spot_img
Ana SayfaYazarlarAlparslan, Romen Diyojen’i nasıl karşıladı?

Alparslan, Romen Diyojen’i nasıl karşıladı?

 

 

Romen Diyojen’in esir düşmesi ve esareti sırasında nasıl bir muameleye maruz kaldığı, hem Bizans, hem de İslam kaynaklarında ele alınmıştır.  Hemen hepsinde Sultan Alparslan’ın Bizans imparatoruna karşı oldukça saygılı ve merhametli davrandığı yazılır. (Herhalde bunu, zamanın ölçüleri içinde, diye düşünmek gerekir.) Kimi kaynaklarda, Romen Diyojen’in ilk yakalandığında bizzat Alparslan tarafından tokatlandığı ve/ya dövüldüğü yazılsa da, yine aynı kaynaklarda, sultanın daha sonra esirine çok iyi davrandığı ve oturduğu tahta kendisini de oturttuğu kaydedilmektedir.

 

(1) İbnü’l Esir, Roma imparatorunun savaş sırasında Cevherâyin adında birinin kölesi tarafından esir alındığını söyler. Bu köle bir noktada efendisi tarafından Nizamü’l Mülk’e takdim edilmiş; ancak vezir onu küçümseyerek kabul etmemiş. Üstelik Cevherâyin kölesini ısrarla övünce, bu kez Nizamü’l Mülk, “Belki de Bizans imparatorunu esir alıp bize getirir” diye alay bile etmiş.  Sonra bu köle savaş sırasında imparatoru tanımadığı için öldürmek istemiş; ancak yanında bulunan hadim, “Onu öldürme, o imparatordur” diyerek engel olmuş (İbnü’l Esir, cilt 10, s. 72).

 

Gene İbnü’l Esir’in yazdığına göre, imparatoru esir alan köle onu efendisi Cevherâyin’e götürmüş; Cevherâyin de sultana imparatorun esir alındığını haber vermiş. İmparatorun huzuruna getirilmesini emreden sultan, elindeki kamçıyla onu üç defa vurmuş ve “Sana barış için elçi gönderdiğim halde reddetmedin mi” demiş. İmparator ise “Azarlamayı bırak da, ne yapacaksan yap” diye karşılık vermiş. Bu kez sultan “Sen beni esir alsaydın ne yapardın?” diye sorunca, imparatorun cevabı “Kötülük yapardım” olmuş. Bu defa sultan, “Peki, benim sana ne yapacağımı zannediyorsun?” dediğinde imparator üç alternatif söylemiş: “Beni ya öldürürsün, ya İslam ülkelerinde teşhir edersin, yahut da, uzak bir ihtimal olmakla beraber, affeder, fidye ve vergi alır, beni kendine naib edersin.” Bunun üzerine sultan sonuncusunu kastederek,  “Ben de zaten bundan başka bir şey düşünmedim” demiş (İbnü’l Esir, cilt 10, s. 72-73).

 

(2) Reşîdüddin Fazlullah, Bizans imparatorunun bir memluk (gulam, asker-köle) tarafından yakalanmasından sonra temiz ruhlu, asil yaradılışlı sultanın kendisini tahtına oturtarak teskin edip güzel sözler söylediğini yazar ve şöyle devam eder: “Ondan sonra sofra kuruldu ve eğlence meclisi düzüldü. Altın külâhlı, gümüş bacaklı sakiler ruhları ferahlatan kadehleri dolaştırdılar, tasları küplere daldırdılar. Güzel ve hoş sesli çalgıcılar sazlarını çalmağa başladılar, bülbül gibi şakıdılar, Irak ve Isfahan makamlarını Neva perdesinde çaldılar, erguvan renkli şarap içerek erganunun sesini dinlediler. Neşeyi artırıp şarap dimağları ısıtınca aradaki soğukluk havası hicap perdesini konuşma çehresine attı.” Reşîdüddin Fazlullah devamla, bir gün imparatorun içkili bir halde iken sultana şöyle dediğini de yazar: “Eğer hükümdar isen bağışla, kasapsan öldür, tacirsen sat.” Bunun üzerine sultanın imparatorun kulaklarına halka takarak canını bağışladığını ve gönlünü hoş ederek ülkesine gönderdiğini kaydeder (Sümer-Sevim:63-64).

 

Reşîdüddin Fazlullah’ın sözünü ettiği altın külâhlı, gümüş bacaklı sakiler, ruhları ferahlatan kadehler, güzel ve hoş sesli çalgıcılar, erguvan renkli şaraplar, Irak ve Isfahan makamlarını Neva perdesinde çalıp bülbül gibi şakıyanlar… başka herhangi bir kaynakta gözüme çarpmadı. Ancak E. H. Carr’ın da işaret ettiği üzere, tarih bir olgular denizidir ve bu olgular kendi başlarına bir şey ifade etmez. Tarihçi bu olgu denizine girerek kendi seçimlerini yapar. Reşîdüddin Fazlullah’ın da oltasına çarpan kimi olguların değerlendirmesini okuyucuya bırakmakta fayda var.

 

(3) Kerîmmüddin Mahmut, imparatorun memluklerin en hakiri ve en çelimsizi tarafından tutsak alındığını belirtir. Devamla, söz konusu memlukün Bağdat’taki askerî teftiş sırasında son derece ufak tefek, çelimsiz ve gösterişsiz olduğu için ordu müfettişi tarafından asker yazılmak istenmediğini; ancak olaya tanık olan sultanın, Onu da yazın, ola ki Bizans imparatorunu tutsak alır dediğini kaydeder (*).  Kerîmmüddin Mahmut, imparator yakalandıktan sonra sultanın imamı Kirmanlı Ebû’l Fazl’ın ayağa kalkıp imparatorun boynuna bir tokat vurduğunu, ancak sultanın bunu hoş karşılamayıp, Bu adam bugün 50 bin seçme atlının başında olarak Bizans ülkesinin hükümdarı idi. Ona böyle çirkin bir hareket nasıl yapılabilir?” dediğini nakleder (Sümer-Sevim:66). (*)

 

(4) Hamdullah-i Müstevfi, ufak tefek memluk öyküsüne yer veren bir diğer kaynaktır; imparatoru esir alanın Rum asıllı bir memluk olduğunu, ordu müfettişinin çelimsizliğinden dolayı adını yazmak istemediğini, ancak sultanın Yaz, belki imparatoru o yakalar” dediğini belirtir (Sümer-Sevim:67).

 

(5) Mirhond, savaş esnasında imparatorun yakalanması için sultanın, devletin direği olan Gevherâyin’i takibe gönderdiğini; Gevherâyin’in memluklerinden birinin imparatora yetişerek tanımadan onu yaraladığını; bir kez daha vurmak istediğinde imparatorun, Sakın vurma, ben Bizans imparatoruyum” dediğini yazar (*). Sultanın ilk başta imparatoru tekdir ve tahkir ederek kötü sözler söylemesi üzerine imparatorun özür dileyip, Sultanın bana üç şeyden birini yapması beklenir dediğini yazar. İmparator bu üç ihtimali şöyle açıklar: Biri, beni bağışlayıp serbest bıraksın, yoksa öldürsün; eğer bağışlamaz ve öldürmezse hapsetsin. Sultan beni öldürürse, şüphesiz Bizanslılar başkasını imparator yaparlar. İslâm ülkelerine onların zararı dokunur. Eğer beni bağışlarsa ömür boyunca itaat eder, kul olurum.” Sultan bu sözler üzerine imparatoru bağışlar (Sümer-Sevim:71). (*)

 

Mirhond, sultanın imparatoru bağışladıktan sonra düşmanlığı dostluğa, sevgiyi de dünürlüğe dönüştürdüğünü yazar. İmparatorun kızı, sultanın oğlu Melik Arslan ile evlendirilir;  Mirhond’a göre, nikâh kıyılıp inci ve mücevherler saçılmıştır. Her biri diğerine hil’atlar verdikten sonra toy (düğün) sona erir, İmparator ve yanındakiler yurtlarına döner (Sümer-Sevim:70).

 

İslâm kaynaklarında sultanın ve imparatorun çocuklarını nikâhladığı yönünde bilgilerin yer almamasına karşılık,  benzer bir bilginin, aşağıda görüleceği üzere Mikhael Attaleiattes’in Tarih’inde de yer aldığını görmekteyiz.

 

(6) Urfalı Mateos’a göre, savaş sırasında sayısız Romalı asker kılıçtan geçirilerek büyük bir kısmı da esir alındıktan sonra İmparator Romen Diyojen de esir alınıp zincire vurulmuş olarak, birçok Romalı kumandan ile birlikte sultanın önüne getirilir. Sultan birkaç gün sonra imparator ile sulh yaparak ona kardeşi gözüyle bakar. Zira sultan İranlılar ile Romalılar arasında daimi bir dostluk ve ittifak kurmaya önceden yemin etmiş; bu ahd için Allah’ı şahit tutmuştur. Daha sonra sultan, Romen Diyojen’i tahtına avdet etmek üzere büyük bir törenle Konstantinopolis’e uğurlar (Mateos:143).

 

(7) Abu’l Farac, Romen Diyojen sultanın huzuruna getirildiğinde Alparslan’ın ona kendi eliyle dört tokat indirdikten sonra şöyle dediğini yazar: Biz sana sulh için rica ettiğimiz halde nasıl oldu da ricamıza değer vermedin?” (Abu’l Farac:321). 

 

(8) Mikhael Psellos da Romen Diyojen’in esir düşmesinin ardında sultanın kendisini teselli ettiğini; kendisiyle aynı sofrayı paylaşıp onur misafiri gibi davrandığını ve yanına bir koruma verdiğini yazar. Psellos, sultanın, Romen Diyojen’in adlarını verdiği esirlerin de zincirlerini çözerek serbest bıraktığını söyler.  Akabinde Psellos, sultanın Romen Diyojen ile bir dostluk antlaşması yaptıktan ve imparator da yeminle bu anlaşmaya bağlı kalacağını teyid ettikten sonra, esirini serbest bırakıp çok sayıda koruma ve refakatçi eşliğinde Roma topraklarına gönderdiğini belirtir (Psellos:105).

 

(9) Michael Attaleiattes’e göre, imparator basit askeri kıyafetleriyle sultanın önüne getirildiğinde, sultan kendisinin imparator olduğundan emin olamamış ve kimliğini doğrulayacak deliller aramıştır. Diğer esir askerlerden ve daha önce imparatora elçi olarak gönderilenlerden, karşısındakinin gerçekten Romen Diyojen olduğunu öğrenince, derhal ayağa kalkıp imparatoru kucaklar. Daha sonra kendisine “Korkma,” der: “Ey imparator, her şeyden önce fiziksel bir cezalandırma ile karşılaşmayacağını; buna mukabil, kendi yüksek pozisyonun ile bağdaşır bir şekilde onurlandırılacağını bil.” Daha sonra esirine bir çadır ve başka gerekli şeylerin verilmesini emreder.  Sultan imparatoru kendisi ile yemek yemeye ve aynı sofrayı paylaşmaya dâvet eder; onu onurlandırıp kendisiyle eşit seviyede oturtur. Günde iki kez bu şekilde imparator ile oturan sultan, hayata ilişkin özlü sözlerle imparatoru teselli eder.  Toplam sekiz günü imparator ile geçiren sultan, imparatora yaşadıkları muharebe hakkında dahi bir tek incitici söz söylemez. Öyle ki, esir imparator bile sultanın bu zaferi hak ettiğini kabullenir. Bir seferinde sultan imparatora, “Eğer benim yerime siz beni esir almış olsaydınız ne yapardınız?” diye sorduğunda, imparator riyakârlık etmeden şöyle cevaplar: “Bilesin ki sana bayağı işkence yapardım.” Bunun üzerine sultan, “Sizin şiddet ve acımasızlığınızı örnek almayacağım” diye karşılık verir. Daha sonra kendi aralarında bir barış antlaşması yapan ikili, kendi çocuklarını evlendirme sözü ile dostluklarını pekiştirir (Attaleiattes:299-301).

 

                                                                 *          *          *

 

Malazgirt savaşının Müslümanlar tarafından kazanılması ve Romen Diyojen’in esir alınmasından sonra Sultan Alparslan,  Bağdat’ta ikamet eden Halife İmam el-Kaim Biemrillah’a olup bitenleri anlatan bir mektup gönderir. (Halife el-Kaim Biemrillah’ın, 1064 yılında, Tuğrul Bey’in İsfahan'da ölmesi üzerine Alparslan Muhammed bin Davud’un sultanlığını onaylayan ve adına hutbe okutup kendisine hil'at giydiren kişi olduğunu da hatırlatalım.)

 

Malazgirt’in müjdesi kente ulaşınca Bağdat süslenir, zafer tâkları yapılır ve bu başarı tüm İslam ülkelerinde sevinç yaratır. Halife el-Kaim Biemrillah, Sultan Alparslan’a gönderdiği kutlama mektubunda kendisini şöyle selâmlar: “Efendi evlat, Tanrının desteğine mazhar, galip ve muzaffer evlat, en büyük Sultan, Arap ve Acem hükümdarı, Dünya hükümdarlarının efendisi, dinin ışığı, Müslümanların yardımcısı İmam’ın (Halife) yardımcısı, insanların sığınağı, devletin kahredici bileği, dinin parlak tacı, İslam ülkelerinin sultanı, Emirü’l Mümin’in burhanı” (Ahbârrü’d devlet’üs Selcukiye; aktaran: Sümer-Sevim:11).

 

Ancak Romen Diyojen’in içler acısı,  Sultan Alparslan’ı da ağlatacak çilesi bundan sonra başlayacaktır.

 

(*) Bu yazıda dört yere yıldız (*) koyup genişçe bir dipnot eklemek ihtiyacını duydum. Bunun nedeni Türkçeye çevrilmiş ve Türkçe olarak yayınlanmış bazı birinci, dolayısıyla aynen aslı gibi olması gereken kaynaklarda değişiklik yapılmış olmasıdır. Örneğin (1) sultanın “ola ki Bizans imparatorunu tutsak alır” demiş olması da, Kerimmüddin Mahmut’un sultanın sözlerini bu şekilde aktarmış olması da mümkün değildir. (2) Gene sultanın imparatordan “Bizans ülkesinin hükümdarı idi” diye söz etmiş olması da, Kerimmüddin Mahmut’un sultanın sözlerini bu şekilde aktarmış olması da keza mümkün değildir. (3) Aynı şekilde, imparator esir düşmek üzereyken “sakın vurma, ben Bizans imparatoruyum” demiş de olamaz, Mirhond onu bu sözlerle aktarmış da olamaz. (4) Nihayet, esir imparatorun “şüphesiz Bizanslılar başkasını imparator yapar” diye konuşmuş ve Mirhond da onu bu sözlerle aktarmış olamaz.

 

Bu dört alıntıda Bizans, Bizans ülkesi, Bizanslılar, vb sözcüklerinin geçiyor olması tarihî gerçeklere aykırıdır. Bizim bugün bol bol kullandığımız Bizans sözcüğü, ilk defa 1557’de, yani Konstantinopolis’in düşüşünden yüz yıl sonra, kentin efsanevi kurucusu Byzas’ın adından hareketle, Hieronymus Wolf adında bir Alman tarihçi tarafından icat edildi. 18. yüzyılda Montesquieu gibi bazı Fransız düşünürlerince yavaş yavaş popülerleştirildi ve 19. yüzyıl Avrupa tarihçiliğine yerleşti. Başka bir deyişle, bu yolla “Bizans” denmeye başlayan devletin kendi varlığı sırasında bu deyim zerrece mevcut değildi. Roma İmparatorluğu’ydu ve kendilerine de Romalı diyorlardı. Haydi diyelim ki, orijinal kaynaklar dışında Bizans’tan söz etmeye alıştık. Ama bu, birincil kaynakları kendi içlerine (Roma yerine) Bizans sözcüğünün sıkıştırılmasının mazereti olamaz. Kaynaklar bu şekilde çarpıtılamaz, kaynak yayınlarıyla bu şekilde oynanamaz. Bu tür ciddiyetsiz çarpıtmalar, ülkemizin bilim hayatında önemli yaralar açmaktadır.  

 

 

 

 

- Advertisment -