İçinde yaşadığımız durumları bir şekilde basitleştirmeye, ‘anlıyorum’ duygusu geliştirmeye ihtiyacımız var. Siyasete baktığımızda da değişmiyor… Giderek artan sayıda insan Cumhur İttifakı üzerine düşünüyor ve bu yönetimden kurtulmanın nasıl olabileceğine odaklanıyor. Ancak kurtulmanın gerçekleşmesi için ‘durumu’ anladığımızdan emin olmalıyız. Aksi halde doğru stratejiyi üretmek mümkün olmayabilir, kendimizi kandırabilir ve yine aynı iktidarla baş başa kalabiliriz.
Dolayısıyla iyi bir başlangıç ‘bu iktidarın varlığını nasıl açıklayabiliriz’ sorusu olabilir. Hatem Ete 15 Eylül 2021 tarihli Perspektif yazısında (“Erdoğan’ın Cumhur İttifakı Çıkmazı”) “böyle bir tecrübe ilk kez yaşanıyor” diyor. Bugüne kadar birçok ittifak görmüştük ama hepsi seçimlerde daha başarılı olabilmek içindi. Tarihimizde ilk kez iki parti seçim ötesi kalıcılığı olan ve böylece ‘kimlikleşen’ bir ittifaka imza attı.
Bir ülkenin siyasi tarihinde ilk kez olan olayların birçoğu tesadüflerin sonucudur. Söz konusu olayla ilgili karar alıcılar sistemi (tek başına veya birlikte) belirleme gücüne sahip değilse, yatay ilişkiler daha işlevselse, bu olaydaki değişim onu çevreleyen sistemi radikal biçimde etkilemiyorsa ve nihayet, toplumsal kültür ve zihniyet açısından bir yadırgama yoksa, tesadüflerin ağırlığı artar.
Ancak eğer bir ülkede siyasi karar alıcılar sistemi (tek başına veya birlikte) belirleme gücüne sahipse, dikey ilişkiler daha işlevselse, söz konusu olaydaki değişim sistemi radikal biçimde etkiliyorsa ve nihayet, toplumun kültür ve zihniyeti olayı teşvik edici öğeler taşıyorsa, aktör iradesinin tesadüflerden daha ağır basabileceğini öngörmek doğru olur.
Açıktır ki Türkiye bu son paragrafa uygun bir ülke. O halde içinde yaşadığımız ‘durumu’ açıklamak için anlamlı aktörlerin kimler olduğunu sormak lazım. Erdoğan apaçık ve mukayese kabul etmeyecek şekilde en güçlü aday. Yanına Bahçeli’yi koymak mümkün ama ikisini eşit ağırlıkta ele almak gerçekçi gözükmüyor.
Çıkış noktamız buysa son yirmi yılın siyasi macerasını tek kişinin hayalleri, ihtirasları, korkuları ve zihniyeti üzerinden okuyabiliriz. Nitekim sözünü ettiğim makalesinde Hatem Ete de büyük ölçüde bunu yapmış. Ete’ye göre Erdoğan üç unsurdan beslenen büyük bir yanlışın içinde.
Bir, başkanlık sistemi… Çünkü bu sistem idari/yönetimsel zaaf yarattı ve rasyonalite kaybına neden oldu. Ayrıca Erdoğan bu sistemde reform yapabilecekken yapmayarak, yanlışı daha da derinleştirdi. Sonuçta hem toplumsal desteğini zayıflattı hem de muhalefeti birleştirmiş oldu.
İki, seçim ittifakı ile yetinmek yerine “siyasetin her alanını belirleyen kalıcı ve kurumsal bir ittifak” üretildi ve sonuçta ittifak kimliği AK Parti kimliğini bastırdı.
Üç, beka söylemi ve güvenlikçi siyasetin süreklileştirilmesi. Ete’ye göre Cumhur İttifakı ‘düzen sağlamak’ için elverişli görülebilecek bu tür enstrümanlarla ‘düzen kurmaya’ yönelmekle hem demokratik mirası harcadı, hem de AK Parti kimliğini erozyona uğrattı.
Yanlışın sonucu ise şöyle özetleniyor: “İslamcılık tarihindeki en karizmatik ve güçlü aktörünün elinde yozlaştı. Kemalizm herhangi bir sahici muhasebe zahmetine girmeden yüz yıl sonra yeniden makbul alternatiflerden birine dönüştü. Dindar-İslamcı alternatif Kemalizmin yüzyıllık arızalarının maliyetini de taşımak durumunda kalarak eleştirilerin odağına yerleştirildi.”
Bu noktada Hatem Ete ‘cesur’ bir adım atıyor ve Erdoğan’ın bu şekilde davranmasının iktidarın diğer ortağından bağımsız olduğunu söylüyor: “Erdoğan ve AK Parti bu adımları iktidar denklemi mecbur bıraktığı için atmadı… alternatif siyaset üretme yeteneğini kaybettiği, o kadroları tasfiye ettiği, iktidar arzusunu tabanının siyasal tahayyülüne öncelediği için attı.”
Açıkçası bu ‘cesur’ adım hariç analizin katılmadığım tarafı yok. Ete’nin gayet net şekilde çerçevelediği yanlış gerçekten de Cumhur İttifakı ve Erdoğan için muhtemel yenilginin zeminini oluşturuyor. Hele bu ‘cesur’ varsayım doğruysa, yani son yirmi yılı sadece Erdoğan’ın iradesi/iradesizliği üzerinden okumak meşruysa, altı çizilen yanlışın ağırlığı daha da artıyor. Ve bu arada ‘Erdoğan ötesine’ geçilerek ‘İslamcı’ camiaya ilkesel bir siyasi yol haritası, ya da strateji önerilmiş oluyor.
Bu isteğe itirazım olamaz. Keşke ‘İslamcı’ camia Ete’nin işaret ettiği basireti gösterebilecek bir duruş sergilese… Ancak bunun siyasi kültürün ve sistemin değişimi açısından yeterli olacağından kuşkuluyum. Bana kalırsa ortada (ağırlıkları konjonktüre göre farklılaşsa da) eşit güçte iki aktör var. Bahçeli’yi ona Cumhurbaşkanlığı Sistemini önerenler, alternatif Anayasa yazdırtanlarla birlikte ele aldığımızda siyasi zeminin sadece Erdoğan’ın yaptıkları/yapmadıkları ile değil, ona yaptırılan/yaptırılmayanlarla birlikte ele alınması gerektiğini ve bu açıdan bakıldığında Cumhur İttifakının bir ‘denge’ yansıttığını düşünüyorum.
Kim bu ikinci güç? Benim cevabım şu: Devletle ilişkilenmiş, devlete yerleşmiş, devlet adına düşünen, davranan ve çabasının karşılığını devlet adına tahsil edebilen bir ağ. Belki formel karar organı yok, katı bir hiyerarşi içinde değil ve çeperi geçirgen, ancak devleti ‘doğal olarak’ sahiplenenlerin ağı. Muvazzaf ve emekli her türlü memuriyetin içinden gelmiş insanlar, akademisyenler, iş adamları…
Türkiye’yi 80 yıl Kemalizm adına yönettikten sonra ‘yumurtlayan aziz tavuğu’ başkasına bırakma niyetinde olmayanlar… Böyle bir aktörün varlığını, niyetini ve iradesini deşifre etmek için ‘hızlı’ bir tarih okuması yapmak yararlı gözüküyor.
Resmi tarihin Cumhuriyeti geçmişten bir ‘kopuş’ olarak resmetmek istemesine karşın, devletin personel, kurumsal yapı, kültür ve zihniyet olarak süreklilik içinde olduğunu biliyoruz. Cumhuriyet ‘yeni’ bir ülkenin yaratılmasından ziyade, eski ülkenin modernist ve merkeziyetçi zeminde yeniden kurgulanmasını ifade etti. Tek adam yönetimiydi ama devletin içine girdiğimizde İttihatçılarla Kemalistlerin koalisyonuydu.
Kemalistler elitist, laikçi ve yönetim üslubu açısından daha otoriterdi. İttihatçılar muğlak ve esnek bir kadroculuğa, bunun ima ettiği toplumsal bağların işletilmesine daha açıktı. Bağımsızlıkçılık ve beka kaygıları ise ortaktı.
Nitekim ‘reformlar’ Kemalistlerin başkalarına rağmen attıkları adımlar olmadı. Daha 1905 yıllarında İttihatçı İbrahim Temo Latin harflerini savunmaktaydı. Laiklik ve cumhuriyet fikirleri Kurtuluş Savaşı öncesinde entelektüel çevreleri sarmıştı. Kemalizm bunları katı laiklik ve tek adam kültü üzerinden tanımlayarak tekelci bir rejime dönüştürdü. Ancak yeni rejim İttihatçılığı tasfiye etmek bir yana, İttihatçılara her fırsatta sahip çıktı.
İttihatçılar Anadolu sınırlarının ötesine geçen hayallerinden ve Türk-İslam sentezi ‘kokulu’ ideolojilerinden taviz verdiler, buna karşılık devletin imkanlarına ortak oldular. Kemalizm iktidarı garanti eden bir vektördü, ama İttihatçılık toplumsal dürtülere ve dokuya işleyen, milliyetçiliğin içini dolduran, ona ‘ruh’ kazandıran bir ortak payda olarak varlığını sürdürdü.
Dolayısıyla katı bir laik-modernist rejim olarak başarısız kalındığında, İttihatçılığın yeniden ‘toparlayıcı’ ve anlamlı bir ideolojik zemin oluşturması şaşırtıcı değil. Kemalizm birçok darbenin ardından 28 Şubat ile birlikte, bir ‘yönetim imkanı’ olarak iflas etti. Yine de son bir deneme yapıldı. AK Parti’nin iktidara gelmesinden hemen sonra başlayan darbe arayışlarının ertesinde 367 krizinden e-muhtıra ve parti kapatma girişimine bir dizi müdahalede bulunuldu.
Üstelik bu dönemin AK Partisi Avrupa Birliğine katılmaya çalışıyor, özgürlükler ve adalet alanında reform adımları atıyor, toplumsal cemaatleşmeyi kırmaya çalışıyor, Kürt meselesinde çözümü arıyordu.
Laik medya, akademia ve ‘sivil toplumun’ da destek verdiği Kemalist çabalar bu ideolojinin gerçek hüviyetini ve ne denli sekter bir konuma sıkıştığını gözler önüne serdi. Laik kesimin çoğunluğunun cemaatçiliği aşamadığı, siyaseti belirleme konusunda güçsüz olduğu ortaya çıktı.
Bu tablo devletin yenilgisiydi… Kontrol elden kaçmaktaydı. Nitekim Gezi sonrasında Kemalistler ve laikler Gülen cemaatine yanaşmakta pratik yarar gördüler. AK Parti iktidarını bu tür ‘içeriden’ işbirliği ile sonlandırabileceklerine inandılar. Kendilerince ‘yılana’ sarıldılar, çünkü ‘denize’ düşmüşlerdi ve bu onların yüzebileceği bir deniz değildi.
Ama bu arada bazı dindarlar bu olaylardan bir çıkarsama yaptı: Laik kesim ile, Kemalistlerle birlikte yürümek mümkün değildi… Giderek AK Parti içinde, özellikle teşkilatta ve tabanda, daha keskin tavır savunanların sesi yükseldi. Erdoğan bu yeni tepkiselliğe sahip çıktı, çünkü pragmatizminin hedefi iktidar odaklıydı. Demokrat eğilimliler büyük ölçüde tasfiye oldu ve Erdoğan ‘tek adam’ konumuna yerleşti.
Bu durum devlet için elverişli bir gelişmeydi. Artık karşısında hiç hazzetmediği demokratik potansiyeli olan bir iktidar partisi değil, aksine otoriterliği kişiliğinin parçası kılmış, güçlü bir tek adam vardı. Parti ile anlaşmak, ‘koalisyon’ yapmak zordu, ama derdi iktidarda kalmak olan güçlü bir siyasetçi ile anlaşmak kolaydı.
Erdoğan kendi tarihsel rolüne ilişkin hayalleri olan, kendi yeteneklerini abartan, buna karşılık tek başına yüzde 50’ye yakın oy getirebilen biriydi. Diğer deyişle devletin içine çekilmesi kolay biri… Nitekim 2016 başından itibaren (darbe girişimi ortada yokken) Erdoğan’ın dilinde ve ‘vizyonunda’ İttihatçılaşma eğilimleri görülmekteydi.
Ancak 15 Temmuz darbesi cuk oturdu… Devlet Erdoğan’a reddedemeyeceği kadar cazip bir teklifte bulundu. Cumhurbaşkanlığı Sistemi getirildi, Anayasa’nın ihlali sorun olmaktan çıkarıldı, devletin bütün kurumlarında keyfiliğin egemen olması sağlandı. Yüzeysel bakarsak ortada sadece Erdoğan’ın keyfiliğini görürüz. Ama devletin ‘içine’ bakarsak söz konusu keyfiliğin bir yeni paylaşım mekanizması oluşturduğunu ve bu paylaşımın meşrulaştırıcı unsuru olarak İttihatçılığı devlete yerleştirdiğini görmemezlik edemeyiz.
Bugün devletin ve iktidarın ortak dili bekayı, bağımsızlıkçılığı, güvenlikçiliği vurguluyor. Dünyaya ders veren, büyük tasavvurları olan bir ülke hayali İttihatçılığın duygusal zemininde bazı laiklerle bazı dindarları buluşturabiliyor.
Diğer deyişle Kemalizmin sekterliği nedeniyle beceremediğini bugün İttihatçılık ‘kapsayıcılığı’ sayesinde başarmanın peşinde. Toplum artık yerlilik ve millik üzerinden değerleniyor ve sınavı geçenler vatandaş olup ‘milleti’ oluşturuyor. Eğer proje tutarsa AK Parti’nin dindar temelli tabana bağımlılığı azalabilir, ‘İttihatçı Erdoğan’ Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin de verdiği ivmeyle yeni bir ‘kurucu’ dönemin temelini atabilir.
Nitekim Erdoğan devlet için elverişli bir muhatap olmanın ötesinde, devlet tarafından ideolojik olarak devşirilmeye de yatkın bir siyasi lider. Devlet içindeki güç odaklarının ve bunların oluşturduğu ağların bu imkanı kullanmıyor olması az ihtimal. Ne kadar kullanıldığı ise muhtemelen kurumdan kuruma değişiyor ve her birinde parçalı işbirlikleri oluşuyor.
Sonuç olarak son yirmi yılın tarihini sadece Erdoğan üzerinden okumanın ne denli doğru olacağı konusunda kuşkum var. Aksi halde AK Parti iktidarının ilk on yılı ile ‘uğraşan’ aktörlerin aralarında ilişki olmadığını, bu direncin tesadüfi ya da ‘ortak psikolojinin’ sonucu olduğunu varsaymak gerekir. Ne var ki olayın temelinde ‘ortak psikoloji’ olsa bile, bunun organize şekilde siyasallaşmaması, devlet geleneğini veri aldığımızda, pek gerçekçi gözükmüyor. Hele 2016 yılı ve sonrasına gelindiğinde devletin siyasi iktidar üzerindeki etkisini ve bir ‘ortak’ olarak işlevselleştiğini inkar etmek zor.
(Devleti bir siyasi aktör olarak ele almamak ancak şu iki varsayımdan birini savunmakla mümkün: ya Türkiye’de devlet geleneksel olarak siyasete karış(a)mayan nötr bir kurumsallaşmadır, ya da Erdoğan karşısında yenilip ona tabi olan bir yapı…)
Bence devlet adına düşünme ve davranma imkan ve kapasitesi olan odaklar, 2002 yılı sonrasında organize bir yıpratma politikası sürdürdüler, dindar cemaatin ve AK Parti’nin reformcu çizgiden uzaklaşması için uğraştılar ve 2016 yılı itibariyle de değişen AK Parti’nin amaca uygun bir partner olduğuna hükmettiler. Bu minvalde önce Gülen cemaatini ve sonrasında darbe eylemini ‘elverişli bir öğe’ haline getirerek, devletin siyasi kültürünü yeniden egemen kıldılar. Bu çaba toplumun yeni ve İttihatçılaşmış bir ‘Kemalizme’ davet edilmesini ima etti. Beka yaklaşımı, güvenlikçi siyaset ve bağımsızlık ideali Erdoğan için iktidarını sürdüren bir pragmatizmdi, ama devlet için bir ‘yeniden kuruluş’ zemini.
Bu açıdan bakıldığında gelinen nokta devletin başarısıdır. İyi niyetli laikler bu maceranın ‘kullanışlı aptalı’ rolünde gözüküyor. Kötü, geri, ilkel bir muhafazakarlıkla mücadele ettiklerini düşündüler ve aslında gerçekten de ortaya kötü, geri ve ilkel bir muhafazakarlık çıktı. Ne var ki bu devletle ortak davranan, devletin çizdiği çizgi üzerinde ilerleyen ve o çizgiye tutunmaya çalışan bir ‘yeni’ muhafazakarlık. Dindar olmaktan ziyade devletçi-milliyetçi ve oportünist bir muhafazakarlık.
Laik kesim dindarlarla ilgili ‘haklı’ çıktığından çok emin. Ama dindarların da tam 100 yıldır laiklerle ilgili haklı çıktığının farkında değil. Dindarların demokrasiyi istedikleri zaman inecekleri bir ‘tren’ olarak gördükleri klişesi de epey yaygın. Ancak laik devletin bunca yıl söz konusu trene hiç binme niyeti taşımayıp, binme ihtimali çıktığında da engellemeye çalıştığı bir vakıa.
Erdoğan geçici bir olgu. Nihayette ipler devletin elinde kalmaya mahkum… Devlet ise ‘devşirilmiş’ bir iktidar üzerinden kadim hiyerarşik devlet-toplum ilişkisini yeniden kurmanın, İttihatçı ideoloji üzerinden alt kimlikleri aşan, kendisine tabi bir çoğunluk cemaati oluşturmanın peşinde.
Bu nedenle iktidarı devirmek isteyen muhalefetin karşısında sadece Erdoğan yok… Bizzat devletin kendisi var. ‘Yeter ki Erdoğan gitsin, biz de devletle anlaşırız’ diyeceklerse, iktidar değişiminin ülkenin demokratikleşmesi ve rasyonelleşmesine faydası fazla olmayacaktır.
Erdoğan üzerine yoğunlaşma muhalefetin işini kolaylaştırıyor, ama aynı zamanda da devletin siyasetin dizginlerini ele almasını meşrulaştırıyor. İktidar değişimi bir ferahlama getirecektir, ama buradan bir demokrasi çıkması herhalde beklenemez …