Geçen yazımda belirttiğim gibi, Türkiye’de yaşayan büyük çoğunluğun 15 Temmuz darbe girişiminin asıl aktörünün kim olduğu hususundaki kanaati net. Darbeci askerlerin mensubu olduklarını itiraf ettikleri FETÖ/PYD örgütünün, Türkiye’nin müttefik, stratejik ortak kabul edegeldiği dünyanın tek süper gücü ABD’nin derin devletinin “Truva Atı” olduğu yönünde.
Yunan mitolojisinin bu efsanesini ilk kez Homeros’un “Odise” isimli yapıtından öğreniyoruz. Akhalıların yıllarca kuşattığı ama bir türlü düşüremediği Truva’yı ele geçirmek için bulduğu yöntem, bilindiği gibi, içi savaşçılarla doldurulmuş, üzeri altın kaplı dev bir At maketinin bir takım kurnazlıklarla kentten içeri alınmasını sağlamaktan ibaretti. Truvalılar kazandıklarını sandıkları zaferi şenlik yaparak kutlarlarken, atın içinden çıkan Akhalı seçkin savaşçılar kenti içeriden ele geçirmişti.
Başkan Obama, darbe girişimiyle ilgileri olmadığını ne kadar söylerse söylesin -ki başka türlü konuşmasını kimse beklemiyordu- ABD, Truva Atı’nın içinden çıkarak Türkiye’yi askeri bir darbeyle esir almaya kalkışanların liderini ülkesinde barındırmayı sürdürdükçe bu halkı ikna etme şansı hiç yok. Kaldı ki Barack Obama’nın 15 Temmuz gecesi demokrasiden yana bir devlet adamına pek yakışmayan “tarafları itidale çağıran” o mesajını kolay, kolay unutmak da mümkün değil. Bir darbe girişiminde taraflardan bahsedilebilir mi? Taraflardan söz etmek, AB Bakanı Ömer Çelik’in isabetle belirttiği gibi, darbecileri bu ülkenin seçilmiş organlarıyla eşitlemek anlamına gelmiyor mu?
Darbe gecesi olsun, ertesinde olsun, Amerikan medyasında darbecilerin ilk hedefi olan Cumhurbaşkanımız hakkında yayımlanan karalayıcı yazıların, bazı senatörlerin ve eski CIA mensubu Graham Fuller gibi siyasi şahsiyetlerin yaptığı açıklamaların da aynı çizgide olduğu görülüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan veya bir başkası, Türkiye’de halkın demokratik olarak seçtiği siyasilere yönelik bu topyekûn saldırılar, Türk-Amerikan ilişkilerini elbette olumsuz yönde etkiliyor, ilişkilerin eskisi gibi olması pek kolay değil. Hükümet mensupları veya siyasi sorumluluğu bulunanlar bunu açıkça söylemeyebilirler belki. Ama 15 Temmuzun darbelerden artık yaka silkmiş bu ülke halkının büyük çoğunluğu için bardağı taşıran son damla olduğunu vurgulamakta yarar var.
Başkan Obama’nın önceki gün yaptığı ABD'nin, “Türkiye'deki demokrasiyi devirmek üzere yapılan her türlü girişime şiddetle karşı çıktığına” ilişkin açıklamasına Washington’un bugüne kadar dikkate almadığı, kimilerinin “cahil” dediği, kimilerinin haksız yere “İslamcı” ilan ettiği halkın tepkisi çok net. Aralarında Obama’nın kukla olduğuna, ABD’nin gerçekte derin devleti tarafından yönetildiğine inananlar var. Herkesin üzerinde mutabık kaldığı husus ise, Türk-Amerikan ilişkilerine gerçekten önem veriyorsa, Washington’un Gülen’i derhal iade etmesi gerektiği. Ama bunun olacağına inanan da çok değil.
Kabul etmek gerekir ki FETÖ liderinin Türkiye’ye iadesi öncelikle 15 Temmuz nedeniyle çok hasar gören Türk-Amerikan ilişkilerini kurtarmak açısından önemli. Çünkü Türkiye açısından asıl önemli olan, devletin Truva Atı’nın içinden çıkanlardan temizlenmesi. Askerleri olmayan bir komuta merkezinin herhangi bir işlevi olamaz doğal olarak. Ama bilindiği gibi, bu konuda Türkiye üzerinde sadece ABD değil, AB kurumları ve bazı AB ülkelerinden gelen baskılar da var. Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir’in, darbe girişiminden sonra takibata uğrayacak çok sayıda “siyasi muhalif” olacağını belirterek bizler için Truva Atı’ndan çıkan askerler olan örgüt mensuplarına “siyasi mülteci” statüsü verilmesini önermesi ibret verici.
Aslında Türkiye karşıtı haber ve yorumlarını bir süredir aktardığım Avrupa medyasında da darbeye destek sayılabilecek yayınlar yapıldığını ve 15 Temmuz’un başarısız olmasına karşın Erdoğan üzerinden Türkiye karşıtı yalanların sürdürüldüğünü görüyoruz. Bunlardan biri de, Cumhuriyet’in eski Genel Yayın Yönetmeninin imzasını taşıyor. Bizler darbecilerin halka nasıl kurşun sıktığına ilişkin her gün yeni video görüntülerini izlerken, o The Guardian gazetesine gerçeklerin tam aksini yazabiliyor. Britanya basınında yalan haber ve analizler Dündar’ın yazısıyla da sınırlı kalmıyor ne yazık ki.
Uzun zamandır dikkat çektiğim Fransa’nın “saygın” gazetesi Le Monde’da, gazeteci mi, ajan mı pek anlaşılmayan İstanbul temsilcisi Marie Jégo, Olağanüstü Hal ilan edilmesini konu alan haber analizine “Erdoğan Türkiye’ye demokratürünü yerleştiriyor” başlığını atabiliyor. Demokratür önceki yazılarımdan birinde açıkladığım gibi “demokrasi görünümlü diktatörlük” anlamında bir sözcük. (http://www.lemonde.fr/proche-orient/article/2016/07/21/erdogan-installe-sa-democrature-en-turquie_4972665_3218.html) . Jégo, Paris saldırıları nedeniyle geçen 13 Kasımdan bu yana “Acil Durum” Yasası ile olağanüstü hali yaşayan bir ülkenin yurttaşı olarak, Erdoğan’ın demokrasiyi artık yok ettiğini öne sürebiliyor. Geçen yazımda yazısından bir bölüm aktardığım Amerikalı darbe savunucusunun (Edward Luttwak) söylediği gibi, Atatürk Türkiye’sinin yıkıldığı ve sanki anayasa değişmiş gibi İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşunun yakın olduğu yalanını savunabiliyor.
Ne var ki darbe savunucusu yabancıların sözleşmişçesine darbeye karşı çıkan Türkiye’nin “Atatürk’ün laiklik yolundan saptığı” yolundaki yayınları akla birçok soruyu da getiriyor. Din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması olan “laiklik” ilkesi, o zaman düşmanımız olan Batı ülkelerinin politikalarına kayıtsız koşulsuz boyun eğmenin bir kodu muydu? Bu kod, örneğin Türkiye’nin bölgesinde bu ülkelerinkiyle tam uyumlu bir politika izlemesi şartını da mı içeriyordu?
Bu soruları yöneltmemin nedeni, laiklik ilkesi anayasanın 2. maddesinde yazılı olmasına ve yeni anayasa çalışmalarında kimse bu ilkenin kaldırılmasını savunmadığı halde, demokrasiyi korumak için sokaklara inerek darbeye karşı çıkanların “İslamcı” olarak nitelenmesi. Birleşik Krallık’ ta çok değil daha bir ay kadar önce yayımlanan Chilcot raporu, ABD’nin 2003’te Irak’a müdahalesinin gerekçesinin yalan olduğunu ortaya koydu. Dönemin BK Başbakanı Tony Blair yanlış bilgileri dikkate almış olmaktan duyduğu pişmanlığını dile getirerek, özür diledi. Ama yalanların 13 yıl sonra tanınması, milyonlarca insanın hayatını geri getirmediği gibi, paramparça olmuş Irak’ın bütünlüğünü de sağlamıyor.
Demek istediğim şu ki bugün darbecilere karşı çıkanlara “İslamcı” yaftası yapıştıranlar da ilerde ortaya çıkacak büyük bir yalanı dillendiriyorlar. Ama tabii yalanın ilerde ortaya çıkması Türkiye’nin bugün göreceği olası zararları gidermeyecek. O bakımdan bu korkunç yalana karşı çıkmak, hangi siyasi partiden olursa olsun darbe karşıtı her demokrat için önemli bir görev. Bu bağlamda, CHP’nin darbe girişimine karşı Taksim’de düzenlediği gösterinin ve bu gösteriye iktidar partisi dâhil diğer siyasi partililerin katılmasının darbeci zihniyete karşı çok net bir mesaj olduğuna kuşku yok. Çünkü Batı dünyasının dile getirmekten hiç utanmadığı darbeye örtük destek veren görüşlerin Türkiye’de itibar görmediğini ortaya koyuyor.
ABD’ye, derin devletine, diğer Batı ülkelerine ve medyalarına kızabiliriz. Darbecileri aklayan tutumlarının demokrasiyle bağdaşmadığını yüzlerine de vurabiliriz. Ama öncelikle yapmamız gereken, bu Truva Atı’nı bürokrasiden söküp atmak ve bir an önce yenilerine kapı aralamayan demokratik bir anayasayı yaparak hayata geçirmek olmalı. Bugüne kadar, temel sorunlarımızı çözdürmeyenlerin, bize yeni bir anayasa yaptırmayanların yüzleri gün gibi ortaya çıktığına göre önemli işlerimizi artık ertelemekten vazgeçmemiz gerekiyor.