Ana SayfaYazarlarBaşkanlığı durdurmanın yolu dezenformasyon mu?

Başkanlığı durdurmanın yolu dezenformasyon mu?

 

AK Parti ile MHP’nin uzlaşmasıyla oluşan ve TBMM Genel Kurulu’nda beşte üç çoğunlukla benimseneceği anlaşılan anayasa değişiklik paketi hakkında beş hafta kadar önce yazmıştım. (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/akin-ozcer/anayasa-degisikligi-ne-ifade-ediyor-744668). Orada altını çizdiğim gibi, demokratikleşme bağlamında bazı reformları içeriyor olsa da bu paket Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu tüm demokrasi sorunlarını gideren bir Yeni Anayasa’nın yerini tutmuyor. Çünkü 82 anayasasında reform yapılması gereken başlıklar Askeri Yargıtay ve Askeri İdare Mahkemesi’nin kaldırılması, disiplinle ilgili olanlar hariç askeri mahkeme kurulamaması ve HSK’nın (eski HSYK) demokratik meşruiyetinin güçlendirilmesinden ibaret değil.  

 

Aslında reform gerektiren başlıklar, sivil toplumun 2010/11’de temel ilkelerini belirleyerek TBMM’ye ilettiği taslaklarda öngörülüyordu. Ne yazık ki Anayasa Uzlaşma Komisyonu Yeni Anayasa’nın sadece 60 maddesi üzerinde uzlaşma sağlayabildi. Geçmiş yıllarda ayrıntılarıyla yazmış olduğum için Türkiye’nin gereksindiği anayasanın olmazsa olmazlarını yineleyerek konuyu dağıtmak istemiyorum. Ama bu anayasa değişikliği paketinin akıbeti ne olursa olsun, anayasal reformların, hatta Yeni Anayasa konusunun Türkiye’nin gündeminde olmaya devam edeceğinin altını çizmekte yarar görüyorum.  

 

Atıfta bulunduğum yazımda, anayasa paketinin temelini oluşturan ve “Cumhurbaşkanlığı modeli” olarak adlandırılan sistemin özelliklerini aktarmış, bu bağlamda özetle başbakanlık ve hükümetinin yasama önünde sorumluluğu gibi parlamenter ve yarı başkanlık sistemlerine özgü kurum ve usullerin bulunmadığına, yürütmenin tek başlı (Cumhurbaşkanı) olduğuna dikkat çekmiştim. Doğrudan halk tarafından seçilen yürütme (Cumhurbaşkanı) ile yasama (Meclis) arasında keskin bir erkler ayrılığı bulunduğunu, bunun da başkanlık sistemine özgü olduğunu vurgulamıştım.

 

Yazımda da belirttiğim gibi, anayasa paketi, başkanlık sisteminin “Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i feshetme”, Meclis’in de Cumhurbaşkanı’nı “vatana hıyanet” gibi özel bir durum dışında görevden alma (impeachment) yetkisinin bulunmaması” özelliğine uymuyor. Bu konuda “karşılıklı fesih” gibi özgün bir düzenleme var. Yeniden düzenlenen 116. maddeye göre, TBMM üye tam sayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesi kararı alma hakkına sahip. Bu durumda, genel seçimle birlikte cumhurbaşkanlığı seçimleri de yenileniyor. Paket, yasamaya verdiği bu yetkiye karşılık, Cumhurbaşkanı’na da Meclis’i feshetme yetkisi tanıyor. Bu durumda aynı şekilde genel seçimlerle birlikte Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin de yenilenmesi gerekiyor.

 

Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle genel seçimlerin aynı zamanda yapılmasının öngörüldüğü bir sistemde, yürütme ve yasama arasında bu yetkilerin kullanılmasını gerektirecek bir karşıtlığın oluşması ve siyasetin kilitlenmesi hipotetik bir durum. O bakımdan fesih ve görevden alma ile ilgili hükmün gereksiz olduğu düşünülebilir. Ama görünen o ki anayasayı yapıcı siyasetin bir şekilde kilitlenme olasılığını tümüyle ortadan kaldırma güdüsüyle hareket ediyor.

 

Eleştiri   

 

Kabul etmek gerekir ki siyasi partilerin hükümet modelini değiştirerek yeni bir model getiren anayasa değişikliklerini önermek kadar bu değişikliklerin karşısında durma hakları da var. AK Parti ile MHP’nin üzerinde uzlaştıkları anayasa paketini halkoyuna sunma girişimleri ne kadar doğalsa, CHP ile HDP’nin bazı gerekçelerle pakete karşı çıkmaları da o kadar doğal. Konuyla ilgili yanlış bilgilendirme yapmamaları kaydıyla elbette.

 

Bir ülkenin demokratik olup olmaması, başkanlık, yarı başkanlık veya parlamenter sistemle yönetilmesi ile doğru orantılı değil. O nedenle bu paketin Türkiye’nin demokrasi sorunlarını tümüyle çözemeyeceğini belirttim. Sistem değişikliği de bu sorunların çözümünün önünde bir engel oluşturmuyor elbette.

 

Bununla birlikte, öteden beri “parlamenter” sayılan bir sistemle yönetilen Türkiye’nin neden şimdi sistem değişikliğine gittiği sorgulanabilir. Ama 82 anayasasının Cumhurbaşkanı’na sembolik olanların ötesinde yetki tanımasından kaynaklanan bir uyumsuzluk olduğunu ve bu uyumsuzluğun 2007’de yapılan anayasa değişikliği sonucu Cumhurbaşkanı’nın doğrudan halk tarafından seçilmesiyle had safhaya ulaştığını göz ardı etmemek kaydıyla. Bu durumda sistemi parlamentarizme uyarlamanın yolu Cumhurbaşkanı’nın yetkilerini kısmaktan geçer ki bunun da yakın geçmişte yaşanan siyasete müdahaleler dikkate alındığında siyaseten makul olmadığını kabul etmek gerekir.

 

Bu itibarla, Türkiye’de bundan böyle en azından Fransa’da olduğu gibi parlamenter sisteme en yakın olan yarı başkanlığa geçmenin siyaseten kaçınılmaz olduğunu düşünenlerdendim. Paketin sahipleriyse, söz konusu uyumsuzluğu gidermek için başkanlık sistemini benimsemiş bulunuyor. Aslında karşılaştırmalı olarak yarı başkanlığın, Meclis’te çoğunluğa sahip olması halinde, Cumhurbaşkanı’na başkanlık sistemindekinden çok daha fazla yetki tanıdığını kabul etmek gerekir. Bu olasılık, Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin 7 yıldan 5 yıla indirildiği ve seçimlerin aynı zamanda yapılmaya başlandığı Fransa’da artmış durumda. Sarkozy ile birlikte Fransa “hyper-présidence” olarak adlandırılan “süper başkanlık” rejimine geçmiş bulunuyor.

 

Dezenformasyon

 

Şaşırtıcı olan şu ki Erdoğan karşıtlığı üzerinden Türkiye aleyhine dezenformasyon yapan Batı medyasında anayasa paketinin Cumhurbaşkanı’na sınırsız yetkiler tanıdığına ilişkin yazılara Fransız gazetelerinde de rastlanıyor. Le Monde’dan Marie Jégo önceki gün bu kervana “Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sınırsız yetkiler” (Pouvoirs illimités pour le président turc Erdogan) başlıklı yazısıyla katıldı. Ancak bu yazısı, yorum bölümüne benim de yaptığım katkılarla pek tutmadı. Fransa’da Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerin Batı ülkelerindekine oranla çok geniş olduğu genel kabul gördü doğal olarak.

 

Aslında bu tür yayınlarla güdülen amaç sistemin eleştirilmesinden çok bundan ilk aşamada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yararlanacak olması. Dezenformasyon, diğer konularda da olduğu gibi, Erdoğan’ın yıpratılmasını hedefliyor. Nitekim Jégo da geçen yazımda sözünü ettiğim Suraj Sharma’nın yaptığı gibi, ama daha doğru bir hesaplamayla Erdoğan’ın 2029’a kadar iktidarda kalma olasılığını gündeme getirerek alarm zillerini çalıyor. Oysa bu paket geçmese ve bugünkü sistem devam ediyor olsa, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı döneminden sonra AK Parti’nin başına geçmesinde ve yeniden başbakan olarak seçim kazandığı sürece iktidarda kalmasında hiçbir anayasal engel bulunmuyor.

 

Parlamenter sistemde, bir siyasi parti yasama organında salt çoğunluğa ulaştığında yasama ile içinden çıkan yürütme arasında ünlü Fransız hukukçusu Maurice Duverger’nin deyimiyle bir “güçler birleşmesi” (concentration des pouvoirs) olduğu açık. Bu konu, anayasa hukukuna giriş derslerinde okutuluyor. Dolayısıyla bir parti Meclis’te sandalyelerin salt çoğunluğuna sahip olduğunda, parlamenter sistemde Başbakan, yarı başkanlık ve başkanlıkta ise Başkan ya da Cumhurbaşkanı’nın geniş yetkileri bulunuyor. Dolayısıyla halkın seçtiği Başbakan’a ya da Cumhurbaşkanı’na, Erdoğan’a yapıldığı gibi, “diktatör” demenin anlamı yok. Hedef belli ki Erdoğan, şu veya bu sistemden kaynaklanan bir sorun değil.  

 

Kabul etmek gerekir ki ana muhalefet partisinin Türkiye’de yaptığı da farklı bir şey değil. CHP’nin anayasa paketine karşı hazırladığı “Anayasa değişikliği ne getiriyor? 30 soru 30 cevap” başlıklı rapor da bu mantıkla hazırlanmış görünüyor. Ayrı bir yazı konusu olacak kadar dezenformasyon yüklü bu raporun ayrıntılarına girmek istemiyorum. Ama paketin “egemenliğin tek bir elde toplandığı bir rejim değişikliği” getirdiği doğru olmadığı gibi, önerilen sistemde parlamentarizme özgü hükümetin Meclis’e karşı sorumluluğuyla ilgili “gensoru, güvenoyu” gibi kurumların olmaması da son derece doğal. Bu nokta üzerinden propaganda yapmak halkın konuyu bilmediği varsayımından hareket ettiği için ciddiyetle bağdaşmıyor.

 

Raporda egemenliğin halka ait olması için seçimin tek başına yeterli bir mekanizma olmadığı, Meclis’le Başkan seçimlerinin ayrı zamanlarda yapılması gerektiği görüşlerine katılmıyorum. Seçimler bu sistemde aynı gün ya da çoğunlukların farklılaşmasına imkân vermeyen bir iki ay gibi zaman farkıyla yapılıyor. Fransa sırf farklı çoğunluklar oluşmasın ve muhalefetle birlikte yönetim (cohabitation) durumu ortaya çıkmasın diye Cumhurbaşkanı’nın görev süresini 7’den 5 yıla indirmiş bulunuyor.

 

Parlamentarizmde erkler ayrılığı varken, önerilen sistemde olmadığı iddiasının neden doğru olmadığını yukarıda dile getirmiştim. Bu sistem geçerse, “diktatör” yaratılacağı, “her şeye dokunan ama kendisine dokunulamayan bir diktatör ortaya çıkacağıiddiasını doğru da ciddi de bulmuyorum. Mecliste salt çoğunluğa sahip olduğunda, parlamentarizmde Başbakan, bu sistemde de Cumhurbaşkanı güçlü konumda. CHP, herhalde bu nedenle Erdoğan’a hem Başbakan iken hem şimdi “diktatör” yakıştırmasında bulunuyor. Bundan sonra da bulunacak anlaşılan. Hedef belli ki devlet sistemleri değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan.

 

Bu itibarla, sistem üzerinden yürütülen dezenformasyonla referandumdan “hayır” oylarının çıkması ve böylece bir türlü devrilemeyen Erdoğan’a önemli bir darbe indirilmek istendiği izlenimi ediniliyor. Batı medyasının anayasa paketine yönelik eleştirileri Erdoğan karşıtlığı kılıfıyla ortaya koyması da bu izlenimi güçlendiriyor.

 

Ne var ki bugün ciddi bir sistem tartışması yerine anayasa paketi hakkında Batı medyasının da katılımıyla yapılan, dezenformasyon. Paket son aşamada halkoyuyla düşürülsün diye. Hatta bazı anketlerde paketin yüksek oranda kabul göreceğine ilişkin tahminlere karşı, ortalıkta AK Parti seçmeninin bir bölümünün referandumda hayır oyu kullanabileceğine ilişkin söylentiler dolaşıyor.

 

Referandum sonuçları hakkında herhangi bir tahminde bulunacak verilere sahip değilim ama bugünkü konjonktürde yurt dışından da desteklenen bu dezenformasyon sürecek olursa, bunu yapanlara gösterilecek tepkinin paketin halkoyuyla benimsenmesini daha da kolaylaştıracağı  kanısını taşıyorum.      

 

 

- Advertisment -