Doymamak üzerine kısa bir hikâye.
Sabahın ilk ışıklarında, azgın dalgalarla rengi değişen denizde oltasına takılan şaşkın birkaç kaya balığı ve suda beklettiği bayat ekmek parçaları…
Ali, birazdan kapısını çalacak en yakın arkadaşı ve en özel misafiri için yiyecek bir şeyler hazırlama telaşına düşmüştü. Yeterince balık yoktu, ekmek kurtarabilirdi öğünü. Özel misafirinin balığı çok sevdiğini biliyordu. Hatta balık, arkadaşı için vazgeçilmezler arasındaydı. Suda bekletilmiş bayat ekmeğe, mecbur olmadıkça dokunmazdı bile. Ne çay, ne kahve, ne, mevsim salatası, ne de rakı; mutlaka balık olmalıydı tabağında.
***
Üç ay önce tanıştıklarında, rakı sofrasında yakalamıştı. Ali büyük bir keyifle mangalda pişirdiği balıklardan bir lokma bile yiyememişti; rakı, ekmek ve arkadaşının fırsat bulup da masasından alamadığı beyaz peynir. Üç ay önce, mangalda ağzından sular akarak hazırladığı iri istavritleri, bencillik yapmadan, ne oluyor bile demeden misafirine buyur etmişti. Arkadaşı akşam yemeğinde, belki de ilk tanışmanın heyecanıyla yediklerini paylaşmayı düşünmemişti bile.
***
Denizi tepeden gören kayaların üstüne kurulu derme çatma kulübesinde güneşin batışını izledi. Dalgalarla kayaların gürültüyle çarpışmasını, denizden esen rüzgâra karşı sigarasını tüttürerek seyretti. Misafiri az sonra gelecekti. Dünyanın yuvarlak olduğunu hissetti ufka doğru bakarken; çok uzaklardan geçen bir yük gemisinin, dünyanın bilinmeyen yüzüne doğru yavaşça kayboluşunu fark etti. Bir ceviz kabuğundan farksız koca yük gemisi, Ali'nin bilmediği dünyanın diğer yüzü tarafından yavaş yavaş yutulmuştu. O koca gövdeden geriye, belli belirsiz kaptan köşkü kalmıştı. Zaman o an durdu; ne geminin kaybolmaya, ne dünyanın diğer yüzünün onu yutmaya, ne de aç misafirini layıkıyla ağırlamaya niyeti vardı.
***
Önce bir çığlık duydu, her zamanki gibi doymaz bir çığlık. ‘’Açım’’ diyen, ‘’Yemeğimi hazırladın mı’’ diyen gözü dönmüş bir martının çığlığını duydu; ardından geniş kanatlarının üzerine düşen gölgesini hissetti… Misafiri gelmişti.
Selam bile vermedi martı, yüzüne bakmadı. Aç olmasa bile şartlamıştı kendini, kusana kadar yiyecekti. Kulübenin önündeki tahta masaya kondu, telaşlıydı. Kanatları arasında gezinen böceklerden rahatsız olduğu belliydi. Kanatlarını açtı, tahta masayı tamamen kaplamıştı iri bedeni. Kızıl gagasını tüylerinin arasında telaşla gezdirdi, bir ara Ali'yle göz göze geldiler, “Hoş geldin martı!” dedi.Boş masayı arkadaşına bırakıp kulübeye girdi ve sırrı dökülmüş büyük bir emaye tabakla dışarıya çıktı.
***
Martının gözleri tabaktaydı, sürekli çırpınıyordu, heyecanlıydı. Ali elindeki tabağı kaşıkla karıştırmaya devam ederken, sırdaşına bugünkü sırrını vermeye can atıyordu. “Esin ve Fırat” dedi, “Benim kızım ve oğlum. Bir akşam yemeğinde, kırmızı soğanın cücüğünü yemelerini istedim onlardan, ikisi de nefretle baktı bana, reddettiler. Israr ettim aptalca, çok üzdüm onları. Kuru fasulye yiyecektik güya. Saçma bir diretme yüzünden sofra ortada kaldı. O kadar sinirlenmiştim ki, babalık hakkımın o an bittiğini düşünmüş; paniklemiştim. Esin’in odasına kapandı ikisi de. Elimde sigara arkalarından gittim, çılgına dönmüştüm, diğer elimde cam bir kül tablası vardı. Ne eksik ne fazla, ikisinin de baldırına birer kez, ama hafifçe vurdum. Dostum inan bana, canlarını acıtmamıştım, fakat bir soğan cücüğü için üzmüştüm, ağlatmıştım çocuklarımı. Galiba ilk ve sondu onlara el kaldırmam. Bir daha yapmadım; çünkü onları bir daha göremedim. Ne yazık ki kabullenememişlerdi. Sen de acele etme, yemeğin hazır işte…
***
Büyük sır, martının hiç dikkatini çekmemişti. Onun beklediği şey, Ali'nin elindeki yiyecek dolu tabaktaydı. Tabağı masanın üstüne bıraktı, martıyı ürkütmeden yavaşça oturdu sandalyeye. “Benim için sıradan bir gündü, çocuklarım içinse unutulamayacak bir hatıra. Yaşamları boyunca hatırlayacakları, hatırladıkça benden nefret edecekleri saçma bir anı. Beni asla affetmeyecekler martı; bu acıyla yaşayamazdım, kaçmaktan başka çarem yoktu” dedi, başını ellerinin arasına alarak. Gözleri dolmuştu, sırdaşı martının umurunda bile değildi, tabağın içindeki balık parçalarını bulup çıkarmakla meşguldü gürültüyle. Sert kızıl gagasının sırrı dökülmüş emaye tabağı her didikleyişinde, Ali'nin içini gıcıklayan kemik-metal karışımı bir tını yayılıyordu kayalıklardan dalgalarla köpüren denize doğru. Rüzgâr denizden esiyor olsa da, o tuhaf gürültü, belki de dünyanın bilinmeyen yüzünün yuttuğu yük gemisine kadar ulaşıyordu.
***
Martının gözleri büyümüştü. Suyla ıslatılmış bayat ekmekte gözü yoktu, balık istiyordu o. “Geri dönmeyi çok istiyorum… ‘’ dedi Ali, “Kabul edilmeyeceğimi bildiğim halde, bu derme çatma kulübede bir başıma yaşamaktan bıktım. Sen de olmasan, hiç düşünmem, şu deli dalgaların kucağına bırakırım kendimi. Çünkü bu dünyada beni dinleyen tek canlı sensin…”
Sesler yükselmeye başlamıştı. Kızıl gaga, heyecanla tabağı didiklemeyi sürdürüyordu. Balık parçaları bitmişti. Bir iki kanat çırptı, , doymamıştı… “Özür dilerim Martı, bugün yeterince balık tutamadım senin için. Şans benden yana değildi. Çok dalgalıydı deniz, fırtına vardı, hâlâ da öyle. Doyuramadım seni…”
***
Martının çırpınışında öfke vardı, bir ara kanatları uçmaya hazırlandı, ama uçmadı. Tedirgin olmuştu, akşam yemeği umduğu gibi doyurucu olmamıştı. Belki Ali'nin hazırladığı yemek için aç bırakmıştı kendini. Güneş denizin dalgalı tenine dokunmak üzereydi; sanki beyaz köpüklere bürünmüş dalgaların arasına dalmaya hazırlanıyordu. Martının avlanmaya zamanı yoktu.
***
Kulakları sağır eden bir çığlığın ardından, kendisinden özür dilemeye çalışan Ali'nin sağ gözüne daldı kızıl gagası. Kendini korumaya bile çalışmadı. Acıyla baktı kalan sol gözüyle, kızıl gagada kan damlayan gözünü gördü. Hâlâ yaşıyordu, martının midesine yapacağı ve sonuçta tamamen yok olacağı yolculuktan önce veda eder gibi bir hali vardı. Nemliydi, ağlıyordu.
Martı yutkundu, kanatlarını açtı ve belki bir daha dönmemek üzere, güneşin denize düştüğü yere doğru süzüldü. Diğer martıların bildiği dilden attı çığlıklarını, mutluydu.
Martı, har canlı gibi açlık duyduğu şeyin peşinde koşuyordu…