Acı yarıştırılabilir mi?Berkin, Türkiye’de umudun simgesiydi, onun uzun uykusundan uyanması umudu bizim de çatışmalarımızı daha barışçıl bir biçimde çözebileceğimiz beklentisini içinde taşıyordu. Onun ölümü, acı karşısında takındığımız tavırların bile ne ölçüde çatışmaya gebe olduğunu gösterdi. Gilbert Achar, Barbarlıklar Çatışması adlı kitabında kendimizden saydığımız, “bizim gibi olanlar”a duyduğumuz abartılı ve gösterişli sempatiye narsistik merhamet adı veriyor. Batı Avrupa’lıların dünyanın pek çok yöresinde insanların ölümüne bigane kalırken, 11 Eylül saldırıları sonrası Amerika ile yoğun bir özdeşim kurmasını bu kavramla açıklıyor. Bilinen bir durum, mazlum bize benzemediğinde onunla özdeşlik kurmamız zorlaşıyor. Mazlum; benim kılık kıyafetimden, dünya görüşümden çok uzak bir noktada kendini konumlamışsa, dünya görüşünü anlamsız ve tutarsız buluyor, hatta kendime tehdit olarak algılıyorsam onun çektiği acıyı anlamam zorlaşıyor. Rabia katliamından sonra nasıl bir vurdumduymazlık bir toplumsal kesime egemen olduysa, bugün Türkiye’nin bir evladı, Berkin Elvan’ın ölümünden sonra başka bir toplumsal kesim sağır ve dilsiz kesiliyor. “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesildiyse, öbürüne sağır” diyor şair. Bu tepkiler; Türkiye’de “vicdan nasırlaşması”nın vardığı boyutları işaret etmesi bakımından önemli. “Siz de şunu yaptınız…” tarzı ayrıştırıcı söylemler, hemen bir biz ve onlar ikiliğine savrulma ve mevzilenme kolaycılığı, ıstırap çekenle hemhal olmamızın önüne geçiyor. Tuhaf olan şu ki siyasi cepheleşme arttıkça insanlar kendi haklılıklarını ötekinin veya hasım saydığının haksızlığından devşirmeye çalışıyor. Bu noktada acı aritmetiği devreye sokuluyor ve çok farklı tecrübeler kabil-i kıyas kılınarak bu vicdani körleşme izah edilmek isteniyor. “Siz dört derseniz biz de beş deriz…” sığlığı sadece düşmanlığı körüklemekle kalmıyor acının da bir topografyası olduğunu, herkesin sadece kendi acısına ağlaması gerektiğini dile getiriyor. Oysa kökten bir empati, sadece bize benzeyeni değil, bize benzemeyeni de anlayabilmeyi gerektirir. Asıl erdem, “benim gibi olmayan” için duyduğum merhamettir. Kurbanın acısına saygı duymakla bu acıya bizim yol açmadığımızı, bu acıyı dindirmekte çaresiz kalsak bile, onunla saf tutmakla bizim de masum olduğumuzu hissederiz. Masumlara sıkılan kurşunlara karşı çıkabilmekle, güvenlik ve rahatın getirebileceği duygusal ve ahlaki uyuşmadan kendimizi korumak isteriz. Bir ana kuzusunun, gencecik bir fidanın, yaşamak için üzerine titrememiz gereken bir evladımızın, denetimsiz bir polis şiddetinin kurbanı olması vicdan sahibi herkesi öfkelendirir ve bize döşeklerimizde rahat uyumayı yasaklar. Ahlak, başkalarının acıları için de harekete geçmeyi gerektirir. Sadece benim için veya benim kabilem için değil, “öteki” için de adalet.Zulme / baskıya karşı durmak; ötekine acımaktan veya düşkün olana yardım etmek isteğinden daha fazlasıdır: Yüzleşme cesareti ister. Baskıcı yapılar içindeki kendi suç ortaklığımla yüzleşme: “Eğer ben birine boyun eğdirirsem, kendim olmakta özgür değilim demektir.” İyi ve kötüyü bulmak için insanların başkalarıyla kurduğu ilişkilere bakmaya gerek yok, insan kendi kendisiyle ilişkisinde de iyi ve kötünün izlerini bulabilir. “Olan bitende benim ne gibi bir suçum olabilir?” sorusunu sormakla, çuvaldızı kendimize batırmakla ahlaki edimimiz başlar. Susan Sontag’ın söylediği gibi, birinin barbar dediğine, diğeri, “herkesin yaptığını yapıyor” diyebilir. Galiba vicdan melekesi burada devreye giriyor, bana benzemeyen birinin canını acıtan şey için zihnim bana ne söyleyecek? “O da bunu hak etti” mi diyeceğim ? Pekçoklarının Mısır veya Berkin için söylediği gibi “ama Mursi de…”, “ama Berkin de…” diye başlayan cümlelerle şiddeti örtük bir biçimde aklayacak mıyım? Yoksa bana benzemeyenin ıstırabına saygı duyacak ve darbeye darbe, katile katil diyerek mazlumlarla aynı safta yer alabilecek miyim? Vicdan iyi bir turnusol kağıdıdır.Grup narsizmiİnsanın mensubu bulunduğu grubu gerçekle uyumlu olmayacak bir biçimde yüceltmesi ve idealize etmesi, bilinen bir insan ihtiyacı. Hepimiz kendimizi beğendiğimiz gibi, ait olduğumuz grubu da beğenmek ve yüceltmek isteriz. Bireysel narsizmin benliğin sosyal veçhelerine yayıldığı durumlarda, kendi kimliklerimizi, aidiyetlerimizi ve içinde yer aldığımız toplulukları yere göğe koyamayız. Orada olmakla biz aslında seçilmişler arasına dahil olmuş ve hakikat yeleğini giymişizdir. Eric Hoffer, “kesin inançlı” diyordu hakikati temellük eden kişiye; ona kalırsa, endişe ve anlamsızlıktan kaçan birey kitle hareketlerine sığınıyor ve orada bir teselli arıyordu. Bir grubun narsistik yüceltimi, gerçekten de zayıf ve tehdit altındaki egomuzu korumak için bir strateji olabilir. İnsanlar, doğru yolda olduklarına inanmak ister ve bu yüzden grubun ortak kimliğine narsistik yatırım yapar. Kişi kendi grubunun biricik ve özel olduğuna inanmakla, kendi seçilmişliğini ve biricikliğini de tescil eder. Aidiyetlerimiz, mensubiyetlerimiz bizi insan ilişkilerinden uzaklaştıran kalpsiz bir dünyada birer sığınak işlevi görür, dış dünyanın tekinsizliğine karşı kırılgan benliklerimizi koruma altına alır.“İnsan yıkıcılığının anatomisi” adlı kitabında Erich Fromm, “grup narsizmi” kavramını ortaya atmıştı. Onun tarifine göre grup narsizmi, kişinin kendi grubuna ve o grubun ülkülerine sorgusuz sualsiz bir itaat, sadakat ve beğeniyle bağlanmasını ve eleştirel tutumların düşmanlık olarak algılanmasını ifade ediyordu. Grup narsizmine duçar olan toplumsal yapılar kendilerini seçilmiş, mükemmel ve seçkin olarak tanımlarken dışarıda kalanları da muhtemel düşmanlar olarak algılayabilir. “Bizim iddia ve doğrularımız, diğerlerinin doğrularını belirler” diye düşünür. Narsistik grubun üyesi, “eğer kendi grubumdan olan insanlara yardım edersem, bu beni daha iyi bir insan yapar” diye fikir yürütür ve böylece grup-içi dayanışma, diğer gruplarla dayanışmanın önüne geçer. Kollektifnarsizm, büyüklenmeci kendilik imgesine bir saldırı algıladığında, öfke ve saldırganlıkla mukabele edebilir.Bir grup her zaman müntesiplerinden fazlasıdır. İki insan bir ihtilafla karşılaştığında uzlaşma yoluyla bunu çözmeleri daha kolaydır ancak iki grup arasında uzlaşı ihtimali çoğu kez daha düşüktür. Grup hareketleri bireysel tutumlara göre daha zıtlaşmacı, rekabetçi ve düşmanca olabilmektedir. Gruplar kendi üyelerine ahlaki bir yetke vermek suretiyle kimileyin yanlış eylemlere meşruiyet sağlayabilmektedir. Hatta grubun hayata geçirdikleri değil de zaman içinde bizatihi kendisi, kendi başına bir olumlu değer, bir sonuç haline gelebilmektedir. Böylece grup tek bir organizma, tek bir beden gibi hareket etmektedir. Hep söylendiği gibi, bir grubu ayakta ve diri tutan ona hasım olarak kabul ettiği grupların varlığıdır. Ancak bir düşmana sahip olmak her şeyi açıklamaya yetmez: İdealist gruplar kendilerini terk edenleri, “davadan dönenler”i etiketlemekte mahirdir. Fransız devrimini izleyen yıllarda giyotinin nefret edilen aristokratlar için değil de daha çok “hainler” için kullanıldığını hatırlayalım.Ufak farkların narsizmiCarl Schmitt şöyle yazmıştı: “Her dini, ahlaki, ekonomik veya etik antitez insanları dost ve düşman ekseninde yeterince güçlü bir biçimde gruplayabilirse, politik bir hüviyet kazanmış olur.” Ona göre politik olan dost ve düşman arasındaki ayrımda tanımlanmaktaydı. Politik bir eylem, benliğin korunmasına ve benliği tehdit eden şey her neyse onun tahrip edilmesine dayalıydı ve üstelik tartışma yoluyla ihtilafı gidermenin pek imkânı yoktu. Böylesi bir eylem de devletin hakkıydı, devlet isterse kendisini korumak için içindeki düşmanlardan kurtulabilirdi. “Kötü” olarak isimlendirilenlere ne yapıldığı zaten çoğu zaman ilgimizin dışındadır, sözgelimi 2. Cihan Harbi’nin bitiminde Çekoslovakya ve Polonya’da zorunlu tehcire maruz bırakılan 11.5 milyon Alman; Nazi uygulamalarını aratmayan zalimce uygulamalara muhatap olmuş ve 2.5 milyonu da yollarda ölmüştür. Sürülen insanların pek çoğunun kadın veya çocuk olması, savaş veya katliamda yer almamış olmalarının hiçbir önemi olmamıştır. Ne de olsa Almandılar ve kötüydüler. Ötekinin kötü olması bizim iyiliğimize delalet etmez oysa, onun kötü olduğu kadar biz de kötü olabiliriz. Ötekini kötü ilan etmekle onunla savaşmak için her aracı mubah sayamayız. Oysa sözüm ona idealist o kesin inançlı kişi, iyi bir sebep uğruna dövüşüyor olmasının ona yeterince bir meşruiyet alanı açtığını düşünür. Saldırgan ve kurban arasındaki ilişki saldırganın gözünde bambaşka bir içerik kazanır: Düşünür ki, ona saldırmasaydı, kendisinin kurban olması işten bile değildi. Suç kurbanın omzuna yıkılır ve ona saldırgan elbisesi giydirilir. Kötü uygulama ve özellikler, “öteki”ne yansıtılır, kişinin kendi grubunu diğer gruplara muhalif olarak konumlamasıyla kuvvetli bir grup aidiyeti yaratılır. Beyaz subaylara göre, Kızılderililer vahşi ve “kötü” yamyamlardı, bu doğru olmasa da böyle inanmayı yeğlemekteydiler.Biz ve onlar arasındaki ayırım fazlasıyla önemsiz ayrıntılardan beslenebilir. Freud’un “ufak farkların narsizmi” dediği bu durum, büyük çatışmaları ateşleyebilir. Grup dayanışması insan için temel bir ihtiyaçtır ve grup çok su geçirmez bir yapıya büründüğünde, yani grubun içindeki insanlar birey olarak düşünmeyi ve grubun değer, ülkü ve eylemleri üzerine eleştirel bir muhakemede bulunmayı terk ettiklerinde, bu dayanışma üyelere zarar vermeye başlar. Bireysel düşüncenin yerini grup düşüncesi dediğimiz ortak düşünme biçimi alır. Biz ve onlar arasındaki ayırım bir kez iyiden iyiye yerleştirildiğinde, kişiler kendi değer ve yargılarını grubun ortak değer ve yargılarıyla değiştirir. Bireysel düşünce ihtiyacı kaybolur ve kendi başına düşünmek bile gruba sadakatsizliğin bir belirtisi olarak ele alınabilir. Bilinç bireye özgüdür ve kitlelerin bir bilinci olmaz, bu da grupları ahlaki bağlardan koparabilir. Grup kimliği kimileyin, bireysel ve ahlaki düşünce üzerinde bir zafer elde eder. Bireyselliği terk etmek, düşünce yeteneğini de teslim etmek demektir. Ötekini bir birey olarak tanımlayabilmek için senin de birey olabilmen gerekir oysa, sen benliğine yabancılaşırsan kaçınılmaz olarak ötekine de yabancılaşırsın. Her insanın o biricik insanlığını tanımak gerek. İdeoloji veya grup kimliklerinehas maskelerinin insanlığı görebilme yeteneğimizi örtmesine izin vermemeliyiz. Bütün kötülüğü düşmanına veren ve yeryüzündeki kötülükten kendisine hiç pay çıkarmayan kişi giderek düşmanına benzer. Düşmanımdan ne kadar farklı olduğumu düşünürsem o kadar aynı olurum, ne kadar aynı olduğumu düşünürsem o kadar farklılaşırım.Kollektifnarsizm ve TürkiyeKollektifnarsizme mağlup olmuş gruplarda şiddete veya tahakküm kurmaya dönük eylemler için, yüksek ve saf ahlaki güdüler sunulabilir müntesiplere. Bütün bunlar derinlerde yatan kendine hizmet etme güdüsünü, bencilliği ve grup çıkarlarını gizliyor olabilir. Avrupa Afrika’ya sömürgeci olarak giderken kendi kültürünün üstünlüklerini siyah “geri adam”la paylaşmak gibi bir mihnet (!) üstlenmişti. Bugün amaçlarının sadece para ve kolonizasyon olduğunu biliyoruz. Alternatif tarih yazımı arttıkça bize büyük bir keşif olarak sunulan Kolomb seferlerinin nasıl adi bir yağmalama ve soykırım harekatı olduğunu da anlayabiliyoruz (Bkz. David Stannard, American Holocaust ve Howard Zinn, ABD Halklarının Tarihi).Lafı buraya kadar yuvarladıysam, bu memlekete dair bir söz edeceğim içindir. Bir dönem devlet marifetiyle yaratılan kollektifnarsizm, bu ülkede seçkinci Batıcı çevrelerin kendi yurttaşlarını hor ve hakir görmesine yol açtı. Devletimiz adeta “bazı yurttaşlar daha eşittir” tarzı bir anlayışla insanların içine kibir ve önyargının tohumlarını ekti. Daha az eşit olan çokları, “devlet dersinde öldürüldü”, kimi başını örttüğü için okuldan uzaklaştırıldı, kimi polis sopası ve işkencesiyle can verdi, kimi fişlenerek işinden atıldı velhasıl büyük acılar çekildi. Geçmişin mağdur ve madunlarını, oynadıkları iktidar oyununda bekleyen en büyük tehlike, giderek, bir zamanlar kendilerine düşman saydıklarına benzemeleridir. Dil acımasızlaşıyor, yöntemler ahlaksızlığın dibini buluyor, amaca ulaşmak için her yolun mubah kabul edildiği yeni bir kötülük dili galip geliyor. Buna psikolojide “mazlumun zalimle özdeşleşmesi” deniyor, İbn Haldun da medeniyet düzleminde “mağluplar galipleri taklit eder” demişti. Kötülük dilinden arınmak için bize acil bir hemhal oluş, bir ihtimam ahlakı gerekiyor.Radikal empati vaktiTürkiye için radikal empati zamanı. Arno Gruen’i izleyelim: “Düşmanlar bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar. İnsan başkalarını cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz.” Düşman bizim çaresizliğimizin yerini alır, onun sayesinde kendi zayıflıklarımızdan saklanırız. Türkiye için köktenci bir empati hamlesi parmaklarımızı ötekinin yaralarını işaret etmekten alıkoyduğumuz gün başlayacaktır. Herkes kendi yarasıyla meşgul olup kendi özeleştirisini yapabildiğinde, kendi toplumsal bünyesindeki arızaları görebilecek kadar akil baliğ olduğunda empati zamanı başlamış demektir. “Bir toplumu bir arada tutan şey, o toplumun anlamlar dünyasının bir arada oluşudur” demişti Castoriadis, Türkiye her gettonun kendi anlam dünyasını ürettiği, insanların birbirinin konuştuğu dili anlamadığı bir Babil Kulesi’ne benziyor giderek. Her getto kendi mazlumiyet ve dayanışmasını tahkim etmek için “biz ve onlar” ideolojisine yapışıyor ve muhataplarını kendi mutlak mazlumiyetine ikna etmek istiyor. İdeolojinin en önemli işlevi duyguları harekete geçirmesidir ve ideoloji artık sadece düşman ve nefret üretiyor. Ötekini toptan bir tehdit olarak görmek sadece bizim grup narsizmimizi besliyor, bizim seçilmiş onunsa daha aşağı bir konumda yer aldığı düşüncesi, o kirli varlığın günü gelip de bizim saflığımızı bozabileceği endişesini tetikliyor. Bir radikal empatiyle birlikte, radikal tahayyüle de ihtiyacımız var. Hayal devrimcidir.Başkalarının günahları bizi aziz kılmaz. Her şeyden önce, bizi gettolarımıza hapseden zihinsel çitleri kaldırabiliriz. Belki en önce, “ben bu hayatta kime boyun eğdiriyorum?” sorusuyla başlayabiliriz. Benim öfkem ve nefretim, hangi kırılganlığımı, hangi zaafımı örtüyor? Berkin’in yaşadığı mahalleye kaç defa yolumu düşürdüm? Haykırırken onun acısını mı hissediyorum yoksa onun acısını içimde öfke duyduklarıma mı payanda kılıyorum? Kendi politik aklım ona duyduğum kalbi sevginin üzerini ne kadar örtüyor? Bu soruları hepimiz dürüst bir biçimde cevaplayabilirsek, bizi sürekli aklayan ve biricik kılan savunmalarımızı aşıp kendi içimizdeki “küçük diktatör”le yüzleşebilirsek, Berkin’e ve bu ülkenin bütün güzel çocuklarına bir hediye vermiş olacağız. Kendi kollektifnarsizmlerimizin üzerine basıp hayalin kanatlarında yükselerek. “Biz ve onlar” paranoyasını radikal empatiyle iyileştirerek.Acılarımızda bile bölündük ya, belki bu defa Berkin için, onun ruhu şad olsun diye, birlikte ağlayabiliriz. Omuz omuza, yürek yüreğe.Beraber.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik