pozisyon sergilediler.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in grevin ilk günü DİSK’i ziyaret ederek ve sonrasında da yaptığı açıklamalarla grev hakkını savunması, partinin genel yönelimi açısından olumlu bir adım olarak kayda geçti. Ancak bu tutumun, Cemil Tugay’ın söylemleri ve pratikleriyle taban tabana zıt olduğu açık. Sosyal demokrat olduğunu söyleyen bir belediye başkanının grev hakkını küçümsemesi, “grevdeki işçi akşam evine gider, sabah yine çalışmaya gelir” demesi, grev gözcüsünün ne olduğunu bile bilmemesi düşündürücüdür.

Grev konusunda Halk TV gibi muhalif basının ana yayın organları, YouTube yayınlarıyla milyonlara ulaşan Nevşin Mengü gibi gazeteciler de iyi bir sınav vermedi. Elbette farklı fikirler ve bakış açıları olabilir ama eleştirel gazetecilik yapma iddiasında olanlar gerçekleri ortaya çıkarmak ve tarafların iddialarını araştırarak nesnel bir şekilde anlatmak gerekliliği vardır. On binlerce işçinin sahiplendiği, meydanlara aileleriyle çıkan on binlerce işçinin talebini görmezden gelerek bir niyet sorgulaması yapmak haksızca bir yaklaşımdır.

İzmir grevi, tüm bu yönleriyle bize bir kez daha şunu gösterdi: Sınıf mücadelesi yalnızca iktidarla değil, muhalefetin iktidarla benzeştiği alanlarda da verilir. Ve bu mücadele, işçinin sesi duyulana, hakkı teslim edilene kadar sürecektir.

- Advertisment -