[26-27 Ocak 2022] “Ezik milliyetçiliklerin, kültürel çoraklaşmaya dönüşmesi” demiştim her ikisi için (7 Ocak’ta). Çin’de yeni türeyen (mealen) ‘biz aslında çekik gözlü değiliz, bizi Batı emperyalizmi çekik gözlü göstermek istiyor’ iddialarıyla başlamış; realite ile sanat eserini ayırdedememe örneklerinin ilkelliğine değinmiş; bitirirken “hindi vakası” ve “roman kahramanları vakası”na uzanmıştım (19. yüzyıl Osmanlı tarihi, ders kitaplarımızda böyle anlatılır; hep “vaka”lar vardır: Sırbistan vakası, Yunan vakası, Mısır vakası; yani işte o zamanın aleyhimizdeki komploları). Bu korkulardan, bu komplekslerden, bu bürokratik cehaletten, bu otorite bağımlılığından en ufak bir olumluluk çıkmaz, demeye çalışmıştım, kültür ve sanat adına. Bunlar sadece kültürel gerilik ve ilkelliği körükler. Kültür alanını kelleşme, bozlaşma, çölleşme, çoraklaşma ile tehdit eder.
Üç hafta geçmeden, bugün (BBC, 26 Ocak) kültüre yeni bir müdahale haberi geldi, çağımızın yükselen Asyalı emperyalizminden. 1999’da gösterime giren ünlü Fight Club filmi var ya, başrolde Brad Pitt’in oynadığı. Bu şiddet gösterimlerini hiç sevmem ama çok ilginç bir olay diye kaydetmek zorundayım. Üzerinden 23 yıl geçmiş; Şi Cinping’in siyasî komiserleri, filmin sonun değiştirmeye karar vermis. Fight Club’ın orijinalinde, Edward Norton’un oynadığı Anlatıcı (Narrator), giderek anarşizme ve teröre kayan Tyler Durden’ı (Brad Pitt) öldürür. Ama Durden’ın adım adım örgütlediği, toplumu yıkmaya ve yeni bir düzen kurmaya yönelik Kıyamet Projesi’nin (Project Mayhem) başladığını ilân eden patlamaları, civardaki binaların yerle bir olmasını önleyemez.
İşte burası fazla tehlikeli gelmiş, Çin Komünist Partisi’nin kanun ve nizam jandarmalarına. Anlatıcı’nın Tyler Durden’ı öldürmesinden sonrasını çıkarıvermişler toptan. Ekrana bir mesaj geliyor sadece: “Tyler’ın verdiği ipuçlarından hareketle, polis planın tamamını hızla çözdü ve bütün suçluları tutuklayıp bombaların patlamasını başarıyla önledi. Yargılanan Tyler, psikiyatrik tedavi görmesi için akıl hastanesine gönderildi. 2012’de taburcu edildi.” İşin özeti: Düzen kazanıyor. Yetkili makamlar kazanıyor. Bambaşka bir ülkede, bambaşka bir ortamda cereyan eden bir aksiyon filminin bile, yıkıcıların zaferiyle sonuçlanması fazla geliyor, ÇKP’nin RTÜK ve İletişim Başkanlığı muadillerine. İzleyicilerin aklına en ufak bir kurt düşmesin diye, bütün kurguyu tersyüz edip Happy End’e bağlıyorlar.
Dedim ve bu Mutlu Son takıntısının daha önce Sovyetlerde de ne kadar güçlü olduğunu hatırladım. Stalin ve Jdanov 1930’larda icat etmişti “sosyalist realizm” formülünü, kültürel iktidarı da tamamen parti-devletin tekeline almak için. İster şiir, ister roman, ister resim, ister müzik, ister sinema — her alanda gözetilmesi gereken şablonları, reçeteleri vardı, illâ “olumlu kahraman,” olanı değil “olması gerekeni” göstermek, tabii dolayısıyla “tarihin yönü”ne uygun, iyi ve ilerici güçlerin mutlaka galebe çaldığı bir final gibi. Sadece şimdiye ve geleceğe değil, geçmişe ve hattâ geçmişin en ünlü eserlerine bile uygulanıyordu söz konusu formüller. Nitekim Çaykovski’nin 75 yıl önce, tâ 1875-76’da bestelediği Kuğu Gölü balesi dahi kurtulamadı böyle kesilip biçilmekten. Bir yere kadar olağandır, bale eserlerinin gerek müzikal açıdan, gerekse koreografi açısından yıllar boyu revizyona uığraması. Gene de bir yerde, “klasik” sayılan bir çözüme ulaşılır. Kuğu Gölü için bu, Petipa-Ivanov versiyonu oldu. Marius Petipa ile Lev İvanov’un İmparatorluk Balesi’nce 15 Ocak 1895’te Sen Petersburg’un Mariinsky Tiyatrosu’nda sahnelenen sentezi, günümüzde de çoğu bale kumpanyası tarafından temel alınmakta. 2. Perdede Beyaz Kuğu Odette’e ebedî aşk yemini eden Prens Siegfried, 3. Perdedeki balo sahnesinde, kötü büyücü Rothbart’ın kızı Siyah Kuğu Odile’i Odette sanıp, aşk yeminini tekrarladığını zannederek bu sefer Siyah Kuğu’ya aşk yemini eder ki bu, asıl sevgilisi Odette’in artık ömür boyu Rothbart’ın büyüsünden kurtulamayacağı anlamına gelir. Bunun üzerine iki âşık kendilerini göle atarak intihar eder. Böylece Rothbart’ın da gücü kırılır ve can verir. — Ne ki, Sovyetler için tatmin edici değildi bu trajik, acılı, karamsar son. Konstantin Sergeyev’in Mariinsky Balesi için 1950’de hazırladığı, sonraki elli yılda Sovyet ve Çin balesine damgasını vuran, benim de 1960’ların ikinci yarısında Boston’da Bolşoy’dan izlediğim yeni koreografide, Prens Siegfried kötü büyücü Rothbart’la kahramanca savaşıp kanadını kopararak öldürüyor; Odette büyüden kurtuluyor; arka planda şafak söker ve ufuk (sosyalizmin ufku?!) pembeleşirken iki sevgili birleşip mutlu mesut yaşıyordu.
Fakat şimdi Çin’in muzaffer (değiştirdikleri sonda, övdükleri polis ve sair resmî makamlar kadar muzaffer) yetkililerinin Fight Club’a reva gördükleri muamele, Sergeyev ve Grigoroviç’lerin Kuğu Gölü’ne yaptıklarından çok, çok daha ileri kuşkusuz. 1.4 milyar insanı yöneten, korkunç ve acımasız bir diktatörlük olmasa, daha rahat güleceğim bu taşkafalılığa. Gelgelelim, işte böyle öğütüyorlar hakikati, devlet aygıtının karşı durulmaz çarklarında. Bütün bir halkı dünyadan izole etmeyi deniyorlar. Boşluksuz, yekpare, su geçirmez bir “gerçek-sonrası” (post-truth) toplum baloncuğu yaratıyorlar.
Öte yandan, bir o kadar da öğretici kuşkusuz. Öğretici, çünkü trollerin gözüyle bakarsanız, Sezen Aksu gibi, millî ve yerli kültür alanımızı kirleten sapkınlıklar için “nihaî çözüm”ün ne olabileceğini gösteriyor. Adem ve Havva’ya cahil mi dedi? Cahili mahir yapacaksın, olur biter. Ve bir başladın mı, durmayacaksın orada. Alacaksın o zayıf, pasifist, efemine, erkek milletimizin savaşçı ruhunu iğdiş edici çiçek-böcek mısralarını. El koyacak ve değiştireceksin tepeden tırnağa. Devletimize lâyık kılacaksın. Kirazlar olmadan tez vakitte / Asmanın sürgün veren dallarında / Nergisin, zerenin taç yapraklarında / Seninle baharı kutlamaya geliyorum / Başımı omzuna yaslamaya / Hayata yeniden başlamaya mı dedi, örneğin? Bu ne cıvık santimantalizm böyle! Doğrusu şöyle olabilir (ve olmalı): Savaş başlamadan tez vakitte / kınından sıyrılan kılıçlarda / süngülerin, kargıların temreninde / seninle zaferi kutlamaya geliyorum / kurşun yiyip kurşun atmaya / kafalarını boyunlarından ayırmaya. Tutmuş, bir de Benim yerime de sev / Bekletme hayatı / Bu kadarına razıysan yaşa gitsin / Kaç kişiyiz savunan sevdayı sözleriyle, saçmalamış ki nasıl saçmalamış! Neymiş, sevdayı savunmak? Bu düpedüz bir millî güvenlik sorunu. Etrafımız düşmanlarla sarılıyken, sevda da ne demek oluyor? Sevda, neyin şifresi acaba? Altında başka bir şey yatıyor olmalı. Elbette bütün iltisak ve irtibatları ayrıca araştırılmalı. Şimdilik, olanca iyi niyetimizle, dizgi ve baskı hatâsı diyelim. Ve sessizce düzeltelim: Benim yerime de vur / Bekletme düşmanı / Öldür gitsin / Kaç kişiyiz savunan vatanı?
Sovyetlerde de vardı, diz çökerttikleri muhaliflerinin ağzından, yazmadıkları özeleştiri yazılarını yayınlamak. Gene geçmişte Şostakoviç’i, yakın zamanda Çinli kadın tenisçi Peng Şuay’i hatırladım (hani, bir yetkili tarafından cinsel tâcize uğradığını anlatınca buharlaşan ama gaipten “iyiyim” ve “ben demedim” mesajları yayınlanmaya devam eden).
“Dillerini kopartırız”a ne hacet, böyle barışçı ve yaratıcı yöntemler dururken? Daha global planda: Doğu Kızıldır (bir Büyük Proleter Kültür Devrimi marşı). Çin, ulusalcılık, Avrasyacılık… alternatif bir medeniyet sunuyor. 21. yüzyılın Yeni Nizamı (Nouvel Ordre). Tarihin yönünü, insanlığın geleceğini aydınlatıyor.