Alakart Anayasa

Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi kararı, 1994’ü yeniden yaşamamızı sağladı. Tek farkla; bugün Can Atalay, haksız olduğu iki kere Anayasa Mahkemesi tarafından ilan edilmiş bir kararla zaten cezaevinde. 1994’teki utancı silen iktidar, bugün bize bunları yaşatan aynı zamanda.

George Orwell’ın Hayvan Çiftliği kitabını pek çoğumuz okumuştur. Orwell’ın yalın ve güçlü siyasi hicvi okuyan herkesin etkilendiği ve imgeleri hızla zihninde canlandırabildiği kadar açık mesajlarla dolu. 

Biliyorsunuz, kitap tüm iktidar gücünü elinde tutan “tuzu kuru” insanlara karşı, yaşamın devamını sağlayan ve üretimin baş aktörü olan hayvanların basit demokratik haklara ulaşabilmesi için yaptığı mücadeleyi anlatıyor.

Ve sonunda, hayvanlar adına yetkiyi kullananların, kendilerine baskı uygulayan zalimlerle beraber olduğunu, diğerlerini umursamadığını, hatta birbirlerine o kadar çok benzediklerini ve artık birbirlerinden ayırt edilemediklerini okuyoruz:

“… Ama daha yirmi metre gitmemişlerdi ki aniden durdular. Çiftlik evinden kargaşa sesleri geldi. Aceleyle geri dönüp yine pencereden içeri baktılar. Evet, şiddetli bir kavga başlamıştı. Bağırmalar, masaya vurmalar, keskin şüpheli bakışlar, öfkeli reddetmeler gırla gidiyordu.  Anlaşılan sorunun kaynağı, Napoleon ile Mr. Pilkington’ın aynı elde maça ası atmış olmalarıydı.

On iki ses öfkeyle bağırıyordu ve hepsi birbirinin aynıydı. Artık domuzların yüzlerine ne olduğuna dair bir şüphe kalmamıştı. Dışarıdaki hayvanlar domuzdan insana, insandan domuza ve tekrar domuzdan insana baktılar ama şimdiden hangisinin hangisi olduğunu ayırt etmek imkansızdı.”

2001’de kurulan AK Parti’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın hikayesine bugünden bakıldığında aklımda Hayvan Çiftliği’nin son sahnesi canlanıyor. Haksızlıklarla, adaletsizliklerle mücadele uğruna yola çıkılan bir hareketin ve liderinin; haksızlıklarla aynı cismani bütünlüğe ulaştığını görüyoruz.

30 sene evvel 2 Mart 1994’te DEP milletvekilleri ve Refah Partisi milletvekili Hasan Mezarcı utancını TBMM çatısında yaşamıştık.

Milliyet’in 3 Mart günlü manşeti “Yıldırım tasfiye” idi. Sahiden jet hızıyla, bir oldu-bittiyle itirazlar ve hukuk dinlenmeden milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırılmış ve ardından da aynı hızla gözaltı süreçleri başlamıştı.

Bu yolda ilerlerken yapılan tartışmalarda hukukçuların, demokratların itirazları hafızalarımızda. Göz göre göre, ülkedeki demokratik standartları daha da düşürmek pahasına girilen bu yola meclis çatısı altında itirazlar da vardı.

Komisyon raporlarındaki muhalefet şerhleri, esasen çok basit hukuk dersi niteliğindeydi.

Erdal İnönü şunları yazmıştı:

(DEP Milletvekilleri için) “23 Aralık Perşembe günü yapılan toplantıda dört milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması önerisine karşı oy verdim. Çünkü ilke ve pratik açılarından bu dokunulmazlıkların kaldırılmasının yanlış olduğuna inanıyorum.

İlke açısından: Her zaman savuna geldiğim bir ilke, düşünce özgürlüğünün, demokrasinin ve daha genel olarak insan yaşamının temel bir niteliği olduğudur. Bu bakımdan düşünce suçu diye bir şeyin demokrasilerde olmaması gerektiğini, zararlı fikirlerin de söylenmesinden korkulmamasını, zararlı fikirler söylenmeden hangi fikirlerin doğru ve yararlı olduğunun anlaşılmayacağını, bu yapılmadan sağlıklı fikirlerin toplumca içtenlikle benimsenemeyeceğini, her zaman ve fırsatta öne sürdüm. Dokunulmazlıkları kaldırılması önerilen milletvekillerinin sözle ve yazı ile açıkladıkları fikirlerine hiç bir şekilde katılmıyorum, bu fikirler yanlıştır, zararlıdır, gerçeğe uymayan yorumlarla doludur. Ama milletvekillerinin bu yanlış fikirleri söyleme olanağını zorla ortadan kaldırırsak, bu fikirlerin yanlışlığını vatandaşlarımıza gönül rahatlığı ile kabul ettiremeyiz.

Pratik açıdan: Hepimizin ortak amacımız olan vatanın bütünlüğünü koruma davasına bu dokunulmazlıkların kaldırılması nasıl katkı yapar? Yararları mı, zararları mı daha fazla olur? Hem kısa vadeli, hem uzun vadeli bütün olası etkileri düşündüğümde zararın, yarardan daha çok olacağını görüyorum.

Mümtaz Sosyal ise şu şerhi düşmüştü:

“’Yasama Dokunulmazlığı’ kurumunun başlıca iki amacı vardır: Birincisi, milletvekillerinin olur olmaz vesilelerle yasama görevlerinde alıkonmalarını önlemek; ikincisi de, bu görevlerin toplumda büyük çoğunlukça benimsenen görüşlere ve hatta değerlere karşı sürdürülebilmesini sağlamak. Çünkü, görüşler ve değerler zaman içinde değişebilir ve farklı görüşlerle değerleri Parlamento içinde temsil etmek de milletvekillerinin ödevidir. Dokunulmazlığı kaldırma kararları özellikle bu ikinci amaca ters düştüğü için, karşıyım.”

Amasya vekili Cemalettin Gürbüz de dokunulmazlıkların kaldırılmasına şöyle itiraz etmişti:

“Dosyada isimleri geçen milletvekilleri yukarıda da değindiğimiz gibi millî iradenin temsilcileridir. Fezlekelere konu isnatlar genellikle ve ağırlıklı olarak sözlü beyanlara dayandırılmakta, kanıtları da ses kayıtları ile medyada yer verilmiş yazılar olarak görülmektedir. Her bölgeden milletvekillerinin beyanları ya da davranışları her zaman ve herkesçe beğenilmeyebilir, yanlış bulunabilir, suç olduğu da düşünülebilir. Bu gibi durumların zaman zaman da gündeme gelebilmesi mümkün olmaktadır.

(…)

Serbest iradeyi siyasî bir kararla etkisiz kılabilecek bir tutum belki biraz ağır bir uygulama olarak düşünülebilir. Bölgedeki insanlar yukarıda belirttiğimiz düşüncede yani “bölünmez bütünlükten” yanadırlar. Bunun aksi düşünülemez. Temsilcilerinin de bu anlayışa uygun düşmeyecek bir çizgide olabilmelerini kabul edemeyiz. Dolayısıyla da bölge halkını da bir zıtlaşma içerisine girmeye sevk edemeyiz. Seçimde gösterdikleri iradeye demokrasi içerisinde belli önemi ve saygıyı gösteregeldiğimiz inancının zayıflaması konuya yeni boyutlar getirebilir.

Anahatlarıyla belirtemeye çalıştığım bu düşüncelerle, bu aşamada dokunulmazlığın kaldırılması yönündeki çoğunluk kararına katılamadığımdan işbu yazılı muhalefet şerhimi saygıyla arz ederim.”

Çorum vekili Cemal Şahin de yazdığı şerh ile dokunulmazlıkların kaldırılmasına karşı çıkmıştı:

“Yapılan hazırlık toplantılarında ve de Anayasa ve Adalet Komisyonlarından oluşan Karma Komisyonumuz toplantılarında sonuç olarak alınan kararların Anayasamızın 83 üncü maddesinin mana ve ruhuna uygun olduğuna inanmıyorum.

Söz konusu maddenin açıkça tetkikinde de görüleceği üzere öncelikle milletvekilinin

TBMM’deki söz ve davranışlarından dolayı “dokunulmazlığın” esas olduğunu anlamak gerekir.

Oysa şu anda Komisyonumuzda bulunan fezlekelerde yer alan suçların hiçbirinin milletvekillerinin meclis çalışmalarıyla ilgili olmadığı açıktır. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına konu olan suçlardan bir kısmı sahtekârlık suçlarını da içermektedir.”

***

Üzerinden 30 sene geçti. Bu 30 sene içerisinde çok sayıda siyasi kriz yaşadık. Ama çok umutlandığımız, demokratik standartların geliştiği dönemleri de gördük.

Örneğin her türlü musibetin sebebi görülen 12 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkını kazandık.

2010 referandumu dendiğinde tüyleri diken diken olan bir kısım muhalifin bunu  hatırlamaktan memnun olmayacağını biliyorum ancak geçtiğimiz birkaç senede yargının apaçık hukuksuzlukla hemhâl olmasında bizlere nefes alanı veren tek kurum Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı olmuştu.

Ancak bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve partisi, tüm üyeleri kendi dönemlerinde atanmış Anayasa Mahkemesi’ne, kendi dönemlerinde en yüksek oyu alarak yasalaşmış 2010’daki referandum ile kazanılan bireysel başvuru hakkını tanımamayı marifet sayıyor.

Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi kararı, 1994’ü yeniden yaşamamızı sağladı. Tek farkla; bugün Can Atalay, haksız olduğu iki kere Anayasa Mahkemesi tarafından ilan edilmiş bir kararla zaten cezaevinde.

Tüm bu yaşananlar, son 25 yıl içindeki dönüşümün de resmini çekiyor. Çünkü 1994’teki utancı silen iktidar, bugün bize bunları yaşatan aynı zamanda. Eski DEP Milletvekilleri 2003’te AİHM’in verdiği kararla salıverilmişti. Ve hatta dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek “Çok doğru bir karar” demişti. Tahliye edildiklerinde eski DEP vekillerini, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül Dışişleri konutunda, TBMM Başkanı Bülent Arınç ise Meclis makamında ağırlamıştı.

Yaşanan siyasi utanca ortak olmamak adına Avrupa Birliği hedefinde, hak ve özgürlükleri ilerletmeyi şiar edinmiş genç iktidarın yüz akıydı.

Aynı iktidarın ustalık döneminde ise bireyin kurumlar ve devlet karşısında en zayıf olduğu günleri yaşıyoruz.

Anayasa’nın 83. Maddesinde yer alan yasama dokunulmazlığı ve Anayasa’nın 125. Maddesindeki Anayasa Mahkemesi kararlarının herkes için bağlayıcı olduğu hükmü bir süredir yok. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarını da uygulamaktan vazgeçeli bir hayli oldu.

30 Ocak günü Meclis’te Yargıtay 3. Ceza Dairesinin verdiği kararın okunmasıyla Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi, bir hayli uzun olan siyasi utançlar tarihi listesinin son mahsulü.

Anayasal demokrasinin en temel unsurunu yok sayan bu yönetim ile, tercihli bir anayasaya sahibiz. Üstelik tercihlerin de her an değişebildiği… İktidarın anlık kararlarla tercih etmediğini belirttiği ve keyfi şekilde seçtiği anayasa maddelerine göre yönetiliyoruz. Hangi hakkımız, ne kadar ve ne ile güvence altında bu otoriteryen sistem ile belli değil.

Ancak belli olan bir şey var o da; 2010 referandumundaki tüm maddelere itiraz eden ve meydanlarda Erdoğan’a hakaretler sıralayan, demokratik hakların tamamına karşı çıkan Bahçeli ile 1994’te genç bir belediye başkanı adayı olarak Türkiye’de demokratikleşme hedeflerinden söz eden Erdoğan’ın şimdi oturdukları masaya kafamızı uzattığımızda “hangisinin hangisi olduğunu ayırt etmek imkansız.”

- Advertisment -