ABD’nin Daesh terörünü yok etmek amacıyla işgal ettiği Suriye topraklarında Türkiye’ye terör saldırılarında bulunan PKK’nın bu ülkedeki kolu YPG’yi kara gücü ilan etmesi, bu bağlamda militanlarını eğitmesi, ağır silahlarla donatması haklı olarak tepkimizi çekiyor. Washington’un bu tutumunu itirazlarımıza ve Daesh’in yok edilmesine karşın sürdürmesi bu tepkiyi daha da arttırıyor. NATO müttefikimiz ABD’nin bir terör örgütüyle işbirliği yapması ve bu işbirliğini ilan ettiği gerekçe ortadan kalktığı halde sürdürmesi, Türkiye’ye yönelik düşmanca bir tutum olarak algılanıyor doğal olarak.
Çok değil bundan sadece 18-19 ay önce askeri bir darbeye fiilen destek vermiş ve bu desteğini ülkesinde yerleşik darbecilere kuvertür sağlayarak sürdürmüş olan ABD’nin Türkiye’de halk nezdinde itibar kaybetmiş olması son derece doğal. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kaleme aldığım yazılarda ABD bu tutumunu sürdürdükçe Türk-Amerikan ilişkilerinin artık eskisi gibi olmayacağına işaret etmiştim. İkili ilişkilerde sürekli dostluk ya da düşmanlık söz konusu olmaz kuşkusuz ama bu krizin toplumsal hafızadan kolay silinmeyeceği de muhakkak.
İkili ilişkilerin geldiği bu içler acısı durum bir yana, devletlerin terör örgütleriyle işbirliğine girmesi öncelikle uluslararası hukuka aykırı. Bunu herhangi bir devletin değil, ABD gibi BM Güvenlik Konseyi’nde veto yetkisine sahip dünyanın tek süper gücünün yapması küresel barış ve istikrara son derece büyük bir tehdit oluşturuyor.
Aslında ABD’nin bu konudaki sicili temiz değil. Konuyla ilgili yazılarımda, konuk olduğum televizyon programlarında ve 7. Uluslararası Suç ve Ceza Film Sempozyumu’nun akademik programı bağlamında düzenlenen konferanstaki sunumumda da değindiğim üzere, ABD terör örgütleriyle işbirliği yaptığı, militanlarını eğittiği, donattığı ve finanse ettiği için Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) yargılanmış ve mahkûm edilmiş bir ülke. Her ne kadar Amerikan yönetimince reddedilmiş olsa da UAD’nin 27 Haziran 1986 tarihli “Nikaragua’da ve Nikaragua’ya karşı askeri ve paramiliter faaliyetler ”kararı (http://www.icj-cij.org/files/case-related/70/070-19860627-JUD-01-00-BI.pdf) bu konuda çok önemli bir emsal oluşturuyor.
Anadolu Ajansı’nın “ABD, PYD'ye verdiği silahlardan dolayı yargılanabilir” başlığını ve Emin İleri’nin imzasını taşıyan 3 Şubat tarihli değerlendirmesinde yukarıda sözünü ettiğim sempozyumu düzenleyen Prof. Adem Sözüer’in de atıfta bulunduğu bu kararı biraz açmakta yarar bulunuyor. ( http://aa.com.tr/tr/dunya/abd-pydye-verdigi-silahlardan-dolayi-yargilanabilir/1053248)
UAD’nin Nikaragua/ABD kararı
Hatırlanacağı üzere, 1979 Temmuz’unda, Nikaragua’da ülkeyi ailesi on yıllardır, kendisi de 1967’den bu yana yöneten diktatör Anastasio Somoza namı diğer Tachito, 1961’de Kuba yanlısı Marksist-Leninist siyasi-askeri bir örgüt olarak kurulmuş olan Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN/ Frente Sandinista de Liberación Nacional) tarafından devrildi ve ülkenin bir süredir yaşadığı iç savaş da sona erdi. FSLN bir ulusal yeniden yapılanma cunta hükümeti kurarak ülkeyi yönetmeye başladı. Cunta demokratik seçimlere ancak 5 yıl sonra, 4 Kasım 1984’te gitti. Ama cuntanın içinde yer alan Daniel Ortega’nın bu seçimlerde oyların yüzde 67 gibi geniş bir çoğunluğunu alması bir bakıma 1979 devriminin halk desteğine sahip olduğunu da ortaya koydu.
ABD önce 1981’de Kuba ve SSCB’nin desteğine sahip olan Sandinist hükümetin komşu ülke El Salvador’da rejim karşıtı gerillalara yardım ettiği bahanesiyle Nikaragua’ya ekonomik ambargo uygulamaya başladı. Aslında ekonomik ambargo buzdağının görünen yüzüydü zira ABD CİA aracılığıyla Nikaragua’nın diğer komşusu Honduras topraklarına kaçan Somoza’ya bağlı rejim karşıtı birlikleri Sandinist hükümeti devirmek için organize etmeye de başlamıştı. CİA karşı devrimci (Contrarevolucionarios) kısaca “Contras” adı verilen bu grupları finanse ediyor, eğitiyor ve silahla donatıyordu. Sandinist hükümete karşı silahlı güçlere verilen destek Ronald Reagan’ın ilk başkanlık döneminde (1981-85) artmış, Ortega’nın seçimleri kaybettiği 1990 yılına kadar da devam etmişti.
1988’de patlak veren “İrangate” skandalıyla ortaya çıktığı üzere, Contras’a verilen finansal ve askeri destek, İran-Irak savaşında ABD’nin resmen düşman saydığı İran’a gizlice sattığı silahların geliriyle karşılanmıştı.
İşte Nikaragua’nın 9 Nisan 1984’te ABD’ye karşı Lahey Adalet Divanı’na başvurmasının nedeni, Amerikan yönetiminin silahlı güçlere destek vererek Managua hükümetini devirmeye yönelik bu eylemleriydi. Ama Divan’a başvurmak için uygulanagelen yöntem, bir sorunu çözme konusunda Divan’ın zorunlu yargı yetkisini iki tarafın da kabul etmesiydi. Oysa bu başvuru tek yanlıydı. Bu durumda öncelikle yanıtı aranan soru şuydu: ABD’nin bu konuda yetkisiz olduğunu savunduğu UAD’nin Nikaragua’nın başvurusunu kabul etme ve bu davaya bakma yetkisi var mıydı?
Nikaragua başvurusunda ABD’nin BM ve OEA (Amerika Devletleri Örgütü) Yasalarında yer alan yükümlülüklerini ihlal ettiğini savunuyordu. ABD ise bu gerekçeye UAD’nin BM ve OEA gibi çok taraflı sözleşmelerin ihlaline ilişkin olası bir kararının sadece iki tarafı değil, ayrıca bu sözleşmelere taraf olan diğer devletleri de etkileyeceği görüşüyle karşı çıkıyordu. ABD’ye göre, Divan’ın tüm tarafların onayı olmadan bu davaya bakma yetkisi olamazdı.
Hukuki ayrıntılara girmeden özet olarak belirtmek gerekirse UAD, ABD’nin ileri sürdüğü gerekçelerden ikincisini uygun gördü. Üçüncü tarafları olduğu için davaya BM ve OEA ilkelerinin ihlali temelinde bakmayacaktı. Ama buna karşılık uluslararası töre hukuku (droit coutumier) ve genel emredici hukuka (jus cogens) dayanarak uluslararası hukukun ihlal edilip edilmediğini belirleme yetkisi olduğuna hükmetti.
Adalet Divanı bu yoldan giderek yaptığı değerlendirme sonucunda ABD’nin aşağıdaki üç hususta uluslararası hukukun temel ilkelerini ihlal etmiş olduğu kararına vardı:
–Başka bir devletin egemenliğine kuvvet kullanarak müdahale etmeme. UAD’ye göre ABD bu ihlali Contras’ı silahlandırarak, donatarak, finanse ederek gerçekleştirdi. Buna gerekçe olarak ABD destekli Contras’ın 1983-84’te Puerto-Sandino, Corinto, Potosi, San-Juan’a saldırıları, Nikaragua hava sahasının ihlal edilmesi, karasuları ve iç sularının mayınlanması gösterildi.
–İnsani hukukun (droit humanitaire) genel ilkelerine aykırı eylemleri cesaretlendirme. UAD bu bağlamda Amerikan yönetiminin açık ve somut şekilde desteklediği gerilla savaşında psikolojik operasyon yaptığına ilişkin somut kanıtlara dikkat çekti.
– İkili dostluk, ticaret ve seyrüsefer anlaşmasını ihlal etme. UAD bu bağlamda ABD’nin Nikaragua’ya uyguladığı 1981 tarihli ekonomik ve 1985 tarihli genel ambargonun söz konusu ikili anlaşmaya aykırı olduğunu vurguladı.
Lahey Adalet Divanı tüm bu gerekçelerle, uluslararası töre hukukuna dayanarak ABD’yi Nikaragua’ya daha sonra belirlenecek (17 milyar dolar) tazminat ödemeye mahkûm etti.
ABD kabul edilemez gördüğü bu kararı tahmin edileceği üzere uygulamadı. Washington’un Adalet Divanı’nın ülkelerin egemenliği, ülke topraklarının dokunulmazlığı gibi uluslararası normları ve BM Yasası’nda yer alan temel ilkeleri vurgulayan bu kararını tanımaması son derece üzücüydü kuşkusuz.
Bununla birlikte, Le Monde Diplomatique’te Monique Chemilier-Gendrau imzasıyla Ağustos 1986’da yayımlanan analizde altı çizildiği gibi, UAD’nin bu kararı öncelikle ülkeleri karşı karşıya getiren benzeri sorunların hukukun konusu olabileceğini göstermesi, bu konuda emsal oluşturması bakımından son derece büyük bir önem taşıyor. (https://www.monde-diplomatique.fr/1986/08/CHEMILLIER_GENDREAU/39416)
Ne var ki bu satırların kaleme alındığı tarihten bu yana 32 yıla yakın bir süre geçtiği halde Washington cephesinde olumlu yönde değişmiş hiçbir şey yok. Aksine Amerikan siyasi/askeri müdahaleleri artık ideolojik kutupların da, Yeni Kıta’nın coğrafi sınırlarının da çok ötesine taşıyor ve küresel barış ve istikrarı ciddi şekilde tehdit ediyor ne yazık ki.