Ana SayfaYazarlar28 Şubat’ın 20. yılında mağduriyet ve muktedirlik

28 Şubat’ın 20. yılında mağduriyet ve muktedirlik

 

Hürriyet’in “Karargâh rahatsız” manşetli haberi, kaderin cilvesine bakın ki 28 Şubat’ın 20. yıldönümüne denk geldi. Gazete yönetiminin niyeti bambaşka olsa bile, bu haberle birlikte özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet çevrelerinden yükselen kızgınlığı dikkate alınca, askere değen her haber ve yorumun iktidar odaklarında ciddi tedirginliğe ve teyakkuza yol açtığı ortaya çıkıyor.

 

Madem konu bu noktaya geldi; üzerinden bunca yıl geçen 28 Şubat 1997 MGK Muhtırasını, ifade ettiği “post-modern darbe”yi ve yarattığı yıkımı bir kez daha hatırlayalım.

 

Asker güdümünde toplum mühendisliği

Kendi çapında oldukça orijinal yönleri bulunan bu darbe, onca darbe görmüş rahmetli Süleyman Demirel’in orkestra şefliğinde binbir emekle gerçekleşmişti.

 

Cumhuriyet tarihimiz boyunca, zamanın ruhuna uygun olarak gerekli algıyı oluşturma hususunda uzmanlaşmış medya gruplarımızın kuyumcu inceliğiyle işlenmiş kampanyaları, bu dönemin önemli unsurları olarak basın tarihimizdeki yerini aldı. Böyle bir kampanya karşısında durabilmek öyle her iktidarın harcı değildi ve nitekim dönemin koalisyon hükümeti de bütün gayretine ve direnişine rağmen fazla dayanamadı.

 

Cumhurbaşkanının, askerin, medya gruplarının, büyük sermaye çevrelerinin, YÖK’ün ve önde gelen üniversitelerin, koca koca meslek örgütleri ve sendikaların, adaleti dönemin güç odaklarının dümen suyunda götüren yargının, kolay yoldan iktidar olma heveslisi siyasi partilerin… Hepsinin ama hepsinin, uygun adım harekete geçtiğini;  kutupsuz dünyaya uyarlanmış vesayet senaryosunun adım adım devreye girdiğini görmedik mi?

 

Post-moderndi filan, ama kökü tarihteydi

 

Vallahi gördük desem, bir milim yalanım olmaz.  Çünkü tarihsel ve siyasal müktesebatımız bazı yönleriyle böyle mahir iktidar oyunlarına, vekil ayartma operasyonlarına, komploculuğa, siyasal oportünizme, halka güvenmemeye fevkalâde müsaitti ve söz konusu deformasyon bu kez de itinayla sergilenmişti.  

 

Bu bakımdan genelkurmayın darbe dergâhında “Makbul laik vatandaş nasıl olunur?” kursundan geçen mümtaz yargı mensuplarının, yancı sivil meslek örgütleri ile sendikaların bu uğurdaki fedakârane faaliyetleri de asla unutulamazdı.

 

Hele ilk düdükte hazırola geçmiş  bazı üniversite rektörlerinin ve yönetimlerinin bir çırpıda hazırladıkları yasaklama genelgeleri; üniversiteyi kazanmış genç kızları bilimsel “ikna” metodlarıyla başörtüsü ve/ya türban giymekten, delikanlıları ise sakal bırakmaktan vazgeçirme çalışmaları; bu suretle kurumlarını dünya başarılı üniversite sıralamalarında en üst seviyelere zıplatarak kendilerini aşmaları, öyle az buz şey değildi.

 

Ekonomik boykota uğrama sırası dindarlara geldi

 

Bir türlü ayar tutmayan demokrasimize emir ve talimatlara uygun yeni bir ayar vermek için Sincan sokaklarında tanklara iki tur attırmak da işin raconu gereğiydi. Eee..tabii.. tanksız darbe mi olur!

 

Dönemsel ihtiyaçlar gözetilerek, kitaba uydurulmuş gerekçelerle ardarda parti kapatmak müesses nizam için zaten vaka-i adiyedendi. Refah kapatıldı ama olmadı. İşi sağlama almak için Fazilet’i halletmek icabederdi. 

 

Hani bu darbede epey orijinallik vardı ya; onlardan biri, sermayesinin renginin yeşil olduğu düşünülen firmaları listeleyip başta askeriye olmak üzere devletin onlarla sabahı selamı kesmesi; ihalelere sokmayıp alış verişi keserek maddeten çökertmeye çalışması diye tarif edebileceğimiz, olağanüstü zekice bir buluştu.

 

Doğrusu zamanında sermayeyi “Türkleştirmek” amacıyla memleketteki azınlıklara başka birçok şeyin yanında ekonomik boykot uygulandığını (epey eskiden beri) bilirdik. Avrupa’ya her kızdığımızda “İtalyan malına boykot… Fransız malına boykot” atarlanmasına kendimizi kaptırdığımız da olurdu. Ama bu ötekileştirici zihniyetin zıplayarak kimi dindar yurttaşların boykot edilmesine kadar vardırılması pes dedirttiydi.

 

Başörtüsü/ türban yasağı ve binyıl fiyaskosu

 

Hele Cumhurun başındaki Demirel’in başörtüleri veya türbanları nedeniyle eğitim haklarını kaybeden binlerce öğrenciye, “Ya başınızı açın, ya da Suudi Arabistan’a gidin!” demesi, inanç ve eğitim özgürlüğü tarihimize altın harflerle yazılan veciz sözlerdi.

 

Dönemin etkin isimlerinden Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu Paşa, uzak öngörüsüyle, memleketimizde yeniden zuhur eden “irtica”ya karşı bu fevkalâde mücadelenin bin yıl süreceğini söylemişti söylemesine. Ama gelin görün ki devirdikleri Refahyol hükümetinin yerine koştura koştura gelenlerin nefesi dört-beş yıla ya yetti ya yetmedi.

 

Geride büyük bir iktisadi yıkım, milyonlarca işsiz, siyasal belirsizlik ve umutsuzluk bıraktılar.

 

Askeri arkalayıp (ve arkalarına alıp) siyasette varolmak isteyen partiler, 2002 seçiminde ibretlik derslerle sandığa gömüldü. Onların gidişi ile Türkiye’de siyasal denklemin kökünden değişmesi aynı zaman diliminde gerçekleşiyor; siyasal İslâmın Milli Görüş geleneğinden gelen bir grup, merkez partilerini kenara itip, geniş bir halk desteğiyle merkeze artık kendisi oturuyordu. 

 

Engellenmek istenen yükseliş

 

Tekrar geriye dönelim.

1994 Mart’ında yapılan yerel seçimlerden itibaren Milli Görüş geleneğini temsil eden Refah Partisi gözle görünür bir yükseliş trendine girmişti. Sosyal demokratların elinde bulunan çok sayıda belediye bu seçimlerde Refah’a geçmişti. Onun ardında 1995 Aralık’ında yapılan milletvekili genel seçimlerinde ise Refah birinci parti çıkarak Mecliste hayli sandalye kazanmıştı. Bu sonuçlar neredeyse şok etkisi yaratmıştı.

 

Mesut Yılmaz’ın ANAP’ı ile Demirel’in (Tansu Çiller’i başına getirdiği) DYP’sinin gönülsüz koalisyonu usul hatâsından dolayı AYM’den dönünce, Refah’a iktidar ortağı olma yolu açılmıştı

.

Necmettin Erbakan’ın başbakanlığı ve Çiller’in başbakan yardımcılığında; aralarındaki mutabakata göre başbakanlığın belli süreler içerisinde rotasyonla yapılacağı Refahyol hükümeti kurulmuştu ki, yukarıda anlattığım vahim olaylar bu hükümetin başına geldi. 

 

Şu sonuçlara bakar mısınız

3527                öğretmen işinden atıldı;

949                  öğretmen irticacı olarak fişlendi; 

1100                öğretmen istifa etti;

33,271             öğretmen disiplin soruşturması geçirdi;

418                  öğretim görevlisi irticacı olarak fişlendi;

139                  öğretim üye ve görevlisi işten atıldı;

1635                subay ve astsubay irticacı suçlamasıyla ve YAŞ kararıyla ordudan atıldı;

71                    kaymakama işten el çektirildi;

53                    emniyet mensubu ceza aldı;

396                  diyanet mensubuna disiplin cezası verildi;

128                  diyanet mensubu meslekten atıldı;

187                  taşınmaza (vakıflara ait) el konuldu;

21                    vakıf irticai faaliyet gerekçesiyle kapatıldı:

 

28 Şubat’ı hatırlamanın faydası

 

Rakamların soğuk ve duygusuz ortamından sıyrılıp, esasen ve tamamen insanın söz konusu olduğunun farkına varırsak, yaşanan travmanın kapsamı ve derinliğini belki biraz anlayabiliriz.

 

Bu toplum mühendisliklerinin ülkeye yaptıklarını anlamak için rakamların ötesine geçmemiz gerekiyor.

 

28 Şubat 1997 darbesinin mağduru olanların etrafında toplandığı siyasal akımın bir kanadı, malum 2001 krizinin ardından 3 Kasım 2002 tarihinde ciddi bir toplumsal destekle kazandığı seçim sayesinde hükümet olup neredeyse 15 yıldır iktidarda bulunan AK Parti’dir.

 

İktidara geldikleri ilk yıldan itibaren, müesses nizamın silâhlı gücü içinde ve sivil bürokraside bu gelişmeyi sindiremeyen, farklı vesilelerle alttan alta direniş sergileyen ve devirmenin hesabını yapan epey girişim oldu. Bazıları proje aşamasında, bazıları sayfalarda kaldı ve ifşa olanlar ciddi tasfiyelere uğradı.  

 

Ama artık hem AK Parti bugün enikonu muktedir, hem de lideri Recep Tayyip Erdoğan güçlü bir cumhurbaşkanı konumundadır.  

 

Ona, hükümete ve esasen bütün ülkeye karşı 15 Temmuz 2016’da girişilen son kanlı darbeye, oldukça geniş bir halk yelpazesiyle karşı duruldu.

 

Ancak, bu darbecileri ve arkalarındaki güçleri hedef aldığı ileri sürülen OHAL ve ona dayanılarak yürürlüğe sokulan KHK’lar, bugün binlerce ilgisiz insanı mağdur durumuna sokmuş, işinden gücünden etmiş görünüyor.

 

İktidar bunları duyduğunda rahatsız olsa da, birçok kesim Türkiye’de şu anda yaşanan iklimin çok sorunlu olduğu düşüncesinde.  Gazeteciler, muhalif siyasetçiler, akademisyenler, öğretmenler, muhalif yurttaşlar kendilerini güven içinde görmüyor. FETÖ ile alâkasız, tanıksız ve delilsiz tutuklu olanların, mahkeme kararı olmaksızın emekli maaşının kesilmesi ve mülkiyet haklarının ihlaliyle karşılaşanların sayısı bilinemez durumda.

 

OHAL’in ve KHK’ların her kesimden, her meslekten mağdurlarını tıpkı yukarıdaki 28 Şubat mağdurları gibi sıralamak mümkün. Zaten birçok insan bu ikisi arasındaki kıyaslamayı da ister istemez yapıyor.

 

Sizce mağdurluk ile muktedirlik arasındaki ilişkinin ve geçişkenliklerin insanlarımızda yarattığı hüzün, hayal kırıklığı ve anlam verememe halini, hiç olmazsa vicdan ve adalet gibi insani değerler açısından, bir nebze de olsa sorgulamak gerekmiyor mu? 

 

28 Şubat darbesini hiç olmazsa bu bakımdan hatırlamanın faydası yok mu?    

      

NOT: 28 Şubat darbesi sırasında genel olarak solun ve benim de içinde yer aldığım sosyalist solun tavrı da ibretlik derslerle doludur. Bu, gerek ait olduğumuz siyasal yapılar üzerinden, gerekse kişisel olarak benimsediğimiz tutumlar için geçerli. Ama yazıyı çerçevesinin dışına taşırmamak için bunu ele almadığımı, başlı başına bir konu olduğunu belirtmek isterim.

 

- Advertisment -