Adanmışlık… Yani; tutkulu bir bağlanma, gözü kara bir hayat yolculuğu. İdeal coşkusunun insan varlığını teslim alması…
Var değil mi böyle insanlar? Evet var; her kültürden, her renkten, cinsten ve hatta her sosyal statüden adanmışlar çıkıyor. Kişinin kendini hangi ideale ya da kavrama ya da şahsa adadığından bağımsız olarak bağlanma tavrının bizatihi kendisi ilgiyi hak ediyor. Meraklarım, sorularım, kuşkularım adanmışlığın nesnesiyle değil, öznenin kendisiyle ilgili. Biz sıradan ölümlüler, bu adanmışlara borçlu muyuz yoksa alacağımız mı var onlardan?
Neden ölümüne bağlanır insan bir amaca? Yaralı ruhlardan mı çıkıyor bu enerji? Doldurulamaz bir boşluğu anlam yığarak doyurma gayreti midir? “Sıradan” olmanın dayanılmaz sıkıntısından bitmez tükenmez bir kaçış mıdır? Tatmini, ulaşılanın her zaman bir adım ilerisinde olan bu doyurulamaz tutkuların ödülünü kimler toplamakta, bedelini kimler ödemektedir?
Eğer, yer çekimi bilgisini, ağacın altında pinekleyen bir tembelin kafasına düşen elmaya borçlu olduğumuzu zannedecek kadar düşüncesiz değilsek, insanlığın, adanmışların hırsından bir hayli avanta topladığını kabul etmeliyiz. Zamanlar boyunca o elmaya bakıp yemekten başka bir şey akıl etmeyen biz tutkusuz fanilerin konforundan söz ediyorum.
Fakat bu yazının asıl konusunu oluşturan “adanmışlık”, bilim, güzel sanatlar ya da spor üzerinden var olmuyor. Ressamların, şairlerin, heykele “konuş” diye çekiç fırlatanların ya da atomu parçalayanların ya da bir salise daha kazanmak için on yıl koşanların dünyası değil konumuz. İnsanın kurtuluş fantezisinin heroik taşıyıcıları üzerine konuşuyoruz. Bunlar farklı. Bunların davaları var.
Büyük toplumsal dönüşümlerde; ama sadece o eşiklerde de değil, o eşiklere giderken sabırla ağır ağır yürünen yollarda da hep bu güçlü iradelerin; amaca odaklanarak yaşayan adanmışların etkili olduğunu düşünürüm. “Ne fark eder, yaşıyoruz işte”ciler, “sakin ol dostum” cular, “ifrata kaçmayalım, ölçülü olalım” cılar… Onlar hep biraz geriden yürürlermiş gibi gelir bana hayat kervanında.
Baştaki soru yine önemli.
Adanmışlık durumu insan için yüce bir hal midir? “hangi davaya bağlanıldığına göre değişir” kolay cevabına sıvışanlar aslında farkında olmadan adanmışlığı bir yaşantı stili olarak onaylamaktadırlar. Zira, ideolojik dünyamızın onayladığı (doğru-haklı) bir ideale adanmış bir hayatı değerli bulmamız demek, adanmışlığı yüce bir tutum olarak kabul etmek demektir. İdeolojik olarak reddettiğimiz değerlere adanmış hayatları onaylamıyor olmamız bir hayat tarzı olarak adanmışlık tutumunu değil, adanmanın yöneltildiği zemini beğenmediğimizi gösterir.
Adanmışlığa duyulan bu hayranlığın altında ne var acaba? Ona kendinden vaz geçiş cesareti; sınırsız bir diğerkamlık (özgecilik) mı yüklüyoruz? Bizler küçük dünyamızın basit dertlerine kapanmış kendi hayatımızı aşırı önemserken, adanmışlar başkaları için yaşayan fedakâr insanlar mıdır? Böyle bir inanç var galiba. Bir insan düşünün; büyük davası uğruna kendini patlatıyor. Canlı bomba! Adanmışlığın son sınırı bu değilse nedir? Biz, bugünün örneklerinde masum sivilleri öldürdüğü için öfkeleniyoruz. Ama aynı işi diyelim ki Milli Mücadele’de Hayri efendi çok önemli bir düşman komutanını, ya da cephaneliği imha etmek için yaptı; gitti gözünü kırpmadan kendisiyle birlikte hedefi uçurdu. Adına destanlar yazardık, değil mi?
Burada durup düşünmekte fayda var. Ben, insanın, bir topluluğun bekası, büyük bir ideal, (kendi maddi varlığını aşan bir büyük fayda) için katlandığı en uç zarara da aslında yine kendi manevi dünyasını, değerlilik arayışını tatmin etmek için yöneldiğini düşünenlerdenim. Tatmininin peşine düştüğü bu anlam dünyasını bir ideoloji, kutsal bir inanç ya da bütün varlığıyla bağlandığı bir lider motive ediyor olabilir, fark etmez. Tatmin edilecek duygu o adanmışın kendi iç dünyasına aittir; belirleyici olan dışarısı (başkalarının kurtuluşu) değil, içeride (benlikte) bu eyleme yüklenen manevi anlamdır. Bu anlam açlığı ne kadar şiddetliyse adanmışlık o kadar kuvvetli, o kadar gözü karadır. Buradan baktığınız zaman adanmışlığı saygı duyulacak bir diğerkamlık olarak tanımlamak yerine; hayli tehlikeli bir yabancılaşma, hastalıklı bir ruh hali, kime ve neye yöneleceği biraz da rastlantılara kalmış kör bir tehdit olarak görmeniz mümkündür.
Adanmışlık çoğu örnekte, kendi hayatını yok etmeyi göze alan, dolayısıyla buna değer bir amaç için hiçbir sınır, hiçbir norm tanımayan bir özneyi anlatır bize. O ideal için başka hayatların da bir değeri yoktur. Hakkı, hukuku, adaleti, merhameti, kısacası her türlü değeri o ideal belirler. Kurumlar, kavramlar, insanlar, kurallar, duygular ve aslında her şey ancak o adanılmış yüce ideale hizmet ettikleri oranda değerlidirler. Paris’in sokaklarını kana bulayan, Avrupa metropollerinde sivilleri yol ortasında ezip geçen, bizim ülkemizde korkunç katliamlara yol açanlar adanmışlığın en uç örnekleri değiller miydi?
Kuşkusuz insanlık bazı adanmış hayatları; kişiliğinde ve mücadelesinde evrensel insani değerleri temsil etmiş liderleri, saygıyla hatırlayacaktır. Fakat bu durum başlı başına adanmışlığa methiye düzmeyi gerektirmez.
Bu ülkede yaşadığımız her tecrübe adanmışlığın körlüğünü, değer tanımazlığını, yıkıcılığını anlatıyor bize. Hizmet diye yola çıkan darbeci cemaatleri de, devrim diye adliye, elçilik basanları da, hak mücadelesi adına yüzlerce sivili katledenleri de… Hepsini gördük.
Bu kadar ağır kriminal örnekler de olması gerekmez. Emin olun bugün Türkiye medyasının içinde debelendiği çamuru da eşeleyin altından “davaya adanmışlık” çıkar. Hak hukuk tanımaz kararların, mağduriyetlerin perdesini aralayın, ardında “büyük dava” ve onun adanmışlarına rastlarsınız. Kriminal olmaktan ziyade ahlaki yozlaşma alanına ait bu tür “soft adanmışlığın” bir özelliği daha vardır. Şu fani dünyaya ait para pul, şan şöhret, kariyer gibi kul işi düşkünlükleri perdeleyip estetize ederler.
Kendini dava adamı olarak gösterenleri de, kürsülerden, köşelerden adanmışlığa çağrı çıkartanları da tekinsiz buluyorum. Elimde değil.
“Sakin ol dostum” tarafındayım…