İsmail Yaprak
Komşunuzun oğlu gitar çalıyor, sizinki (nedense) zurnaya merak salmış. Komşunuzun oğlu kravat takıyor, süit ceket giyiyor; sizinki (nedense) şalvara merak salmış. Aklınızda oğlunuz için yarattığınız idealle hiçbir ilgisi olmayan bambaşka bir oğlunuz olmuş durumda. Alkol kullanmıyor, sakal bırakıyor, evleneceği kadının türbanlı olmasını istiyor vb. Aklınızı kaçırıyorsunuz haliyle. Siz komşunuzun oğlunu kıskanıyorsunuz. Hayatla, zorluklarla, Tanrı’yla, felsefeyle hiçbir ilginiz alâkanız yok. Elinden elma şekeri alındığı için ağlama krizine giren çocuklar gibisiniz. Oğlunuzun “bu” halini kabullenemedikçe onu “o” hale getirmek için yollar arıyorsunuz. Bu, gerçekliğin reddi demek; gerçekle yüzleşememek, onu bastırmak demek. İlahi dinlediği bir gün caz dinlemesini istiyorsunuz; çocuk dinliyor ve beğenmiyor. Basıyorsunuz tokadı. Evdeki tüm şalvarları yakıyorsunuz. Gece uyurken sakalını kesmeye çalışıyorsunuz. Bira içmesi için yalvarıyorsunuz, içmiyor. Evde zurna çalmaya ne zaman başlasa oğlunuza terlik fırlatıyorsunuz. İnanılmaz moraliniz bozuluyor. Depresyona giriyorsunuz. Bir yolu olmalı, diye geçiriyorsunuz. Benim oğlumun “onlar” gibi olmasının bir yolu olmalı. Kabullenmek istemiyorsunuz. Sinir krizleri geçiriyor, her sinir krizi geçirdiğinizde durduk yere çocuğun odasına gidip tüm eşyalarını yakıp yakıyor ve üstüne ölümüne her seferinde dövüyorsunuz onu. Bu arada ama, rüşvet alıyorsunuz, karınızı aldatıyorsunuz, doktora tezinizi yazarken ünlü yazarlardan fikir çalıyorsunuz, arabanızdaki kül tablasını camdan dışarı boşaltıyorsunuz vb. Eve gelip de oğlunuzu gördüğünüzde ise “onlar” gibi oğul istiyorsunuz.
Şimdi soruyorum: ne yapılmalı? 12. yüzyılda yaşamıyoruz artık. Elimizde her türlü bilgi mevcut… Sosyoloji, psikoloji ve bilimden son noktasına kadar yararlanabilir durumdayız. Yukarıdaki durumu, bu senaryoyu herkese okutup fikrini alsak insanlar ne cevap verirler acaba? Her gün döversek en sonunda adam olur mu derler? “Oturup her gün aralıksız konuşmak lazım” mı derler? “Psikologa göndermek yararlı olabilir” mi derler? Ne derler? Böyle bir durumda oğlunuza nasıl davranırsınız? Ne yapardınız? Nasıl bir yol bulurdunuz kendinize? Oğlunuzu evlatlıktan reddedip kendinize başka bir evlatlık mı alırdınız? LGBT yürüyüşünde o dövizlerde ne yazdığını hatırlıyor musunuz? “Ben oğlumu olduğu gibi seviyorum.” Yani: olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi… Kafamda istediğim haliyle değil, onun istediği gibi… Sonuçta o soru baki kalıyor: oğlunuz, sizin kimliğinizin tam tersi bir noktada yer alırsa ne yaparsınız?
İşte bu ülkenin felsefesi o çocuğun kendi istediği hale gelene kadar dövülmesi ve adam edilmesi üzerine kuruldu. Yıllar boyunca çocuğa ne yapması, ne düşünmesi, nasıl davranması, nasıl konuşması, ne giymesi gerektiği söylendi. Bunları yapmadığında çocuğu ölümüne dövdüler. Çocuğun arkadaşlarını sokak başlarında çevirip öldürdüler. Çocuğun çevresini ölümüne korkuttular. Çocuğa sürekli “komşunun oğlunun” yaptıklarını gösterdiler. Komşunun oğlunun okudukları, yazdıkları, yedikleri, içtikleri, düşündükleri… Anthony Burgess’in Otomatik Portakal romanından (1962) hareketle Stanley Kubrick’in yaptığı Otomatik Portakal filminin (1971) bilgi empoze edilme sahnesi gibi… S.A. Enstitüsü’nde, doktorun doğru yolu bulması istenen karaktere dediği gibi: “Yanlış rüyalar görüyorsunuz, size rüya reçetesi yazacağım.” Nerdeyse rüyalarına bile karıştılar çocuğun. Doksan yıl boyunca bunlar olurken, tüm bu baskıya, dayağa, şiddete, bilgi empoze edilmesine, ölümlere rağmen çocuk kendi kimliğinden bir adım geri atmadı; yine Allah’a inandı, yine namazını kıldı, yine türbanlı kadınla evlendi, yine caz değil ilahi dinledi…
Babanın davranışları içinde ne demokrasi, ne eşitlik, ne ahlak, ne evrensellik ne de özgürlük yer alıyordu. Türkiye doksan yıllık kariyerinde, toplumu biçimlendirir ve onu muasır medeniyete yükseltmeye çalışırken, işte bu yüzden, hiçbir zaman demokratik, eşit, ahlâklı, evrensel ve özgürlükçü olmadı. Bu beş madde, o sevilen ve tapılan Batının kanıksanmış sol kavramlarıdır. İçinde ne laiklik, ne devletçilik, ne milliyetçilik bulunur. Bu devlet Millî Mücadeleyi kazanmış olan halkından sadece laik ve Türk olmasını istedi. 700 yıl İslam ile yönetilmiş bir imparatorluğun torunlarına bir gün içinde “laik ol” demek, kurucularımızın Batıdan ne kadar çok şey öğrendiklerinin kanıtı olsa gerek. Balığa “artık yüzmüyorsun, karada yaşamaya başla” demek gibi bir şeydi bu. Dolaysıyla tüm dindarlar, laik olmadıkları için; tüm Kürtler ve diğer gayrimüslimler de Türk olmadıkları için dışlandı. Eh, Müslümanlar, Kürtler ve gayrimüslimler dışında Türkiye’de kimse kalmadığına göre, Türkiye’ye “elit rejimi” dendi böylece.
İşte sol laik arkadaşlarım sosyal medyada Hollanda’yı, İsveç’i kıskandıklarında insanın suratında bir gülümseme şekilleniyor ister istemez. Oysa tam da o kıskandıkları Batı, bugün onların fikirlerini “gerici” buluyor. Arkadaşlarım Batıyı kıskanıyor, ama ülkelerinin bu halde olmasının nedeni aslında bizzat kendileri… Onlara kalsa, çocuk yetiştirme konusunda bize yılın dersini verebilirler. Çocuğun fikirlerinin alınması, ona düşünce alanı bırakılması, özgür davranmasının sağlanması… Öyle ya, tüm bunlar hayranı olduğumuz Batının özellikleri değil mi? Herhalde biz laikler çocuğumuzu da böyle yetiştireceğiz. Ama bu ülkenin kurucuları bu ülkeyi hastanede anne doğum yaparken hazır bulmadı. O ülkeyi bulduğunda, ülke zaten kendi kimliğini çoktan oluşturmuş, kazık kadar çocuktu; 18 yaşındaydı, ne yapması gerektiğini zaten biliyordu. Çarıklı, şalvarlı, Arapça konuşan, tek kaşlı bu çocukla karşılaşılınca tüm o okunan ‘binlerce’ kitap; eşitlik, özgürlük, evrensellik gibi kavramlar unutulup bir çığlık atılıverdi. Hiç öyle derin düşünecek tipte insanlar olmadıkları için de ellerine sopayı aldıkları gibi giriştiler çocuğa. “Çabuk” dediler, “Fransa gibi olacağız, sen daha dinin afyon olduğunu anlayacaksın, çabuk!”
Olmadı tabii. Halbuki birazcık doğru okuyabilseydiler metni, ne kadar güzel olurdu. Laiklik bir zorunluluk olmasaydı, herkes dinini istediği gibi yaşama özgürlüğüne sahip olsaydı, Türk milliyetçiliği değil de çoğulculuk benimsenseydi. Birlikte savaştığın Kürtler kimlikleriyle kabul edilebilseydi. Devlete değil de topluma kulak verilseydi. Hep oğlumla ilgili kararları onun adına ben alırken biraz da oğlumu dinleseydim. Bu çocuk ne düşünüyor, ne okuyor, ne yazıyor, neyi savunuyor, neyi seviyor? Onun isteklerine göre şekillendirseydim keşke odasını. Ona hayatını kurmasında yardım etseydim. Ne giydiğine karışmayıp davranışlarına bakabilseydim. Piercing takan kızla türban takan kızı; sakat bir hayvanı evlatlık alabilmelerine, derslerinde gösterdikleri başarılara ve saygılı olup olmadıklarına göre değerlendirebilseydim. Oruç tutmayan birini döven dindar herife “yobaz” diye kızarken; Alsancak’ta bir Kürte taş atan İzmirli modern kızın da aynı şekilde “yobaz” olduğunu ve aslında yobazlığın dinle, laiklikle de ilgisi olmadığını, zihniyetle ilgisi olduğunu anlayabilseydim.
Şimdi bu arkadaşlarım, sırf modern komşunun oğluna benzemiyor diye yıllar boyunca çekmediği çile kalmayan bu zavallı çocuğu bir de üstüne vatan haini ve şerefsiz görünce, işte benim boğazımda bir yumru oluşuveriyor. Gerçekten tüm suç, tüm suç, çocuğunu ölümüne döven, çocuğun her şeyini yakan, yıkan ve çocuğun tüm yakın arkadaşlarına zarar veren babasında değil de; bizzat çocuğun kendisinde mi?