Ana SayfaYazarlar15 Temmuz’la değişen şeyler (3)

15 Temmuz’la değişen şeyler (3)

 

Geçen yazımda, SSCB’nin yıkılmasıyla geçilen yeni dünya düzeninde, demokrasi ve insan hakları standartlarını yakalamanın, siyasetleri ABD önderliğindeki Batı cephesi tarafından askeri darbeler ve siyasi mühendisliklerle dizayn edilegelen Türkiye gibi dost ülkelerin ulusal güvenliği açısından taşıdığı önemin altını çizmiştim. Çünkü demokrasi eksikliği ve insan hakları ihlalleri Sovyet bloğunda yer alan “düşman” ülkelere karşı kullanılagelen bir silah olarak misyonunu başarıyla yerine getirmişti. Düşman tanımı değiştiğine göre bu silah bir gün gelecek Türkiye gibi eski dostlara karşı da pekâlâ kullanılabilecekti. Öyle de olmadı mı?

 

Kabul etmek gerekir ki demokrasi ve insan hakları standartlarını yakalamak, bu gerçeği görmekten aciz, NATO’nun kanatları altına sığınmanın ulusal güvenlik açısından ilelebet yeterli olduğunu düşünen 12 Eylül Türkiye’si için hiç de kolay değildi. Demokratik kurallar yeniden işlemeye başladıktan sonra Özal ve arkadaşlarının çabalarıyla demokratikleşme yönünde kayda değer adımlar atıldı atılmasına ama Türkiye’de AB Helsinki Zirvesi’ne kadar Sağ ve Solu ile eski ezberler üzerinden siyaset yapmak revaçtaydı. Oysa bu dönemde Sovyet bloğunun eski, Avrupa Konseyi’nin (AK) yeni üyeleri, AB’ye giriş vizesi olan Kopenhag siyasi ölçütlerini karşılayabilmek için hızla demokratikleşiyorlardı.

 

90’lı yıllar Türkiye’sine baktığımızda, Avrupa treninin son vagonuna binmeye çalışan ama bunun için Kopenhag siyasi ölçütlerini karşılamak yerine Türkiye’ye haksızlık yaptığını düşündüğü Batı cephesine laf yetiştiren siyasetçilerimizi, siyaset yapmayı hâlâ hak gören askerlerimizi görüyoruz. PKK terörünü azdıran, teröristle sivil halk ayrımının gerektiği gibi yapılmadığı Franco tipi bir terörle mücadele politikasına tanık oluyoruz. Birileri “terörle mücadele edilirken demokratikleşme olmaz” dedi diye “siyasi kriter” lafını ağza almanın dahi tabu olduğunu, Kürt sorununu çözmek için “Bask modelini” örnek almak istediğini “açıklama gafletinde bulunan” bir Başbakan’ın nasıl susturulduğunu hatırlıyoruz.

 

Kabul etmek gerekir ki siyaset mühendislerinin bu ülkenin ana dilleri farklı vatandaşlarının haklarının, ayrılıkçılığı körükleyeceği ve ulusal güvenliği tehlikeye düşüreceği gerekçesiyle kısıtlanmasını siyasetçilere dayatması, anti-demokratik olması bir tarafa, toplumsal bir krizin fitilini ateşleme riskini de taşıyordu. Kürt sorunu nedeniyle dağa çıkmak zorunda kaldığını savunan PKK’ya hem terörü sürdürmenin gerekçesini hem de haklarının kısıtlanmasından rahatsızlık duyanlardan oluşan bir toplumsal taban sağlıyordu. Ayrılıkçılığı körükleyecek bir Türk-Kürt çatışmasının temeli ancak böyle atılabilirdi doğrusu.

 

Komplo teorilerini pek sevmem ama birilerinin o dönemde Türkiye’de siyasete müdahale eden odakların kulağına terörle mücadele edilirken demokratikleşme olmaması gerektiğini” fısıldarken, Kürt toplumuna da “bakın Türkiye demokratik haklarınızı yok sayıyor, PKK’nın mücadelesini destekleyin” mesajı vermediğini söylemek mümkün mü?  Değil ama bugün gelinen noktada Batı cephesi ve NATO’nun izlediği “tavşana kaç, tazıya tut” politikasının başarıya ulaşamadığı açıkça görülüyor.          

 

Bu politikanın başarısız kalmasının iki temel nedeni var. Birincisi, Helsinki süreciyle başlayan ve Kürtlerin farklılık haklarını da kapsayan demokratik reformlar. İkincisi muhalefet partileri ve dayandıkları toplumsal kesimin özellikle başlangıçtaki itirazlarına karşın Kuzey İrlanda, İspanya ve son olarak da Kolombiya’da başarıya ulaşan “siyaset karşılığı silah bırakma” ilkesine dayanan Çözüm Süreci. Bu süreç iki yılı aşkın bir süre inatla sürdürülmeseydi, Irak ve Suriye topraklarında bağımsız bir Kürt devleti kurulması olasılığının giderek güçlendiği bugün Kürt vatandaşlarımız arasında ayrılıkçı eğilimler artmaz mıydı? Bu da Amerikan ağır silahlarıyla donatıldığı için eskisinden daha güçlü bir PKK ile yapılan başarılı mücadeleyi olumsuz yönde etkilemez miydi acaba?

 

Geçen yazımı, mottosu 12 Eylül’deki gibi “Atatürkçülük” değil, ne kadar içi boş bir kavram olarak sunulsa da “demokrasi” olan 15 Temmuz’la değişen şeylerden birinin, hatta en önemlisinin sokaktaki insanın bu gerçeğin ışığında bilinçlenmeye başlaması olduğuna ilişkin umudumu dile getirerek noktalamıştım. Bu umudumu dile getirmemin nedenlerinden biri, diğer darbeler gibi esas itibariyle demokrasiye karşı bir darbe olan 15 Temmuz’un arkasında ABD’nin başını çektiği Batı cephesinin olduğunun açıkça ortaya çıkması. İkincisi ve daha da önemlisi, bu cephenin demokrasiyi savunmak için yaşamlarını hiçe sayarak sokaklara çıkmış insanların değil, darbeciler ve sempatizanlarının “demokratik haklarını” savunuyor olması.

 

Sokaktaki insanın bile fark etmemesi mümkün olmayan bu tuhaf durum demokrasi ve insan hakları standartlarını yakalamanın neden ulusal güvenlik bakımından hayati önem taşıdığını açıkça gözler önüne seriyor. Bu öncelikle toplumsal barış ve demokrasiyi pekiştirmek ve insan haklarını emperyalist çıkarları doğrultusunda araç olarak kullanan ülkelerce yöneltilen eleştirileri karşılayabilmek açısından önemli. Ama yeterli değil elbette. Bir yıldır tanık olduğumuz gibi, bu ülkeler geniş medyatik ağlarıyla dezenformasyon yaparak akı kara, karayı ak gösterme kapasitesine de sahipler. O bakımdan dezenformasyonu dengeleyebilecek geniş bir medya networku oluşturmak da önemli.

 

15 Temmuz’dan bu yana geçen bir yıl içinde tanık olduğumuz birçok şey, yakın tarihimizi yeniden gözden geçirerek nerelerde hatalar yapılmış olduğunu değerlendirme ihtiyacımızı da açıkça ortaya koyuyor. Bunu yaparken NATO’ya üye olduğumuz tarihe, hatta İkinci Dünya savaşı yıllarına, belki de daha öncesine kadar gitmek gerekebilir. Böyle bir egzersiz geçmişi yargılamaktan çok geleceği güvence altına almak bakımından önem taşıyor kuşkusuz.

 

 

- Advertisment -