Dünya savaşlarının parçaladığı Eski Kıta’yı evrensel demokrasi ilkeleri ekseninde barış ve istikrara kavuşturan ve Türkiye gibi aday ülkeler için önemli bir demokrasi çıpası oluşturan Avrupa Birliği bugün kendi içinde “otoriter sapma” (dérive autoritaire) sorunları yaşıyor. Demokratik ülkeler medyasının özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan için kullandığı bu terimi, bugünlerde bir yandan Türkiye için yazmaya devam ederken, diğer yandan Polonya için de sarf ettiğini görmek mümkün.
Türkiye için yazılıp çizilenler, son olarak Erdoğan’a yakıştırılan “Hitler’in yetkilerine sahip olmayı arzu ettiği” ya da Türkiye’de onlarca, hatta yüzlerce gazetecinin cezaevlerinde bulunduğu, basın özgürlüğünün ayaklar altına alındığı gibi artık kabak tadı veren yayınlar üzerine değerlendirmede bulunmayı anlamlı görmüyorum. Bir kere, bu haberlerin bir bölümü yalan, bir bölümü de abartılı. Belli ki Türkiye’nin demokrasi düzeyini olduğundan çok daha düşük gösterme gibi bir gayret var. İkincisi, AB’nin aday ülkelerden önce, kendi içinde, üye ülkelerdeki demokrasi sorunlarını tartışması ve bu sorunlara çözüm getirmesi gerekiyor.
Bu nedenle, bu yazımda AB üyesi ülkelerde olmaması gereken “otoriter sapma” sorunları üzerinde odaklanmaya çalışacağım. Yukarıda belirttiğim gibi, bugün gündemde olduğu için Polonya’dan başlayacağım ama faturayı sadece bu ülkeye kesmek de doğru değil. AB içinde giderek güçlenen bir “daha az demokrasi” eğilimi var ve bu da demokratlar olarak hepimizi kaygılandırıyor.
Polonya’da neler oluyor?
Polonya’da Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçildiği bir parlamenter rejim var. Ağustos ayında yapılan başkanlık seçimlerini 8 yıldır muhalefetteki muhafazakâr ve “eurosceptique” Hukuk ve Adalet Partisi’nin (PİS) adayı Andrzej Duda kazandı. PIS Ekim ayında yapılan genel seçimlerden de zaferle çıktı. Yüzde 37,6 oyla parlamentonun (Diet) salt çoğunluğuna (235/460) ulaşarak iktidar oldu.
Uçak kazasında yaşamını yitiren eski Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’ nin ikiz kardeşi olan eski başbakanlardan PIS lideri Jaroslaw Kaczynski daha seçim kampanyası sırasında yaptığı açıklamalarla Brüksel’i kaygılandırmıştı. Kaczynski AB’ye kuşkulu bakıyor, hayranı olduğu Macaristan Başbakanı Viktor Orbán gibi, “Müslüman göçmenlerin Polonya’nın Katolik yaşam tarzı için tehdit oluşturduğunu” söyleyerek, Brüksel’in göçmen projesine açıkça karşı çıkıyordu. Seçim zaferinden sonra ayrıca PIS’in o zaman ne anlama geldiği pek anlaşılmayan “Cumhuriyet’i onarma” görevi üstlendiğini açıklamıştı.
Kaczynski’nin başbakan adayı yaptığı yardımcısı Bayan Beata Kusińska başkanlığında kurulan PIS hükümeti Aralık ayından itibaren demokrasi sorunları yaratmaya başladı. Önce tümü Diet tarafından atanan 15 üyeli Anayasa Mahkemesi’nde boş olan 5 üyeliğe tartışılan bir yöntemle kendisine yakın yargıçlar atadı. Bununla yetinmedi, Anayasa Mahkemesi’ne önemli konularda üçte iki çoğunlukla karar alma zorunluluğu getiren bir yasa da çıkardı. Böylece Mahkeme’nin en azından iktidarın hoşuna gitmeyen kararlar almasının önüne geçmiş oldu.
Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Jerzy Stepien, bu yasayla Mahkeme’nin tümüyle paralize edildiğini açıklarken, muhalefetteki liberal eğilimli Nowoczesna Başkanı Ryszard Petru, tek parti iktidarının yetkilerini genişleten bu girişimin denge denetim mekanizmalarını devre dışı bıraktığının altını çizdi. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, hükümetin Diet’te salt çoğunluğu bulunduğu, dolayısıyla kısır tartışmalara gerek olmadığı çıkışı yaparak geçen 12 ve 13 Aralıkta önce muhaliflerin, ardından yandaşlarının sokaklara dökülmesine yol açtı.
Kabul etmek gerekir ki Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçildiği parlamenter rejimlerde, Türkiye’de olduğu gibi, aynı parti seçim kazanmak suretiyle yürütmenin iki başı ve yasamaya birlikte hâkim olabilir. Böyle bir durumda, erkler ayrılığı bağlamında, denetim mekanizması olarak başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere yargı erkinin bağımsızlığının önemi daha da artar. Dolayısıyla PIS hükümetinin yüzde 37,6 gibi çok da yüksek olmayan bir çoğunlukla Anayasa Mahkemesi’ne hâkim olma girişimini evrensel demokrasi ilkeleriyle bağdaştırmak mümkün değil.
İki aylık PIS hükümetinin anti-demokratik girişimleri bu kadarla da sınırlı değil. Yargıdan sonra 4. Erk olarak bilinen medyanın kontrolüne de el atan hükümet, 2015 sona ermeden kamu Radyo-Televizyon (Audiovisuel) Kurulu’na tekabül eden “Krajowa Rada Radiofonii i Telewizji, Krrit” ile ilgili yeni bir yasa çıkardı. Yasa özellikle Kurul’un halen görevde olan medya yöneticilerinin görev sürelerini sona erdirdi.
Bu yasa siyasi nedenlerle saygın gazetecilerin işten atılmalarına yol açması bir yana, kamu televizyon ve radyolarının doğrudan hükümetin kontrolüne girmesi sonucu doğuracak. Bu da, Avrupalı Gazeteciler Derneği’nin (AEJ) açıkladığı gibi “yayınların içeriğine hükümet lehine sistematik editoryal müdahale” anlamına geliyor.
PIS hükümeti Kültür Bakan Yardımcısı’na göre, “bu daha ilk adım.” Çünkü hükümetin asıl niyeti, “ kamu medyalarının işleyişi ve finansmanını değiştirecek bir Ulusal Medya Yasası çıkarmak.” Bu yasa çıktığında, kamu televizyonu TVP, radyosu PR ve Haber Ajansı PAP Ulusal Medyalar Konseyi’nin kontrolünde kültürel kurumlara dönüşecek. Hükümete yakın çevrelerde böylece işletme harcamalarının azaltılmasının ve etik ve profesyonel kuralların belirlenmesinin mümkün olacağı söyleniyor.
Yasaya tepki gösteren AB Komisyonu önümüzdeki Çarşamba günü yapacağı toplantının gündemine bu konuyu dâhil etmiş bulunuyor. Polonya’nın “hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşması” nedeniyle “izleme” altına alınması söz konusu. Komiser Günther Oettinger, Komisyon’un bu konuda yapacağı önerileri dikkate almamakta direnirse Polonya hakkında “Avrupa değerlerinin ihlali” gerekçesiyle yaptırım uygulanmasını savunuyor. Gelişmeleri hep birlikte izleyeceğiz.
Macaristan’dan Fransa’ya kadar daha az demokrasi
Yukarıda da belirttiğim gibi, Polonya AB içinde “otoriter sapma” gösteren tek üye ülke değil. PIS lideri Jaroslaw Kaczynski aslında hayranı olduğu Macaristan Başbakanı Viktor Orbán’ı örnek alıyor. Sadece AB’nin göçmen politikasına muhalefet etme konusunda değil, basın özgürlüğü alanında da. Macaristan, basın özgürlüğünün AB’ye üye olduktan sonra gerilediği üye ülkelerin başını çekiyor, ardından Bulgaristan geliyor. Sırasıyla 2004 ve 2007’de AB’ye üye olurlarken Macaristan basın özgürlüğünde dünyada 24, Bulgaristan ise 51. sırada iken, şimdi 64 ve 100. sıralara gerilemiş durumdalar. Bu durum, AB’nin siyasi ölçütlere uyum konusunda aday ülkeleri ince eleyip sıkı dokuduğunu ama üye ülkelerde bu değerlerin korunmasına zamanında yeterli tepkiyi veremediğini ortaya koyuyor.
Macaristan’da 2010’da iktidara gelen Viktor Orbán, daha ilk yılında çıkardığı yasayla, kamusal ve özel medyalara, hükümet kontrolündeki Medya ve İletişim Ulusal Otoritesi’nin (NMHH) “hatalı” bulduğu bilgileri düzeltme zorunluluğu getirmiş durumda. Yasa ayrıca NMHH talep ettiğinde, gazetecilerin kaynaklarını açıklamasını, yazılarının yayımlanmadan önce ön denetime tabii tutulmasını öngörüyor.
Kabul etmek gerekir ki Polonya ve Macaristan AB’nin bu konuda sorun yaşadığı istisnai üye ülkeler değil. Gazetecilerin sadece baskı altında olmadığı, ayrıca saldırılara da uğradığı bir başka üye ülke de Bulgaristan. Aslında bu ülkede özgür basının varlığından söz etmek bile pek kolay değil. Bu alanda sadece yeni değil, aynı zamanda eski üyelerde de sorunlar var. İşte 1981’de AB’ye üye olmuş Yunanistan; basın özgürlüğünde Bulgaristan’ın hemen ardında 99. sırada yer alıyor. İşte AB’nin kurucu üyelerinin başında gelen Fransa; bu özgürlükte dünyada ancak 38. sırayı alabiliyor.
Fransa aslında sadece basın özgürlüğü alanında değil, temel hak ve özgürlüklerin birçoğunda büyük bir gerileme içinde. Anımsanacağı gibi, 13 Kasım Paris saldırıları ertesinde ilan edilen Acil Durum’un üç ay uzatılmasıyla birlikte, sosyalist Valls hükümeti, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) “olağanüstü hallerde askıya alma” başlıklı 15. maddesini uygulayacağını bildirmiş bulunuyor. Şubatta yapılacak anayasa değişikliğiyle yeniden gündeme gelecek olan bu konuyu ilerde detaylarıyla tartışma imkânı bulacağız. Ama terörle mücadele gerekçesiyle de olsa, temel hak ve özgürlüklerin kapsamlı şekilde askıya alınmasını ben şahsen “otoriter sapma” olarak değerlendirdiğimi bu vesileyle belirtmek isterim.
Sonuç olarak, AB’nin bugün ne yazık ki evrensel demokrasi ilkelerinin ve temel hak ve özgürlüklerin ya askıya alındığı ya da açıkça çiğnendiği bir ülkeler topluluğuna dönüşmekte olduğu görülüyor. Bu kaygı verici dönüşümün biran önce önüne geçilemezse, kaybedenin sadece AB değil, tüm demokratlar olacağına kuşku yok.