Ana SayfaYazarlarAhmed Arif'e mektup

Ahmed Arif’e mektup

 

Siz bana ‘yazmanın sarp ve dikenli, engebeli yollarında’ , haketmediğim bir zamanda üstelik ‘usta’ demiştiniz, ustam. Ellerinizden öperim, sizden sonra öyle budayıp indirdiler, öyle hainane sevip sildiler ki beni, böyle demekte az da olsa haklı olabileceğinizi düşünür oldum, şu yaşımda.

Hasretten prangalar eskitmek, aşkın anayasa ve babayasasının ilk hükmü oldu, sizden buyana İlk merhabamızı ve veda’ı hüzünle hatırlıyorum.

Yayınlanan ilk hikaye kitabımı bana imzalamıştınız, Hasretinden Prangalar Eskittim’in yanısıra.‘Kitabını arayacağın, sende bile kalmadığı günler için’, demiştiniz, imzaladığınıza…Sahiden öy le oldu, varıp İzmir’e aradığımda, annemin  okumak isteyen birine kıramayıp verdiğini, onun da geri getirmediğini öğrendim. Bağışlayın demeye çok geç, biliyorum. Ama sizinki duruyor, şiir kasetinizle yanyana, kaseti kullanma kılavuzu da yazmıştınız, yalnız olunacak, gece olacak, yağmur yağacak…

Merhabamızda yayıncınıza siteminizle beni yanınıza katmış, gezip dolaşılan her yerde bana yazıklanmıştınız, aslında biraz haksızlık ettiğinizi biliyor olmalısınız.Yayınevimiz ilk kitabımı basmıştı, ayaklarım yere değmiyordu, uçuyordum.Siz, yere çakılmanın türlü çeşit yolunu anlatıp durmuştunuz.

Nasıl sımsıkı arkadaş olmuştuk, gulle bile vuruşturmuştuk. Hele, ettiğimiz edebi koğ , benzersizdi…Ömrünüzden gelip geçen güzelleri, kalbinizdeki sızıları, mapusları, hayatı anlatırdınız, ben habire gündeliğin zulmüne getirirdim sözü. Güzelim eşiniz zor günlerde omuz verirken size, bebecik büyürken, siz hem gazetecilikten aralandığınıza içlenir, hem gökkuşağını boyardınız, gözümde…Sonrası peki, neredeydi ikinci şiir kitabı, neden gelmiyordu birtürlü?Gelmedi, olmadı…Biz kurarken, kader gülüyormuş meğer, ne bileydik?

Doktor uyarmıştı, kalbiniz tekleyebilir diye, ‘sıkılmaca, üzülmece, kahretmece yok!’

Yanıtınıza hala gülerim…

‘Ben davarım, lo?’

Ama, yurtla sizin ev arasında gece beni yalnız göndermeye kıyamadığınıza hiç gülmedim.

O yokuşu, ışıksız, evsiz boş yeri konuşarak yürüyüp geçer, yurdun kapısına bırakırdınız, bir ikisinde de ortalık iyice kötüyken, yolun yarısına kadar ben sizi geri götürürdüm…

21 Nisan 1927- 2 Haziran 1991…Parantezsiz ömr-ü hikayeniz,  ne kadar az. Filinta ana sınıfında olmalı, sıra arkadaşı küçük kız için bir kuyumcu vitrininde kolye baktığınızı anlatırken, gözlerinizdeki şavkı unutmak mümkün mü?

En çok sofralarınızı anlatmayı sevdim, anı kitapta yazdım  bunu, şair sofrasıydı, iki sofranız açıldı bana hep, ya evinizdeki çorba, mercimek çorbası, bulgur pilavı, durum iyiyse kebap.Sakarya caddesindeki peynircilerden en iyisinden hem de, İzmir tulumu alırdınız, fırından da sıcak ekmek, bir de portakal. ‘Ekmek soğumadan yeyin evLAdım, ‘başüstüne usta, koşardım yurda,çekerdik sandalyeyi iki ranza arasına, üstüne valiz, üstüne naylon örtü, sererdik nevaleyi,buyurun, derdik, şair sofrasına, helaldir, tadı farklıdır.

Oğul, o tek oğul, nicesi kaybedilip, sonuncusu yaşayan oğul, heykel okumuş, belki aklı başka, duruşu başka, yalnızlığı anlatılmaz babasını heykelcesine sağlam, yıkılmaz, görkemli gördü ğünden sanatın bu dalını seçti.Bir yazısında okudum (Fil, dergi, Nisan 2015),’ sanatçı olduğunu nasıl anlarsın?’ diye sormuş size. Bak, belki olamazsın, belli olmaz, üzülme’ demiş.

Diyelim ki oldu, nasıl sürdürecek?  ‘Anlarsın oğul’ demişsiniz, kişi kendini bilir, hem başkasından duyman daha güzeldir.’ ‘Ya yanılmışsam, bunu nasıl anlarım?’

Yanıtınız oğula pusula olacak…Birkaç saniye durmuşsunuz, bir ömrü gözden geçirip, özetlercesine diyor buna Filinta, ‘yalnız olduğunu anladığında sanatçısın, oğlum…’ Yaa…

‘Dost, düşman söz eder kendi kavlince/ Kınanmak, yiğit başına/ Bu ne ayıp, ne de yasak/ Öylece bir gerçek, kendi halinde/ Belki, yaşamama sebep…’ demeye, yalnızlık gerek ve çile çekmişlik…Gene de, ‘ölüm böyle altı okka koymaz adama/Susmak ve beklemek müthiş/…/ Asıl bizim aramızda güzeldir hasret/ Ve asıl biz biliriz, kederi…’

İstanbul Mis sokakta son olduğunu kimsenin bilmediği imza gününüze gelmiştik. Artık yetişkindim, soframı onurlandırın istiyordum, okurunuz hısımlar ve çocuklar evde bekliyordu, sofra hazırdı, şiirin, hasretin, acının padişahını bekliyordu. Geleceğinizi söylemiştiniz zaten. Nasıl soğuk bir gündü buy’muştuk, kalbimiz bile üşüyordu.. Bir ara, niye yaptığımı unuttum şimdi, önünüze diz çöktüğümü hatırlıyorum, kollarımı dizlerinize kenetleyip bakmaya koyuldum, öyle, hiç’ine ve hepliğine…İçime doğmuş gibi, bunun son olduğu. Geldi gitti haydutlar, gazete ve şiir haydutları,Rahmi Saltuk bile vardı, aklınızı çeldiler, başka yere gittiniz. ‘Gelsem de bu haydutlar aşağıdan ıslık çalar, camı taşlar, tadımızı kaçırırlar evLAdım,’ dediniz, la kalın okunacak ey okur .’Bir dahaki sefere’…

Bir daha hiç olmadı.

 

- Advertisment -