Radyo eve giren teknolojilerin en hikâyelisi.
"Yok, televizyondur" derseniz, o evlerdeki hikâye anlatıcıları yok eden, masallar dâhil her öyküyü, seyircisiyle birlikte ekranına hapseden kutudur derim.
Hem sadece duymak, daha derin öyküler yaratır bazen.
Gramofondu, plaktı… Şüphesiz onlar da cürmünce çağ açıp, çağ kapadı.
Ayrıca iyi bir pikap, amfi ve kabinlerle plağın keyfini, hâlâ CD’ye, iPod’a filan değişmem.
Plağı özel kapağıyla çağıran albümünden çıkarırken başlayan, özenle tozunu alırken süren ritüeli de sevilesidir ama beni analog kaydedilen eski plakların sıcak, derinlikli sesi etkiler. Kontrbasın en pes tellerinde gezinen parmağın temasını, vokalin iç geçirişini duyarsın, "Pes" dersin…
Lâkin onu sürekli beslemen, dünyanın döndüğünü ikinci kez ve daha göstererek kanıtlayan kaidesine plak koyman gerekir.
Müzikte kendi kültlerinle, ona ayırabildiğin bütçeyle yarattığın az çok sınırlı arşivinle, o anları repertuvarı senden bir ayine dönüştürüyorsan mesele yok.
Ama müzikte çeşitliliği ve günceli başka alternatiflerle takip etmiyorsan, o sınırlı arşivle kendini ezberlersin.
Radyo baş döndürücü teknolojik gelişmeler karşısında varlığını bu yönüyle, sınır tanımayan müzikal yelpazesiyle de koruyor.
Başlangıcı öyle değil tabi.
Neredeyse bir asır önce 6 Mayıs 1927'de, Sirkeci'deki Büyük Postane binasının bodrum katından yapılıyor ilk radyo anonsu:
“Alo, alo, muhterem dinleyiciler”…
O sırada Türkiye’de radyo alıcılarının beşi yabancılara ait, biri de Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde olduğundan kimse içinden de olsa “Alo, anlaşıldı, buradayım” diyememiş ama… Graham Bell’in de sıkıntısı aynı.
O yıl kasım ayında başlayan Ankara Radyosu’nun “evlere musiki” programı ise evlere şenlik:
“Saat 12.30-13.30: Gramofon. 18.00: Riyaseti cumhur Filarmoni Orkestrası. Saat 18.40: Gramofon. 19.35: Viyolonsel konseri. Saat 20.10: Haberler ve kapanış.”
O tarihten henüz bir kaç yıl önce Ankara’ya yerleşen Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası, maharetini her gün 40 dakika bizzat halkın üzerinde denemiş, “acemiliğini” öyle atmış belki de.
Ardından bir de 35 dakika viyolonsel.
“Başkent başkent olalı böyle zulüm görmedi” deyişinin o günlerde filizlendiğini söylerdim ama… Bu mevzuda Ankara’ya en uygun miladı, Tanıl Bora’nın her aklıma geldiğinde gülümseten ironisi yerleştiriyor:
“Timur istilâsı, Büyük Kaçgun ve 1. Cihan Harbi’nden beri Ankara’nın gördüğü en büyük felâket Melih Gökçek’tir.”
Neyse, bunlar artık lambalı radyodan da demode, flu fotoğraflar…
Çocukluğumda, ilk gençliğimde, farklı müzik programları, telifsiz, zengin diskoteğiyle sürprizdi radyo öncelikle.
O sürprizi, “Bundan sonra çalan şarkı sana gelsin…”, hatta daha flörtöz mimiklerle “Bundan sonraki şarkıyı sen bana söylemiş ol” diyerek iyice kişiselleştirmen (“baş başa”laştırman), bu ilk gençlik müzikalinde keyifle kıkırdaman da mümkündü.
İlk –cep- radyomu babam Beyrut’tan getirmişti. (Yok CIA’de çalışmıyordu, Esenboğa Havalimanı’nda önce Meydan, ardından İşletme Müdürü’ydü. Yurtdışı gezileri, bilgi-görgü artırma ziyaretleri babındandı. Müdürlüğü döneminde DHMİ’nin ilk memur sendikası DEVHAMİŞ’i kurunca “merkez”e aldılar, seyahatleri Diyarbakır, Adana’yla filan sınırlı kaldı)
Radyom geldiğinde ilkokulu bitirmiştim… Varsayılanın aksine uyumamaya yatıp, yorganın altında radyo dinlediğim geceler aklımdadır.
Soba rölantide olduğu için soğuktu geceler, de ki o iki kalem pille ısınırdım.
El kadardı radyo, ama çok yakardı. (Kalem pilini, Berecleri, Pilma Tudorları kastediyorum)
Olsun… Gençlerin temel ihtiyaçları barınma, beslenme ve kalem pildi o zamanlar.
Yeşilçam’ın altında film çevirseydim, elinde fileyle eve dönerken Münir Özkul’a bir ekmek, bir gazete ve iki kalem pil aldırtırdım.
Radyo günleri 1970’lere, yani TV’nin taksit-maksit eve dalmasına kadar imparatorluğunu sürdürdü.
Kimbilir kaç kuşak, o dönemde güne “Bugün 4 Mayıs Pazartesi, Demirbank hayırlı günler diler” anonsuyla başlamıştır.
Dünyada o ayrıcalığa sahip her ailenin, endamı şimdinin 22 inch/55 cm TV’siyle boy ölçüşen lambalı radyonun başına toplaştığı, spikere topluca kulak kabarttığı zamanlardı.
Sinema âlemi açısından “Radyo Günleri (Radio Days)”ni Woody Allen unutulmaz kılmıştır esasında.
Kılmıştır da, filmde “radyocu”lara dair o hazin sözü de eski pirinç bir tabela gibi asılı kalmıştır:
“Gelecek kuşaklar bizim hakkımızda bir şeyler duyacak mı merak ediyorum. Sanmıyorum belli bir süre sonra her şey geçiyor. Ne kadar ünlü olduğumuzun veya dinleyiciler üzerindeki etkimizin hiç önemi yok.”
Doğrudur; TV’de en kıytırık yarışma programlarına katılan “çok ünlü”den sokakta imza (şimdi selfie) istenir de, radyonun 40 yıllık kahramanları John ya da Jane Doe gibi dolaşır ortalıkta.
Zuhal Olcay’ın buğulu sesiyle, hepsi unutulur, unutulur…
Bilmiyorum kaç kişi bizzat hatırlar şu radyo anonsunu:
“Efekt: Ertuğrul İmer-Korkmaz Çakar, Birinci kadın: Macide Tanır, Birinci erkek: Yıldırım Önal, İkinci erkek: Haluk Kurdoğlu, Çocuk: Sancar Altuğ…”
Mikrofonda Tiyatro (Radyo Tiyatrosu), bu anonsla başlardı akşamları.
Bazı aileler topluca, bazı şanslı çocuklar ise uykuya dalmadan yatağında küçük pilli radyosundan dinlerdi klasikleri.
Tabi bir de yarım asır önce sabah kuşağında yer alan “Arkası Yarın” vardı.
“Brahms’ı Sever misiniz?”i mi dinlersiniz günlerce… “Bülbülü Öldürmek”i mi, yoksa Agatha Christie’nin soluk soluğa polisiyelerini mi?
Cümle âlem tefrikasını dinlerdi de, o günlerde bir çok radyo dinleyicisi klasiklerin repliklerini bile ezberlerdi.
Radyonun demirbaşı “Yurttan Sesler Korosu”nu, güne onunla uyanma seremonisini de unutmamak lazım.
Hikâyesi, çocukluğumun şehirlerarası otobüs yolculuklarına uzanır.
Ankara’dan “deniz”e, İstanbul’a giden o gece yolculuklarında deliksiz uyurdum çocukken. (¹) Uyuduğum için bana “seninle bir dakika” gibi gelen saatler sonra, uzunyol sürücüsü radyodan Yurttan Sesler’i açardı.
Muzaffer Sarısözen yönetiminde “Beraber ve solo şarkılar” başladığı an, deniz de görünürdü.
Ben de gözlerimi açardım, hava da açmış, aydınlanıyor. Alacakaranlığın dağıldığı o ömre bedel dakikalar.
Ve en son gördüğüm “Polatlı 53” kilometre tabelasından sonra, aniden denizle karşılaşıyorum. Ve bunların hepsi aynı anda oluyor.
Gözümü bir kapamış bir açmışım ki, hepsi önümde…
İşte çocuklar bu yüzden rüyalarını hatırlamıyor. İhtiyaçları yok ki!
Çocukları bile kandıramayan rüya tabirleri, aynı ve sıkıcı hayalleriyle mecburen kanmaya meyilli, -varsa- düşleri bir “uzman”ca yorumlanmaya muhtaç yetişkinler için.
Tüm Ankara-İstanbul yolcularıyla birlikte, her seferinde ilk kez görmüşüz gibi bakıyoruz denize.
Bakıyoruz da, Yılmaz Erdoğan’ın dediği gibi ne yana baksak deniz sanıyoruz.
Yıllar geçiyor. Kimimiz onun gibi, şehirlerarası otobüslerde vazgeçiyor çocuk olmaktan.
Kimimiz çocukluğuna yaklaştıkça büyüyor hâlâ.
Kimimiz de bir Edip Cansever dizesi; “Gözlerim, gözlerim benim /Denizi ilk defa gören bir çocuğun /Birdenbire yaşlanması neyse.”
Hikâyesini -radyo gibi- geçmişe özlemle ısıtan sembollerin, insanı mutsuzluğu iki damla gözyaşıyla def(n)ettiği çocukluk günlerine götürdüğünü düşünüyorum.
Sonra denizi yine arkanda bırakıp, “ev”ine dönüyorsun.
Radyonun tarihi, benim için böyle hikâyelerden geliyor.
Ama radyo sıyrılıyor, solan fotoğrafların arasından.
Araştırmalar bugün her beş kişiden üçünün düzenli radyo dinlediğini ortaya koyuyor.
Bu grubun içinde arabada, dışarıda, yürürken vs. dinleyenler de var. Ama yarısından çoğu radyoyu evinde dinliyor.
Evdeki radyoyu bir yönüyle suç mahallinde bulunan silah kadar pertavsız altına alıyorum.
Özellikle o radyo, evin sessizliğini yok etmeye nişan alan bir silahsa…
Bazı evlerde uyku saati dışında 7/24 açık kalan TV ya da radyolar, yalnızlığı çok bağıranlar için onu bastıracak bir “ses” arayışı.
Oluyor öyle işler.
Sessizlik bir meseledir nihayetinde. Dört duvar arasında bilmecedir…
Kovmak istersin kimi zaman.
Tek, aynı tip, “sonuçta sessizlik işte” değildir zira.
Her zaman gürültünün zıttı da değildir.
Envai çeşidi vardır, hoştan nahoşa…
Kimi başını okşayıp seni gönlünce yalnızlığına bırakır, kimi araz/arıza yakana yapışır.
“Büyük gürültü gibi sükûnetin büyüğü de insanı yoruyor” diyor ya Reşat Nuri…
Sessizlik öyle çöküyor bazı evlere. Reşat Nuri bedbahtlığı gibi çöküyor.
Sadece yalnızlık mı… İki kişi de olsa fark etmiyor bazen.
Ve votkasını yeniden doldururken soruyor Edip Cansever:
“Sen usul, ben yavaş, kime yaraşır bu sessizlik”…
İnsanlık parmak çıtlatmayı, lambalı radyonun icadından çok önce keşfetmiştir.
BİR KİTAP/BİR CÜMLE
“Baron radyodan savaşla ilgili son haberleri öğreniyordu. Uzun süredir, radyo alıcılarına, son bildirileri öğrenmek için, dokunulması yeterli özel bir düğme konmuştu. Saat başı yenileniyordu haberler.
Bazı anlaşmalı verici istasyonları kalp hastaları için düşsel ve iyimser bildiriler yayımlıyorlar ve her gün öğle saatlerinde barış ilan ediyorlardı. Bütün bunlar hoşuna gidiyordu dinleyicilerin.”
(Savrulan Otlar Arasında – Boris Vian)
RADYO ÜSTÜ DANTEL ABD MENŞELİYMİŞ
Yazımın ABD menşeli fotoğrafındaki detay, tarihi, büyük bir keşfe imza atmamı sağladı.
Evde bir dönem sadece “evin babası”nın elektronik mühendisi ciddiyetiyle açtığı radyonun üzerine üçgen serilen dantel örtü ve vazoya dikkatinizi çekerim.
Demek ki radyonun, TV’nin üstüne dantel örtme meselemiz de “milli” değilmiş.
(¹) İster uçak olsun, ister karayolu … Birazcık büyüyünce yolculuk kaç saat sürerse sürsün oturarak uyuyabilme yetisini yitirdim. Ama oturarak uyumayı, TV’de iktidar nutuklarını dinlerken denemedim.
Benimki uyumayı istememek değil, istesen de uyumamak.
Gerçi otobüs ya da trende uyumamak tavsiyeye şayan bir durum. Çünkü yolculuk gideceğin yer kadar, gidilen yolla da “seyahat” oluyor.