Şu anda herkesin dikkati Türkiye tarafından Afrin’e yapılan askeri operasyona odaklanmış durumda.
2011’den beri yüz binlerce insanın ölümüne, kat kat fazlasının yaralanmasına ve milyonlarcasının sığınmacı olarak oraya buraya savrulmasına sebep olan Suriye iç savaşı henüz durulmadı.
Bu durumun sıkıntılarını yaşayan ülkelerin başında da Türkiye geliyor. Milyonlarca sığınmacıya yıllardır ev sahipliği yapıyor. Ülke bu iç savaştan başta güvenlik olmak üzere her alanda etkileniyor.
Bölge rahat yüzü görmüyor
ABD ve Rusya gibi emperyal güçler arasında, sadece Suriye’ye değil, bütün bölgeye yönelik yeni bir denge oluşmadan, Ortadoğu ülkeleri ve halkları rahat yüzü görmeyecek gibi. Irak bitmeden Suriye başladı. Suriye bitmeden İran hedef tahtasında. Suriye’de DAEŞ bitti bitiyor, iç savaş sona eriyor derken, her şey yeniden sarpa sardı.
ABD’nin PYD ve YPG ile ilişkisini, verdiği silâhları ve sağladığı eğitimi kendi güvenliği için tehdit saydığını uzun zamandır dile getiren Türkiye, otuz bin kişilik sınır güvenlik gücü de gündeme gelince, Afrin’den başlayarak özellikle Fırat’ın batısındaki YPG bölgelerine müdahale edeceğini duyurup, dört gün önce Özgür Suriye Ordusu ile ortak bir harekâtı başlattı.
Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu, operasyonun istilâ ve işgal amacı taşımadığını, sadece PKK, PYD, YPG ve DAEŞ’i bölgeden temizlemek istediğini belirterek, bunun Fırat Kalkanı ve İdlib operasyonlarının devamı olduğunu açıkladı.
Barış istemek kolay değil
Türkiye’nin Afrin’e yaptığı askeri müdahalenin ve İdlib’de rejim eliyle yükselen gerilimin, Soçi toplantısına nasıl yansıyacağı bütün dünyanın merak konusu.
Sınırın bu ve öte tarafında yaşayan insanlar ise doğal olarak endişe içinde. Onların ruh hali TV’lerde boy gösteren savaş ve askeri strateji yorumcularının serinkanlılığıyla hiç uyuşmuyor.
Çok değil, daha iki üç yıl önce Türkiye hem kendi Kürt yurttaşlarıyla, hem de bölge Kürtleriyle bütün Ortadoğu’yu etkileyeceği umudunu veren büyük bir barışçı çözüm çabası ve dostane ilişkiler içindeydi.
Şimdi gelinen noktaya bakıp kahırlanmamak mümkün değil.
Elbette bu gelişmelere yol açan sebepleri, devletlerin ve diğer siyasal aktörlerin tercihlerini, rolleri ve politikalarını görmezden gelecek değilim.
Barışa her düzeyde değer ve öncelik veren bir yurttaş olarak, doğrusu bölge sorunlarının devletler ve halklar arasında konuşulup görüşülerek, birlikte ve barış yoluyla çözülmesini tercih ederim.
Örneğin Türkiye’nin bütün askerî azametiyle Suriye’nin Afrin bölgesine girmesinin, reel politiğin penceresinden ne kadar gerekli ve haklı olduğunu anlatacaklar elbette çok olacak.
Böyle dönemlerde, barışa vurgu yapmanın çatık kaşlar ve ağır sıfatlarla karşılandığını da biliyorum. En hafifinin, dünyadan bihaber olmakla suçlanmak olduğunun da farkındayım.
Hele genç fidanların toprağa düştüğü, cenazelerin ülkeye ve memleketlerine gelmeye başladığı, anaların feryatlarının göğe yükseldiği zamanlarda, daha bir zordur barışı savunmak.
Ama ne yapalım ki, her zaman en kötü barışın savaştan daha iyi olduğunu düşünenlerden oldum. Politik olarak zor bir pozisyon olsa da, sonuna kadar diplomasiden ve müzakereden daima iyi bir şeyler umarım.
Sonuç itibariyle biz bu coğrafyanın insanlarıyız. Sınırın bu tarafındakiler de, öte tarafındakiler de bu bölgede yaşamaya mahkûmuz.